Türkiye’nin restorasyonunda KHK’lıların önemi

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Kanun Hükmünde Kararname’lerle (KHK) kamu hizmetinden atılan yüz binlerce insan var. Gerçek rakam – her konuda olduğu gibi bu konuda da – bilinmiyor. Bununla birlikte sayının 160,000’den (yüz altmış bin!) fazla olduğu söyleniyor. İçlerinde sadece askerler ve polisler yok. Öğretmenler, akademisyenler, envai çeşit memur, doktorlar, hemşireler, savcılar ve hâkimler, küçük-orta bürokratlar – ne arasanız mevcut! Bu insanlar ana çerçeve olarak 657’ye tabiydiler. Nedir 657? Bu, yasa numarası. Esas adı 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu. Bu yasaya göre devlet memuru olmanın belli koşul ve esasları var. 

Önünüze geleni memur yapamazsınız. Dünyanın her yerinde devlet denilen organizasyon yapısı insanlardan oluşur ve devlet kendisi için çalışacak insan seçerken titiz davranır. İdealde, atama öncesi herkes bir güvenlik soruşturmasından geçer. En ufak hatanızı bulsalar atamazlar sizi devlet memurluğuna. Anayasa ve yasalara saygılı, atanacağı pozisyonun şartlarını taşıyan, adil bir atama sürecinden geçmiş her Türkiye vatandaşı devlet memurluğuna atanabilir. Atanmama kriterleri yoktur. Atanma kriterleri vardır! Kriterleri taşıyanlar bir pozisyona başvurur ve uygun bulunurlarsa atanırlar.

Kamu pozisyonları ilan süreciyle halka duyurulur. Türkiye vatandaşı olmak başvurmak için ön koşuldur. Şartları da yerine getiriyorsa, aday başvurusunu yapar. Başvurular her türlü kesimden gelir. Yine, idealde, kimse dinine, ideolojisine, ırkına, etnik kökenine, doğduğu bölgeye, cinsiyetine falan bakmadan tüm adayları aynı havuza koyar. Genelde atama koşulları arasında mesela Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS), dil sınavları (ÜDS vs.), diploma şartı (pozisyona göre bir eğitim veya uzmanlık belgesi) vs. olabilir. 

Kamu alanındaki pozisyonlara (devlet memurluklarına), yine idealde, tüm Türkiye profili yansıtılmalıdır. Personel alımlarında öncelikle bir otomatik eleme süreci olur. Bu süreçte, gereken atama koşullarını taşımayan adaylar elenir. Mesela başvurulan pozisyon en az lisans mezuniyeti gerektiriyorsa, örneğin ön lisans veya lise mezunu olan adaylar elenir. Eğer pozisyon belli bir dil seviyesi gerektiriyorsa, bir dil puanı barajı olabilir. Bu durumda o barajın altında dil seviyesine sahip adaylar (dil sınavı puanlarına göre) elenir. Eğer pozisyon belli akademik alanların uzmanlığını gerektiriyorsa, mesela kamu yönetimi veya eşdeğer eğitim tamamlamış olmak vs. gibi, diğer uzmanlık alanlarından olanlar elenebilir. Görüldüğü üzere, burada eleme prosedürü oldukça nesneldir. 

Bu süreç tamamlandıktan sonra mülakat aşamasına geçilir. Çoğunlukla mülakat veya sözlü aşamasında saha sübjektif koşullar vardır. Bu aşamada alımdan sorumlu komite veya yönetici, kendi öznel tercih hakkını kullanır. Bu aşamada tam bir nesnellik sağlayamazsınız. Bu genelde tüm dünyada böyledir. Mesela diyelim ki adaylar arasında daha iyi iletişim kurabilen biri ön plana çıkabilir. Bu tür özellikler daha nesnel olanlarıdır. Tabi esas sorun da bunlar değildir. Sorunlu olan, mesela adayın Alevi olması yüzünden elenmesi, Kürt olduğu için tercih edilmemesi gibi objektiflikten uzak, partizan tutumlardır. Ve bu Türkiye’de maalesef hep vardı. Çünkü devlet Türkiye’de hep fethedilmesi gereken bir yerdi. Devlet çünkü size ve sizin grubunuza (klanınıza, etnik grubunuza, sınıfınıza, dünya görüşünüze, mezhebinize, ideolojinize vs.) düşman olabilir. Veya sizden veya sizin grubunuzdan birilerince yönetiliyor olabilir. Bu durumda sizin ait olduğunuz veya geldiğiniz grup, devlete alınmanızda veya alınmamanızda belirleyici olur. Bu tür devletler meritokrasi haline gelemez. Bu son derece dezavantajlı bir şeydir.

Meritokrasi nedir? En basit haliyle, kamu alanında çalıştırılacak insanlarda yetenek prensibine göre alım yapmaktır. Çünkü devletin en “ehil” kişilerce yönetilmesi akla yakındır. Microsoft veya Google gibi küresel dev şirketlere alım yapılırken kimse “aman Bill’in yeğenini alalım” demez. İdealinde şirketler kar elde etmek rasyonel düşüncesi üzerine inşa edilmişlerdir. Buna göre hiçbir şirket yeteneksiz birini işe almak ve kar marjını olumsuz etkilemek riskini göze almaz. Bu adam kayırma yok mudur anlamına gelir? Elbette ki hayır! İnsanın olduğu yerde mutlaka subjektif faktörler rol oynar ve çürüme olur. Ama özel sektörde bu durum yaygın değildir. Oysa kamuda durum farklıdır. 

Kamuda gelişmiş ülkelerin ortak özelliği personel alımlarında özel şirket gibi hareket etmeleridir. Bunun nedeni, devletin daha “partiler-üstü” olmasıdır. Devletin hakem rolü önemli olduğundan, gelişmiş ülkeler halkın profilini devlete yansıtmak ister. Mesela her seçimden sonra sil baştan milli eğitim veya güvenlik teşkilatlarını yeniden yapılandırmaz. Devlet memurluğunun yaşam boyu iş güvencesi sunmasının nedeni, partizanlığı engellemektir zaten. Devlet memurları, işten çıkarılması en zor olan kesimdir.

Sanırım konuya yeterince açıklayıcı bir giriş yapılmış oldu. Şimdi sonuca bağlayalım: 

Türkiye’de devlet hiçbir zaman partiler üstü olmadı. Partizanlık kamuya personel alımlarında daima ön planda oldu. Seçim kazanan partiler (koalisyon ortakları da) hep devleti fethe kalkıştı. Böylece her iktidar kendi memurunu göreve aldı. Bu arada siyasi partilerde etkin cemaatler ve örgütlenmeler hep oldu. Bunlar da o partilerdeki ağılıklarına göre devlete hep adam sokmaya çalıştı. Bunun nedeni dediğim gibi devletin partiler üstü olmamasıydı. Kimse devlete bu nedenle güvenmiyordu. Herkes onu kontrol etmek istiyordu. Devletten korunmamın tek yolu devlet olmaktan geçiyordu. Bu lanet olası bir Ortadoğu kültürüydü. Osmanlı’da da Türkiye’de de tüm modernleşme çabalarına rağmen devlet bir türlü meritokrasi haline gelemedi.

İşte KHK’lar, bu durumun en abartılı durumudur. KHK’larla bugünkü rejim kendilerinden olmayan geniş bir kamu personeli kitleyi saf dışı etti.  Bu kanımca 15 Temmuz 2016 tarihli kontrollü darbe girişiminin de en önemli nedenleri arasındadır. AKP ve koalisyonu (MHP ve derin yapı) böylece tıpkı bir normal koalisyonda olduğu gibi, devleti kendi aralarında paylaştılar. Bu aslında bir üleştirilmiş devlettir. Bu Türkiye’dir. Türkiye hep buydu. Bu sadece daha az veya çok oldu dönemine göre. Hepsi bu! Bugün bu üleştirilmiş devletin en abartılmış durumunu yaşıyoruz. 28 Şubat döneminden bu yana hep kara listede olan gruplar devletten atıldı. Bunların başında Gülen Cemaati var. Onlarla beraber siyasi Kürt hareketi başı çekiyor. Kürtleri söylemeye gerek bile yok zaten. Onlara karşı herkesin alerjisi oldu. Devletin bünyesi asimile olmamış Kürtleri hep reddetmeye meyilliydi. Gülen Cemaati ise özellikle vesayetçi devlet derinlerince, “dincilerin en tehlikelisi” addediliyordu. Çünkü eğitime yatırım yapmaktaydılar. İyi eğitimli olan Gülen Cemaati profilini Kemalist entelijensiya daima büyük tehlike olarak gördü. Kürtler gibi en fazla tepki alan bir diğer grup da liberallerdi. Liberallerden kasıt, serbest piyasacılar değil. Siyasal liberalizmden bahsediyorum. Nedir değerleri: ademi merkeziyetçilik, insan ve azınlık hakları, sınırlı iktidar, sekülerizm, bireyin merkezde olması vs. “Devletin sahipleri” liberallerden de bu nedenle nefret etti. Bunlara bir de azınlıkları ekleyelim. Türkiye’de onca Ermeni, Rum, Yahudi ve Süryani var – aralarında nadiren göstermelik bir milletvekili çıkar, vitrin için. Ama bakan veya müsteşar olanını ben görmedim daha! İşte bu tür kesimler bugün “ötekileştirilmiş olanları” oluşturuyor.

KHK’ların olmasının koşulları budur. Devlet hep buydu! Devlet el değiştirse de bu “işleme mekanizmasında” değişme olmadı. Bir bilgisayar olsaydı devlet, sahibi el değiştirdiğinde de aynı programı kullanmaya devam ederdi. Mesela her muhalefet YÖK’ü eleştirdi, çünkü kendi adamlarını üniversiteye sokmayı zorlaştırıyordu. Oysa iktidar olduklarında aynı YÖK bu kez onların muhaliflerini engelliyor, onların adamlarını ise daha kolay üniversiteye sokuyordu. Tüm devlet kurumları aslında bu örüntü ve sisteme göre hareket ediyordu. 

Bugün sorunu toptan çözen bir rejim var. 

Artık onunla bununla ayrıntıyla uğraşmıyorlar. KHK ile kitlesel olarak “devleti arındırdılar”. Hukuku bitirdikleri ve anayasayı rafa kaldırdıkları için de artık mahkeme yolu 657 sayılı kanunun net çerçevesine karşın işlememekte. Güçler birliği ve anayasasız devlet, artık kamuya personel alımlarında devleti AKP ve derinlerin çiftliğine dönüştürdü. Türkiye’nin her alanda düşen uluslararası rekabetinin bir nedeni de, zaten uzak olunan meritokrasiden artık iyiden iyiye uzaklaşılmış olması! 

Bakın bir sır vereyim mi? Devlet ne kadar geniş bir kitleyi kapsarsa o kadar uzun yaşar! Ve o kadar başarılı olur. Devletin adil olanı, güçlü olanından iyidir. Güçlü olan ama adil olmayan (mesela Çin) ülkeler, vatandaşlarını mutlu etmiyor. Bu güçlü devlet sevdasını biraz ertelemek ve önceliği adil devlete vermek lazım! Bunun için ilk adım, meritokrasi kurmaktır. Evet, bu iş öyle ertesi gün haydi cumhuriyet ilan ediyoruz gibi basit bir iş değil! Uzun yıllar bir yatırım yapmayı, konsensüsü, yani uzlaşıyı gerektiriyor. Klan ve mahalle kimliklerini törpüleyip, vatandaşlık kimliğini güçlendirmeyi de! Bunlar zor değil mi? Türkiye’yi biraz tanıyanlar ne demek istediğimi anlıyordur. Fakat bu işin başka yolu yok. KHK’lılar göreve iade edilmeden Türkiye’nin restorasyon süreci başlamayacak!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin