Ana Sayfa Yazarlar Ahmet Dönmez Türkiye’nin rüşvet rüşvet çalınan istikameti

Türkiye’nin rüşvet rüşvet çalınan istikameti [Zarrab davası milli bir dava mı?-4]

YAZI DİZİSİ | AHMET DÖNMEZ

Dünkü bölümde, İran’la ticaret yapan Çin, Hindistan ve Güney Kore gibi ülkelerin Reza’ya yol vermediğini, kendileri adına ‘yerli ve milli’ davrandıklarını, ülke menfaatlerini düşündüklerini, ya İran’a petrol karşılığı gıda ve ilaç sattıklarını ya da Türkiye’yi maşa olarak kullandıklarını yazmıştım.

Örneğin G. Kore, İran’a “Senden petrol aldım. Paranı da buradaki bir bankada senin merkez bankan adına açılmış hesaba yatırdım. Şimdi bunu nasıl çıkarırsan çıkar. O senin sorunun” demişti. Sürekli petrol satmak zorunda olan ve tabiri caizse müşteriye muhtaç durumda bulunan İran da G. Kore’den ambargo kapsamında olmayan gıda ve ilaç almak durumunda kalmıştı. Yani petrolün parası kadar gıdayı G. Kore ile takas etmişti.

Takdir edersiniz ki bu İran’ın tercihi değildi. Tahran yönetimine kalsa ödemeyi sadece para olarak almak ister. Burada imdadına Türkiye yetişiyor işte. Zarrab ile anlaşan AKP yönetimi, Erdoğan’ın talimatları doğrultusunda İran lehine operasyonlar yapıyor. En iyi bildiği yöntemle, ‘win-win’, yani ‘kazan-kazan’ formülü ile… Fakat burada kazanan taraflardan biri İran iken diğeri Türkiye devleti değil maalesef. Sadece Zarrab ve ondan nimetlenen AKP’li bakanlarla, bürokratlar…

Olan kime oluyor? Türk çiftçisine, Türk işçisine, Türk üreticisine, Türk sanayicisine, Türk bankasına, Türk devletine ve en nihayet Türk halkına…

Buna rağmen takdire şayan bir başarı ile bu acı gerçeği ters-yüz edip, “Bu dava milli bir davadır! Hedef güçlü Türkiye’dir” masalları ile milyonları kandırabiliyorlar.

Peki, Erdoğan ve ondan emir alarak Zarrab’ın önüne yatanlar bu ihaneti niye yaptı?

Masada elle tutulur iki tane gerekçe var:

Bir: İran’ın Türkiye içinde ulaştığı muazzam nüfuz.

İki: Rüşvet.

OKUTAN: ZARRAB İRAN SAVAMA AJANI

Dün İyi Parti Isparta Milletvekili Nuri Okutan, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında çok çarpıcı açıklamalar yaptı. Zarrab’ın İran istihbarat teşkilatı Savama’ya çalıştığını, ailesinin Tebriz’deki Azeri Türkleri arasında ‘İran ajanı’ olarak tanındığını, bunun Türkiye devleti tarafından da bilindiğini, kayıtlara girdiğini ama buna rağmen AKP yönetiminin Reza ile çalıştığını öne sürdü.

Okutan’ın en az bunun kadar önemli diğer iddiası ise şuydu: “Ortada bir tuzak olduğu kesindir. Bu tuzak ABD’yi çileden çıkartıp Türkiye’nin üzerine çullanmaya yöneltecek bir işe Türk yöneticilerini sokma tuzağıdır. ABD ile Türkiye’yi düşman etme tuzağıdır.”

Eski Vali Okutan’a göre bu tuzağı kuranlar, başta İran istihbaratı olmak üzere çeşitli ülke gizli servisleriydi. Amaç Türkiye’yi Rusya’nın kucağına itmekti. “Bu olayda ‘FETÖ’cü polis ve savcılar bir piyon olarak kullanılmıştır” dedi Okutan.

Bu bir görüş. Oturan-oturmayan tarafları, boşlukları olacaktır elbette. Fakat ciddi bir olguya işaret ediyor.

MİRVEKİLİ, AĞA VE EMİN

İran’ın Türkiye’deki nüfuzu hakkında en fazla ipucu veren doküman, üzeri kapatılan Selam-Tevhid fezlekesi. Her anlamda Türkiye ile rekabet halinde olan bir ülkenin, nasıl olup da Türk devleti içerisinde kendine bu kadar alan açabildiğini göstermesi bakımından çarpıcı bir belge.

O dosyanın en önemli ismi, İran Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü yapılanması generallerinden Seyed Ali Ekber Mirvekili. Kendisine aynı zamanda Reza Zarrab ve petrol ticareti konusunda da rastlıyoruz.

Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan ‘Ağa’, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Fidan’dan da ‘Emin’ kod adıyla bahsedecek kadar Türkiye’nin ‘içinden’ biri. Selam-Tevhid dosyasındaki iddiaya göre örgüt, Fidan’a ‘Emin’ kod adını takmış ve ondan bu isimle bahsediyorlardı.

İşte Mirvekili, ‘Emin’ sayesinde Türkiye Cumhuriyeti bakanlar kurulunda konuşulanları bile öğrenebiliyordu. Mesela 18 Haziran 2013 tarihinde Kudüs Gücü’nün Türkiye sorumlularından Hakkı Selçuk Şanlı ile yaptığı telefon konuşmasında, Erdoğan’ın bakanlar kurulu toplantısında Bülent Arınç’ı fırçaladığını anlatıyordu. Bunları da kendisine ‘Emin’in anlattığından bahsediyordu.

4 Aralık 2012 tarihinde dönemin Enerji Bakanı Taner Yıldız, Erbil’deki Petrol ve Gaz Konferansı’na gidiyor ama Bağdat’ın izin vermemesi nedeniyle uçak geri dönüp Kayseri’ye inmek zorunda kalıyordu. O sırada Mirvekili’nin telefonuna AKP Milletvekili Faruk Koca’dan bir mesaj düşüyordu. Mirvekili’nin İran yanlısı Irak Başbakanı Nuri El-Maliki nezdinde girişimde bulunması talep ediliyordu. Koca, bu talebin Hakan Fidan’dan geldiğine işaret ederken, “Emin Abi size söylememi istedi” notunu düşüyordu. Sonrasında devreye giren Mirvekili, Taner Yıldız’ın uçağının tekrar Erbil’e inmesi için izin alıyordu. Böylece Türkiye, kendi bakanının bir başka ülkeye inişini, üçüncü bir ülkenin gizli ordusunun bir yöneticisi sayesinde sağlayabiliyordu. Egemenlik haklarından feragat anlamına gelen bu skandal, ilişkilerin geldiği boyutları gözler önüne seren çarpıcı bir örnek. Burada sözü geçen Faruk Koca, aynı zamanda Erdoğan’ın Keçiören’deki evinin de sahibi. ‘İkinci evi’nin de zaten İran olduğunu Erdoğan Tahran’da açıklamıştı.

Mirvekili’nin Türkiye’de yakın ilişkide bulunduğu bir diğer kişi de işte bu Faruk Koca idi. Ondan da Erdoğan’ın Obama ile yaptığı telefon görüşmesinin detaylarını alabiliyordu söz gelimi. Bunu da Mirvekili’nin bir başka telefon konuşmasından öğreniyorduk.

Mesela Türkiye, ABD ve NATO’nun baskısıyla Malatya’ya Patriot füze savunma sistemi kuruyor, İran buna sert tepki gösteriyor, Erdoğan da 24 Kasım 2012 tarihinde Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi’nde İran Meclis Başkanı Ali Laricani’yi kabul ederek kendisine ‘izahat’ yapıyordu. O görüşmeye Hakan Fidan ve Ali Ekber Mirvekili de katılıyordu. Selam-Tevhid dosyasında Mirvekili’nin görüşme sonrası Dolmabahçe Ofisi’nden çıkarken görüntüleri de vardı.

Erdoğan’ın bu füze kalkanı ve NATO konusunda ne düşündüğüne, daha önceki “Erdoğan o işe başladı mı?” başlıklı yazımda değinmiştim. Aslında füze kalkanı için çok isteksiz olan Erdoğan’ın “Gücü elime bir geçireyim o zaman bu NATO’nun anasını s…” dediği, bizzat AKP milletvekillerince İran ajanlarına anlatılıyordu.

Mirvekili’nin, Türkiye ile İran arasında yapılan istihbarat anlaşmasında da görev aldığını hatırlatalım. Ekim 2013’te imzalanan bu gizli anlaşma ile Türkiye, bir NATO üyesi olmasına rağmen İran’a karşı üçüncü ülkelerle istihbarat anlaşması yapmayı durduracaktı. Ayrıca İran’a karşı istihbarat toplayan Türk ajanların faaliyetlerini de iptal edecekti.

MAN ADASI, AYAN VE MİRVEKİLİ

Aynı Mirvekili, bugünlerde Man Adası belgeleriyle yeniden gündem olan Sıtkı Ayan’ın da sık görüştüğü bir isim. Hatırlayacaksınız Ayan, 17 Aralık sürecinde meşhur olmuştu. Bilal Erdoğan, babasını arayıp Sıtkı Ayan’ın sadece ’10 milyon Euro’ komisyon verdiğini söylüyor ve “Ne yapayım? Alayım mı?” diye soruyordu. Başbakan olan babası ise “Sakın alma! Herkes ne veriyorsa o da aynısını verecek. Nasıl olsa kucağımıza oturacak.” karşılığını veriyordu.

Erdoğan’ın o gün beğenmeyip geri çevirdiği miktar, bugün Reza’nın Zafer Çağlayan’a verdiğini açıkladığı toplam rüşvetin beşte biri.

Ne kadar da yerli ve milli bir dava bu değil mi?

CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı Man Adası’nda 1 sterline kurulan ve daha sonra Erdoğan’ın bütün iç halkasının milyon dolarlar aktardığı naylon şirketin kâğıt üstündeki sahibi de o Sıtkı Ayan işte.

Selam-Tevhid dosyasında Sıtkı Ayan ile Mirvekili’nin çok sayıda konuşmaları var. Ayan’ın İran’daki enerji işlerini Mirvekili takip ediyor, ona yol gösteriyordu. Ayan, Hakkı Selçuk Şanlı ve Faruk Koca ile de sık sık temas kuran bir işadamı. Man Adası’nda kurulan şirketi daha sonra devrettiği Kasım Öztaş da aynı şekilde Selam-Tevhid fezlekesine girmiş bir işadamı.

MİRVEKİLİ VE REZA ZARRAB

İşte bu Mirvekili, bir yandan da İran petrolünün satışı ve paraların Türkiye üzerinden döndürülmesi ile de ilgileniyordu. Bunun için en fazla görüştüğü kişi, ABD’deki Hakan Atilla davasının sanıklarından olan eski Halkbank yöneticisi Levent Balkan’dı. İran’a yakın bir dünya görüşüne sahip olan Balkan, gerek Mirvekili gerekse de Hakkı Selçuk Şanlı’ya sürekli tüyolar veriyordu.

Üzerinde durdukları konulardan biri de Reza Zarrab’dı. Mirvekili, Ebru Gündeş’le evlendiği için Devrim Muhafızları’nın Zarrab’a kızgın olduğunu anlatıyordu. Kendileri de Reza’dan ayrı olarak Halkbank, Ziraat Bankası ve Vakıfbank üzerinden aynı sistemi kurmaya çalışıyorlardı.

ABD’nin baskısı nedeniyle artık Halkbank’ta bu işi yapmanın imkânı kalmadığından bahisle Vakıfbank ve Ziraat Bankası için görüşmeler yapıyorlardı. Bunun için Levent Balkan’dan yardım istiyorlardı.

O dönem, Reza ile eski ortağı Ahmet Taha Alacacı’nın da rekabet içine girdiği bir dönemdi. Alacacı ile Reza aynı şekilde İran’ın paralarını döndürüyorlardı. Fakat Reza, verdiği rüşvetlerle Zafer Çağlayan ve Süleyman Aslan’ı bağlamıştı. Vardıkları anlaşmaya göre Alacacı’dan, asla getiremeyeceği belgeler istenecekti. Reza ise aynı belgeyi ‘photoshop’la halledecekti. Karşılığında da rüşvet verecekti. Böylece Reza, tekel haline getirilecekti. Bu işin detaylarını, 12 Eylül 2017 tarihli, “Kıçı kırık Ahmet ne iş yapar” başlıklı yazımda anlatmıştım. Oradan daha detaylı bakılabilir.

ZARRAB’I TEKEL HALİNE GETİRDİLER

Bu arada Zarrab, geçen hafta New York’taki duruşmada, İran’ın bir ara kendisini devreden çıkarmak istediğinden bahsetmişti. İran tarafı Halkbank yöneticilerine başka bir formül önermiş ama Süleyman Aslan, “Gerek yok, zaten mevcut bir sistem var. Reza Bey’in sistemi üzerinden devam edelim” cevabını vermişti.

İşte bu dönemde Ahmet Taha Alacacı da Hakkı Selçuk Şanlı kanadı ile görüşerek işlerini halletmeye çalışıyordu. Ve bu görüşmeler sırasında Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın rüşvet karşılığı her işi yapabildiği, İran Devrim Muhafızları komutanlarından Mirvekili’nin dilindeydi. Hakkı Selçuk Şanlı ile beraber, “Süleyman’a rüşvet bulmak kolay. Ben Süleyman’a rüşvet verecek adam bulabilirim” diye konuşuyorlardı.

“Bu dava, milli bir dava. Hedef Türkiye” diyenlerin kulağına küpe olsun.

Aynı periyotta, 24 Nisan-27 Nisan 2013 tarihleri arasında Hakkı Selçuk Şanlı ile Mirvekili’nin mesajlaşmaları, Reza’nın rüşvet karşılığı nasıl kollandığını gösteriyordu. Şanlı, Reza’nın eski adamlarından olup sonra Alacacı ile birlikte hareket etmeye başlayan Türker Sargın’dan söz ederken şunları aktarıyordu Mirvekili’ye:

“Türker diyor ki, Halk Bankası Genel Müdürü diyor, rüşvet… Türker bir sene öncesine kadar Rıza’nın yanında çalışıyordu. Yıllardan beri Rıza’nın yanında çalışmış, Türker’i sen bi dinle. Türker diyor ki ‘Bizzat rüşveti ben götürdüm.’ Telefon işini, telefonlarını diyor ben götürdüm. On tane telefon, yirmi tane, o diyor, her onbeş güne bir atıyordu telefonu, şeyle beraber çalışmış bunlar, Süleyman’la ve Süleyman da şeyle beraber, ııı Zafer Çağlayan. Ona götürdüğü paraları, ben ben paraları ben götürdüm rüşvetleri, ne kadar kime kaç kuruş, kaç kuruştu ben biliyorum diyor, ben götürdüm diyor.”

18 Haziran 2013 tarihinde de Levent Balkan, Mirvekili’ye, “Bakan bir taraftan şey bir taraftan, Rıza’yı yapacaklar multimilyoner…” diye hayıflanıyordu. ‘Bakan’dan kastı Zafer Çağlayan, ‘şey’den kastı da Süleyman Aslan’dı.

15 TEMMUZ DA BİR GÜN AYDINLANIR

Burada birileri karşılıklı multimilyoner olurken Türkiye de adım adım İran ve Rusya’nın eksenine oturtuluyordu. Bir yandan İran lehine kara para düzeni kuruluyor, bir yandan İran ajanı olduğu iddia edilen toy bir adamdan milyonlarca dolar rüşvet alınıyor, diğer taraftan da Devrim Muhafızları Türk devletinin koridorlarında cirit atıyordu.

Perinçek ve ekibi Tahran ile Moskova arasında mekik dokurken Dugin’in ‘müjdelediği’ 15 Temmuz’da da bu süreç tamamlanacaktı.

O da bir gün aydınlanır elbet.

Bugün 17 Aralık, Amerika’daki bir davada bizzat 1 numaralı aktörünün ağzından doğrulanıyorsa 15 Temmuz gerçekleri de gün gelir bizzat tepesindeki aktörlerce itiraf edilir.

Neyin ne kadar ‘milli’ olduğunu o zaman çok daha iyi anlarız.

1 YORUM