YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU
Türkiye’de çok partili hayatla birlikte iktidar olan veya koalisyon hükümetlerinde yer alan partilerin “muvazaa partileri” olup olmadığı her zaman tartışıldı.
Arapça bir kelime olan “muvazaa” TDK Sözlük’te “danışık, danışıklık” ve “asıl niyetini gizleyerek iş yapma” şeklinde tanımlanmaktadır. Siyasi literatürde ise “muvazaa partileri” denildiğinde kendisine çizilen sınırlar içinde siyaset yapmayı kabul etmiş, rejimin çizdiği temel ilkelerin dışına çıkmamayı kabullenmiş partiler ifade edilmektedir.
Türk siyasal hayatında “muvazaa partisi” tabiri ilk defa Demokrat Parti’nin kurulması sonrasında ortaya çıktı ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün yayınladığı “12 Temmuz Beyannamesi” sonrasında DP “muvazaa partisi” olmakla suçlandı.
Terakkiperver’den Serbest Fırka’ya
Millî Mücadele yıllarında savaş meclisi olarak görev yapan İlk Meclis (1920-1923) farklı görüşlere sahip milletvekillerinden oluşmasına karşılık M. Kemal Paşa’nın düşündüğü yenilikler için engel teşkil ediyordu. Bu nedenle Meclisin yenilenmesine karar verildi ve İkinci Meclis (1923-1927) Paşa’nın onayını almış milletvekillerinden oluştu.
Buna rağmen devrimlerle beraber ortaya çıkan görüş ayrılıkları TBMM içinden yeni bir parti doğmasıyla sonuçlandı. Kazım Karabekir, Rauf Bey (Orbay), A. Fuat Paşa (Cebesoy), Refet Paşa (Bele) gibi Millî Mücadele liderlerinin bir kısmı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular. TCF, liberal görüşleri savunuyor, din ve fikir özgürlüğünden yana olduğunu ifade ediyordu.
TCF, uzun ömürlü olmadı ve Şeyh Sait İsyanı sonrasında kapatıldı. Kurucuları da bir yıl sonra ortaya çıkan İzmir Suikastında rolleri oldukları gerekçesiyle yargılanarak siyasi hayattan tasfiye edildi.
1929 Dünya Ekonomik Bunalımı Türkiye’yi de çok ciddi bir şekilde etkileyip halkın tepkisi CHP’ye yönelince M. Kemal’in bulduğu çözüm yollarından birisi, yakın arkadaşlarından Fethi Bey’e (Okyar) Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurdurmak oldu. SCF de Karabekir’in TCF’si gibi “liberal” politikaları savunuyor, daha fazla özgürlük talep ediyordu. Ancak karşısında sadece CHP değil aynı zamanda CHP’nin de genel başkanı olan Gazi Paşa bulunuyordu.
M. Kemal, kendisinin iki partiye de eşit mesafede olduğunu söyleyerek ve kardeşi Makbule Hanım’ı bile SCF’ye üye yaparak Fethi Bey’in endişelerini gidermeye çalıştı. Ancak icazetle kurulan ve programı bile Gazi Paşa tarafından yazılan “zavallı Serbest Fırka’nın” sınırları baştan çizilmişti.
Fethi Bey’in Ege gezisinde gördüğü ilgiyle beraber halkın ekonomik sıkıntıların da etkisiyle SCF’yi tercih edebileceği düşüncesi, CHP mahfillerini ürküttü. Birkaç ay yaşayabilen SCF birçok hilenin yapıldığı yerel seçimlere iştirak ettiyse de kazandığı belediye başkanlıkları elinden alındığı gibi Fethi Bey de “Gazi Paşa ile karşı karşıya gelmemek için” partisini feshetti.
SCF deneyimi sonrasında CHP, rejimin temel prensipleri olarak Altı İlke’yi parti programına aldı ve parti-devlet bütünleşmesini gerçekleştirdi. “Altı Atatürk İlkesi” 1937’de de Anayasaya konularak Türkiye siyasetinin kırmızı çizgileri oldu.
Demokrat Parti “muvazaa” partisi miydi?
Türkiye II. Dünya Savaşı sonrasında çok partili hayata geçerken ilk siyasi parti olarak Milli Kalkınma Partisi kuruldu. Ancak iş adamı Nuri Demirağ’ın kurduğu bu partinin halk nezdinde bir karşılığı olmadı.
Bu sırada tek parti yönetiminin meclise getirdiği “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu”, CHP içinde tepkilere yol açtı ve ortaya çıkan gerginlik “Atatürk’ün son başbakanı, iktisatçı, İş Bankası’nın kurucusu” Celal Bayar’ın CHP’den ve milletvekilliğinden istifası ve ardından Fuat Köprülü, Adnan Menderes ve Refik Koraltan’la birlikte 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurmasıyla sonuçlandı. Böylece dört yıl sonra hükümet olacak parti, yine CHP içinden doğuyordu.
“Kemalist olsalar da” İnönü’ye güvenemeyen DP’nin lider kadrosu, Terakkiperver Fırka ve “icazetli Serbest Fırka” örneklerinden hareketle partinin ömrünün ne kadar olacağını tahmin edemiyor, önceki örnekler İnönü’nün “kontrollü muhalefet” oluşturma kararından her an vazgeçebileceğini gösteriyordu.
Çok partili hayatın ilk genel seçimleri 1946’da “açık oy, gizli tasnif” esasıyla yapıldı. Seçimlerde hile yapıldığı iddiasıyla başlayan tartışmalar ve karşılıklı suçlamalar günlerce devam etti.
Dönemin Başbakanı CHP’nin şahin kanadını temsil eden “Jakoben” Recep Peker’di. İnönü’nün kendisini partiler üstü tanımlamasına rağmen hükümetin ve emrindeki bürokratların muhalefete tahammül edemeyen tavırları, CHP-DP gerginliğini sürekli artırıyordu. Peker’in daha ileri giderek Menderes’in bir konuşmasını “psikopat bir ruhun ifadesi” olarak nitelendirmesi ve Bayar’ı da halkı isyana teşvik etmekle suçlaması iki parti arasındaki gerilimi iyice tırmandırdı.
12 Temmuz Beyannamesi
Bu gerginlik sırasında DP adına Prof. Fuat Köprülü, CHP adına da Prof. Nihat Erim’in yaptığı görüşmeler iki taraf arasında bir mutabakat sürecini başlattı ve Bayar’la İnönü üst üste görüşmeler yaparak iktidarla muhalefetin sınırlarını belirlediler. İnönü bu görüşmelerde “rejimin sahibi olarak” çok partili hayatı dizayn etti.
Görüşmeler, “12 Temmuz Beyannamesi” adıyla İnönü tarafından kamuoyuna açıklandı. İnönü beyannamede 14 Haziran 1947’de Bayar’la Peker’i buluşturarak ortaya çıkan problemlerin konuşulmasını sağladığını daha sonra da Bayar’la kendisinin bir dizi görüşmeler yaptığını ve iki tarafın siyasi havayı yumuşatacak davranışlarda bulunmayı kabul ettiklerini belirtiyordu.
Bu çerçevede, Hükümet bundan sonra muhalefete baskı yapmamayı kabul ediyor, Bayar partisinin “ihtilalci bir teşekkül değil” kanunlar dahilinde çalışan bir parti olarak faaliyette bulunacağına söz veriyor, Cumhurbaşkanı İnönü de bu şartlarda kendisini “her iki partiye karşı müsavi derecede vazifeli” görüyordu.
Beyannamede “hangi parti iktidara gelirse gelsin” ifadesi ve “vatandaşın iktidarın bu partinin ya da öteki partinin elinde olması ihtimalini vicdan rahatlıkla düşünebilecekleri” sözü, mutabakat çerçevesinde İnönü’nün iktidar değişikliğine hazır olduğunun da ilanıydı. Zaten beyanname Peker ve Bayar’ın onayıyla kamuoyuna açıklanmıştı. Beyannamenin ilanı sonrasında Recep Peker’in başbakanlığı uzun sürmedi ve yerine Hasan Saka başbakan oldu.
DP’lilerin bir kısmı ise 12 Temmuz Beyannamesi’yle Bayar’ın İnönü’ye teslim olarak DP’yi “bir muvazaa partisi” haline getirdiğini ileri sürdüler. Kısa bir süre sonra da Ahmet Tahtakılıç, Kenan Öner, Osman Nuri Köni, Hikmet Bayur gibi kişiler DP’den istifa ederek yine beyannameyi “muvazaa” olarak nitelendiren Mareşal Fevzi Çakmak liderliğinde Millet Partisi’ni kurdular.
DP “Yeter Söz Milletindir” sloganıyla 1950’de büyük bir çoğunlukla iktidara geldi. Türkiye’de birçok siyaset bilimci ve tarihçiye göre “beyaz devrim” gerçekleşmiş, tek parti yönetimi kan dökülmeden sona ermişti. Ancak İsmet Paşa’nın yönetimi devrettiği kişi 1937’de Başbakanlığı bıraktığı, Atatürk devrinin “makbul siyasetçisi” Celal Bayar’dı. Böylece DP “ısmarlama muhalefet aşamasından muvazaa iktidar partisi aşamasına” geçmişti.
Bayar’ın partisi DP, on yıl boyunca Türkiye’yi yönetti. DP, CHP’nin devletçi ekonomik politikaları yerine liberal ekonomiyi benimsemiş, Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapmayı ve “her mahallede bir milyoner yaratmayı” hedef olarak ilan etmişti. Buna karşılık hak ve özgürlükler noktasındaki yaklaşımı kısa sürede otoriterleşme yönüne dönmüş, 1957 sonrasında da tamamen polisiye tedbirlerle tek parti döneminin benzeri uygulamalara girişmiş hatta bazı kesimlerde seçimleri kaybetse de iktidarı devretmeyeceği kanaati oluşmuştu.
DP’nin CHP’den farkı “daha milliyetçi ve dini inançlara daha saygılı” olmasıydı. Ancak DP de CHP gibi “irtica ve komünizmi” en büyük tehlike olarak görüyordu. Nitekim DP iktidarı “dini siyasete alet ettiği gerekçesiyle” önce Cevat Rıfat Atilhan’ın İslam Demokrat Partisi’ni daha sonra da Millet Partisi’ni kapatarak “laiklik” gerekçesiyle parti kapatmanın önünü açtı.
Yine Menderes iktidarının Tevfik İleri, Sait Bilgiç, Tahsin Tola gibi kişilerin yönetimindeki yetmiş beş şubesi olan Türk Milliyetçiler Cemiyeti’ni bir gecede kapattığı ve ömrünün son günlerinde bile Bediüzzaman Said Nursi’yi rahat bırakmadığı düşünüldüğünde görece daha serbest bir ortam sağlasa da icraat yönünden tek parti döneminden bir farkı olmadığı ortadadır.
DP aşırı laik kesimi memnun edemese de iktidarı boyunca rejim felsefesi olarak “Atatürk ilkelerini” devam ettirdi. Hatta CHP’den daha “Atatürkçü” olduğunu ispatlama gayretiyle “Atatürk’ü Koruma Kanunu” olarak bilinen “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun” çıkardı ve bugüne kadar binlerce kişinin bu kanuna muhalefetten yargılanmasının önünü açtı.
27 Mayıs’tan 12 Eylül’e
27 Mayıs darbecileri siyaseti yeniden şekillendirirken DP’yi kapattılar ve DP’nin mirasının YTP ve AP arasında bölüşülmesini sağladılar. DP’nin devamı olarak görülen AP’nin başına ise “27 Mayıs düzenine sadakatle bağlı” emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala getirilmiş, AP ilk “sadakat testini” de İsmet İnönü başbakanlığında kurulan CHP-AP koalisyon hükümetiyle başarıyla yerine getirmişti.
Kısa zamanda iktidar alternatifi haline gelen AP, Gümüşpala’nın ölümüyle genel başkan seçimine gitti. Genel başkanlık yarışını sürpriz bir şekilde “muvazaa” için güven telkin etmeyen Sadettin Bilgiç yerine medyanın da yoğun desteğiyle “genç mühendis, Barajlar Kralı” Süleyman Demirel kazandı. Demirel 1965 ve 1969 seçimlerinde elde ettiği büyük başarılara rağmen “statükocu” kimliğinin bir sonucu olarak 27 Mayıs düzenini devam ettirdi.
Muhafazakâr kesime yakın söylemleriyle bu çevrelerden her zaman oy almayı başaran Demirel’in 28 Şubat sürecinde bu kez de “laik kesimin sözcülüğünü” üstlenmesi, herhalde statükoyla uzlaşmış olmasıyla açıklanabilir.
12 Eylül yönetimi ise 27 Mayısçılardan farklı olarak bütün siyasi partileri kapattı. Darbeciler milletvekili listelerine bile müdahale ettikleri gibi 1983 seçimlerine sadece üç partinin katılmasına izin verdiler.
Seçimlere girme izni verilen ve iktidar partisi olarak görülen MDP’nin başında yine bir emekli orgeneral olan Turgut Sunalp yer almış, “sol” adına seçimlere giren Halkçı Parti’nin liderliğine eski Başbakanlık müsteşarı Necdet Calp getirilmiş ancak seçimleri “üçüncü parti olarak görülen” ANAP kazanmıştı.
ANAP’ın lideri ise 12 Eylül darbe hükümetinin başbakan yardımcısı Turgut Özal’dı. Darbeciler hiçbir şeyi tesadüfe bırakmamışlar, 12 Eylül rejiminin partilerini ve liderlerini bu şekilde dizayn etmişlerdi.
15 Temmuz sonrasında da partilerin, “Yenikapı ruhu” olarak ifade edilen söylemlerine bakıldığında “makbul partilerin” icazet almış “muvazaa partileri” olduğu sorusu her zaman akılların bir köşesinde kalmaya devam edeceğe benziyor.
Elbette böyle bir sorgulamanın sol siyaset, Kürt siyaseti ve Millî Görüş partileri üzerinden de yapılması gerekir ve bunu da bir sonraki yazıda ele almayı planlıyorum.
Seçilmiş Kaynakça: C. Eroğul, Demokrat Parti ve İdeolojisi, İmge, Ankara, 1990; K. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Timaş, İstanbul, 2010; S. Ağaoğlu, Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu, İletişim, İstanbul, 1992; F. Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Sarmal, İstanbul, 1995.