PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Elitler devleti restore etmek amacıyla reformlar yaparken Avrupa’yı referans aldılar, çünkü Osmanlı teknolojik, bilimsel ve ekonomik olarak Avrupa’dan geri kalmıştı; Avrupa modernleşmesi önlerindeki yegâne örnekti ve bu örneği takip etmekten başka bir seçenekleri yoktu. Oysa Osmanlı, yükselme ve duraklama döneminde kendi uygarlığını Avrupa’nınkinden üstün görmekteydi.
17. yüzyıldan itibaren kademeli olarak Osmanlı askeri üstünlüğü azaldı. Elbette Osmanlı bildiği teknolojileri unutmuş falan değil; olan Avrupa’nın gelişimi ve bu gelişime Osmanlı’nın ayak uyduramamasıdır. Teknolojik ve bilimsel geri kalışın en somut ortaya çıktığı alan askeri rekabetti. Osmanlı orduları Batılı ülkelerle girdikleri muharebeleri kaybediyordu ve bundan daha ciddi bir kanıt olamazdı. Rusya karşısında tutunamayan ve 1768 Küçük Kaynarca Antlaşması’nı imzalayan Osmanlı, bu tarihten itibaren büyük güç statüsünü tümüyle yitirmiştir ve erime sürecine girmiştir. Bu sürecin de göstergesi toprak kayıplarıdır. Askeri rekabet gücünün gözle görülür biçimde azalması, reform ihtiyacını ortaya çıkardı. Avrupa modeli bu modernizasyonda referans alındı.
Diğer bir belirleyici, Batı modernleşmesinin devletler sistemini etkilemesidir. Daha önceki yazıda belirttiğim gibi, bu noktada iki önemli sembolik tarih var. Bunlardan biri 1555 Augsburg Barışı’nın Avrupa devletler sistemine yansıması olan 1648 Westfalya Barışı, yani merkezi teritoryal devletlerin doğuşudur. İkinci önemli tarihse, yine sembolik olarak, Fransız Devrimi ve onun teritoryal devletleri teritoryal ulus devletlere dönüştürmesidir.
Bu olaylardan bağımsız bir şekilde olağan varlığını devam ettirmek Osmanlı İmparatorluğu için mümkün değildi. Çevresel değişiklikler devletleri etkiler. Hiçbir devlet dış etkilerden etkilenmeksizin hayatına devam edemez. Devletler sürekli bir değişim ve dönüşüm içindedir. Osmanlı İmparatorluğu da Batı’daki politik değişimlerden derin biçimde etkilenecekti. Öyle de oldu. Çarlık Rusya’sı, Avusturya Macaristan, Britanya, Hollanda, İspanya gibi devletler de aynı şekilde bu değişimlerin etkisini hissettiler ve dönüştüler. Osmanlı için bu dönüşümün bedeli toprak kayıplarıydı. Başka toplumların nüfus içerisindeki yoğunluklarının yüksek olduğu yerlerden (periferiden) merkeze doğru santrifüj ve kopuş süreci, bizi Yunan isyanına, Sırp isyanına, Balkan Savaşlarına ve nihayetinde de Cihan Harbi’ne (Birinci Dünya Savaşına) getirir.
Tüm bu savaşların ortak noktası Osmanlı’nın kaybetmesi, küçülme ve yok oluşa doğru hızla kayıştır. Bu bir süreçti. Osmanlı bu süreçte devletin toprak kaybını sabite olarak aldı ve bunu engellemeye çabaladı. Yani diğer bir ifadeyle toprakları elde tutmak başarı ölçütüydü. Bu da askeriyeye odaklanan modernleşme anlayışını başat modernleşme kıldı. Yani askeri rekabeti arttırmak öncelikti. Ticaret, üretim, eğitim, bilim, sanat, mimari, felsefe, vs. her şey ikinci planda kalmıştır. Modernleşme böylece tabana yayılmadı ve kalıcı olmadı. Yine de yönelim olarak bu, Osmanlı elitlerinin tercihiydi, yani iç dinamiklerce belirlenmişti.
Bu tercih – Batı yönelimi – özgündür, otantiktir ve yerlidir. İmparatorluk elitleri Batılılaşmayı ve Avrupalılaşmayı tek seçenek olarak tespit ettiler ve bu istikamet Kurtuluş Savaşı gibi resmi tarihte Batılılara karşı verilen bir mücadele olarak ele alınan savaşta bile değişmedi. Milli Mücadele de amaçları ve idealleri bakımından Türkiye modernleşmesinin bir parçasıdır. Ulus devlet kuruluşuna giden süreç, tümüyle Batı düz çizgisel tarihinin Osmanlı-Türkiye elitlerince benimsendiğini gösteriyor. Tüm Osmanlı modernleşmesi ve akabinde bunun devamı olarak tezahür eden Türkiye modernleşmesi, Batılılaşmadır. Bu Batılılaşma hareketi kültürel ve politik coğrafyayı tümüyle değiştirmiş ve dönüştürmüştür.
Bu saydığım koşullardan dolayı Osmanlı ve Türkiye elitleri ülkelerini daima Avrupa (Batı) devletler sisteminin bir parçası olarak algıladılar. Alman Ortadoğu uzmanı Udo Steinbach, bu bağlamda Osmanlı ve Türkiye elitlerinin ülkelerini daima Batı’nın bir parçası olarak algıladığını vurgular, Osmanlı döneminde Selanik’in, Üsküp’ün, Bosna’nın, Sofya’nın, Belgrat’ın ve birçok imparatorluk kentinin Bağdat’a, Şam’a, Kahire’ye göre daha önemli olduğunu ifade eder.
Osmanlı kendisini bir Güneydoğu Avrupa ve Akdeniz gücü olarak algılıyordu. Ticaret rotası ve diplomatik ilişkiler ağırlıklı olarak Avrupalı aktörlerleydi. Siyasi tarihçi Oral Sander, Anadolu yarımadasının doğudan batıya doğru alçalan bir plato olmasının bu seçimde önemli bir fiziksel gerekçe olduğunu işaret eder. Gerçekten de Anadolu üzerinde tarihte kurulan ne kadar devlet varsa hepsi doğu yönelimi değil, batıya doğru açılan ticari ve diplomatik ilişkiler içinde oldu. Anadolu daima devletler sistemi olarak Avrupa siyasetinin parçasıydı.
Osmanlı’nın son dönemlerinde, Avrupa siyasetindeki sekülerleşmeye paralel olarak Osmanlı Avrupa siyasi sisteminin bir parçası olarak kabul gördü. Modern uluslararası hukukun doğuşu esnasında Osmanlı bu hukukun ortaya çıktığı coğrafyanın önemli bir aktörüydü. On dokuzuncu yüzyıldan bugüne, Osmanlı-Türkiye devletleri Avrupa sisteminin birer aktörü olmuştur. Osmanlı çökerken bile Avrupa’nın hasta adamıydı; Asya’nın veya Ortadoğu’nun değil. Bu coğrafi gerçeklik, kültürel olarak da Osmanlı toplumunu daha fazla etkisi altına aldı.
Mesela Osmanlı elitleri arasında Fransızca tıpkı Avrupa’daki diğer hanedanlarda olduğu gibi diplomasi dili oldu. Benzer biçimde Osmanlı öğrencileri Fransa veya Almanya’ya eğitim almaya gönderildi. Aynı şekilde Fransa’dan ve Almanya’da askeri uzmanlar ve eğitmenler Osmanlı kurumlarına davet edildi, birçoğuna general (paşa) rütbesi verildi. Benzer bir bağlamda, Batılı devletler Konstantiniye’de sefirlikler (büyükelçilikler) açtı. Osmanlı sefirleri de Batılı başkentlere gönderildi. Bu, Osmanlı’nın Batı’yla ilişkileri “eşitler arası” düzleme taşıdığını kanıtlar. Yani dar-ül harp algısı reel politikte bitmişti. İlişkiler sekülerleşmişti. Osmanlı kültürel olarak Avrupa siyasi sisteminin ilkelerine göre davranan bir aktöre dönüşmüştü.
Yine Sander’in yorumuyla, Osmanlı-Türkiye devlet geleneğinde bir Batı karşıtlığı olmamıştır. Sander bunda Osmanlı’nın ve Türkiye’nin sömürgeleştirilmemiş olmasını bu durumun açıklaması olarak kabul eder. Arap toplumlarında olan Batı düşmanlığı Türkiye’de bilinen bir şey değildir. Elbette bu, Batılı aktörlerin bazen müttefik, bazense düşman ya da rakip olmadıkları anlamına gelmiyor. Osmanlı için politik düşünce, politik algı, politik planlama gibi rasyonel alanlarda Batı kategorik olarak kötü bir grup değildi; bunu demek istiyorum. Mesela Cihan Harbi’nde Batılı güçler olan Almanya ve Avusturya-Macaristan müttefikti. Osmanlı tümüyle bir Avrupalı aktör olarak hareket etmekteydi.
Aynı şekilde mesela Çanakkale Savaşı’nda İngiliz devletler topluluğunun askerleri karşılarındaki Osmanlı ordusunu eşitleri olarak görmüştü. Onları Afrika’daki veya Asya’daki savaşlarda karşılarına çıkan ordulardan veya gruplardan farklı bir kategoriye koymuşlardı. Bir İngiliz subay günlüğünün aktarımı aklımda kalmış. Subay Türklerin “beyaz” olduklarını vurguluyor ve bunun subaylar arasında “düşmanı algılayışı” etkilediğinden bahsediyordu. Osmanlı subaylarının öz algısı da bu yöndeydi.
Tüm bu anlattıklarım Osmanlı ve Türkiye sosyal yapısında İslam ve Müslümanlı aidiyetinin az rol oynadığını kanıtlamaya yönelik değildir. Din sosyal ilişkilerde elbette önemliydi. Bahsettiğim devletler arası ilişkilerde önemini kaybettiğidir ve bunun Avrupa siyasetinde 1648 miladı sonrası gelişen süreçte meydana gelen bir doğal gelişim veya dönüşüm olduğudur.
Diğer bir kırılma noktasıysa Birinci Savaş esnasında yaşanan Arnavut ve Arap isyanlarıdır. Yusuf Akçura’nın üç tarzından biri olan ümmet kimliği veya İslam temelli aidiyet fiiliyatta işlememişti. Diğer bir ifadeyle Osmanlı coğrafyasını ne Osmanlı üst kimliğiyle bir arada tutmak mümkün olmuştu, ne de İslam aidiyeti üzerinden bir İslami imparatorluğa dönüştürmek. Osmanlı civic üst kimliği için çok geç kalınmıştı. Müslüman-gayrimüslim ayrımının iç siyasette çok oturmuş olmasının yanında, Fransız Devrimi sonrası ortaya çıkan ulusların kendi kaderini belirleme ilkesi, gayrimüslim Osmanlı tebaası bakımından cazibesi çok yüksek bir çekim alanıydı. Aynı biçimde şu da bir gerçektir ki Milliyetçilik (nasyonalizm) dini aidiyete göre çok daha güçlü bir bağdı ve bu nedenle de dini kullanarak milliyetçi akımları engellemek imkânsızdı. Geriye kalan tek alternatif, bir ulus ve ulus devlet inşasıydı.
Tüm bunlar dikkat ederseniz yine Batılı kategorilerdir. Bu tartışmalar diğer Avrupalı toplumların iç tartışmalarıyla benzerlikler göstermekte. Mesela Hristiyanlık aidiyeti Avusturya Macaristan devletinin vatandaşları bakımından yeterli bir tutkal değildi. Dinler devlet kurgusunda milli aidiyetlerle rekabet edemiyordu.
(Devamı var)