Türkiye’nin kültürel ve politik coğrafyası (1)

M. EFE ÇAMAN | YORUM

Türkiye çok farklı kültürel ve politik coğrafyaların ortasında yer alıyor. Fiziki coğrafya olarak Anadolu ve doğu Trakya Balkanlar’la, Ortadoğu’yla ve Kafkaslarla bağlantılı; yani Türkiye kısmen Batı Asyalı ve Avrupalıdır. Ancak ülkelerin siyasi sistemleri, kültürlerini, yaşam biçimlerini ve değerlerini ağırlıklı olarak fiziki coğrafyadan çok kültürel ve siyasal coğrafya belirler. Bu coğrafyaların her biri kendi çekim alanına sahiptir.

Kültürel ve politik coğrafyalar ülke kümelerini oluşturur ve bir kümede yer alan ülkeler o kümenin politik, kültürel, yaşam biçimsel ve değersel etki alanında bulunur. Kültür coğrafyası ve siyasal coğrafya, bu bakımdan kendisiyle bağlantılı ülkeleri etkiler, değiştirir, dönüştürür, onlara biçim verir, onlara aidiyet ve gelecek perspektifi sunar.

Siyasal ve kültürel bakımdan coğrafyalara bu etki alanını daha çok dinler verdi. Bugünkü güney ve güneydoğu Avrupa, kuzey Afrika, Anadolu ve ön Asya, Ortadoğu ve Levant, İran’ın doğusu ve Orta Asya, birbirlerinden farklı oranlarda evrenselci Hristiyanlık etkisinde kaldı. Hristiyanlık bir devlet dini olarak doğmadı, bilakis Roma İmparatorluğu tarafından acımasızca takibat altında tutuldu, yeraltına indi ve halk nezdinde taban buldu ve yayıldı. Levant ve Ortadoğu, Anadolu, Kafkasya ve güneydoğu Avrupa’da bu yolla yayılım gösterdi.

Sonrasında Roma tarafından resmi din statüsü kazandı ve siyasal otoriteden bağımsız bir kilise yapılanması olarak, yani siyasete paralel diğer bir otorite olarak kendine yer edindi. Roma İmparatorluğu’nun doğu ve batı olarak ikiye bölünmesiyle Katolik Kilisesi ve Ortodoks kilisesi birbirlerinden ayrıldı, genel hatlarıyla aynı din de olsa, bazı farklı yorumlar temelinde Barı Hristiyanlığı ve Doğu Hristiyanlığı oluştu.

İslam dininin ortaya çıkması farklı koşullarda oldu. İslam, daha en başından itibaren siyasi ve askeri bir din oldu, devlet ve hukuk üzerinde tekel kurdu, askeri bir yayılma stratejisi izledi. İslam’ın evrensellik mesajına karşın, ilk amacı Arap birliğini sağlamaktı. Böylece kabilelerle ve farklı etki alanlarıyla bölünmüş Arap Yarımadası İslam sayesinde siyasal birliğe kavuştu. İslam, böylece ilk on yıllarında ciddi bir askeri güce erişti. Akabinde de daha farklı bölgelere ve bu bölgelerde yaşayan halklara yöneldi. Çoğunlukla askeri genişlemesine paralel olarak dini manada yayıldı.

Türkiye’nin bulunduğu coğrafya, son 1000 yıldır bu iyi uygarlık arasında bulunuyor. Doğu Roma’nın gücünün azalması ve İslam’ın giderek Bizans’ın sınırlarına dayanması, aynı coğrafyanın kültürel ve siyasal olarak bölünmesine neden oldu. Bizans ve Ortodoks dünyası, Batı Hristiyanlığı’yla beraber bir kültürel ve siyasal coğrafya oluştururken, İslam Devleti (veya devletleri) kendi aralarında bir diğer kültürel ve siyasal coğrafya meydana getirdiler. Bu iki coğrafya arasında başka bir otonom, tamamen özgün siyaset ve kültür coğrafyası kurmak mümkün değildi.

İşte Orta Asya’dan Anadolu’ya Türkî akınlar başladığında, bu siyasi atmosfer egemendi. Bahsettiğim dönem 1000-1100 yılları arasına denk geliyor. Bu dönemde İran güzergâhı üzerinden Kafkasya ve Anadolu’da yaşayan Hristiyan topluluklara İslami gaza akınları günlük bir hadisedir. Özellikle yerleşik hayata tam olarak geçmemiş yarı göçebe, atlı, savaşkan ve organize gruplar, yeni dinleri İslam tarafından teşvik edilen cihat ve bununla bağlantılı ganimet meşruiyet zemininden faydalanarak, kendilerine yeni bir yaşam alanı ve ekonomik varoluş imkânı arıyorlardı. İran, Ortadoğu ve Levant Müslüman toprakları olduğu için, tek şansları Hristiyan olan topraklara girip yerleşmekti. Anadolu böylece doğusundan başlayarak önce iç bölgelerde, sonrasında ise giderek kıyı bölgelere doğru bir İslamlaşma süreci yaşadı. Yerli halklar kırsal bölgelerde cizyeden kurtulmak için çoğunlukla Müslüman oldular.

Bu süreç Anadolu Selçukluları döneminde kurumsallaştı. Beylikler döneminde ise mikro dokuya sirayet etti ve İslamlaşmanın yanı sıra linguistik olarak Türk dili Beyliklere ait topraklarda giderek günlük hayatta kullanılır oldu. Bölgedeki yerli halklar ve yeni gelen, daha çok yönetici elit ve onların askeri güçlerinden oluşan Türkmenlerle karıştılar. Anadolu böylelikle kültürel ve siyasal coğrafya bağlamında İslam oldu. Bu coğrafyanın sınırları fetihlere paralel biçimde batıya doğru genişledi. Osmanlı Beyliği’nin askeri ve siyasi üstünlüğünü diğer beyliklere kademeli olarak kabul ettirmesine paralel olarak da kendisine Doğu Roma’nın son kalıntısı olan Bizans’ı, yani Konstantiniye’yi (İstanbul’u) seçti.

Osmanlıların Balkanlara yayılması, kültürel ve siyasal coğrafyanın sınırlarını genişletti. Bu sınırlar yirminci yüzyıl başlarına kadar hareketli oldu. Hristiyan toplulukların isyanları be bağımsızlık mücadeleleri, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sürecinde son şeklini aldı, bugünkü sınırlar meydana geldi.

İşin enteresan tarafı şudur.

Batı, 1648 Westfalya Barışı sonrasında giderek sekülerleşmeye başladı, teritoryal devletlerin oluşmasıyla beraber Hristiyanlık siyaset üzerindeki etkisini neredeyse tümüyle kaybetti. Merkezi devletler Fransız Devrimi sonrasında teritoryal devletleri teritoryal ulus devletlere dönüştürdü. Kültürel ve siyasi coğrafya böylece dönüşürken, Müslüman Osmanlı toplumu bu dönüşümün kısmen de olsa etkisine girdi. Çünkü askeri manada Batı karşısında zayıf düşülmüştü ve değişimin kaçınılmaz olduğuna karar verilmişti. Böylece Batılılaşma başladı.

Daha önceki yazılarımda bu süreci uzun uzadıya anlattım. Batı’nın kurumlarını, askeriyesini, eğitimini, bürokrasisini, kılık kıyafetini, felsefesini, mimarisini, organizasyon yapısını ve sair taklit eden Osmanlı, giderek Batı ve doğu arasında bir yerlerde konumlanmaya başladı. Kültürel ve siyasal bölünmüşlük görecelileşmişti.

Cumhuriyetin ilanından itibaren bu süreç daha da ivme kazandı. Türkiye bu yeni siyasi coğrafyanın dâhilinde Avrupa devleti olarak kabul gördü.

Ancak elbette ne Osmanlı toplumu, ne de Türkiye toplumu yeknesaktı. İktidar elitleri ve aydınlar büyük çoğunlukla Avrupalılaşmak fikrini destekleseler de, geniş toplumsal kesimler buna tepki gösterdi. Bu sürecin kültürü erozyona uğrattığı, dinden ve dini değerlerden kopuş yaşandığı eleştirilerin odak noktası oldu. Bu tepkiler İslamcılık akımını oluşturdu. İslamcılık da modern muhafazakârlığın merkezini meydana getirdi. Böylece Türkiye siyasetinin ana ayrışma noktası Batıcılar (modernistler) ve İslamcılar (muhafazakârlar) olmuştu.

(Devamı diğer yazıda)

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin