YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye siyaseti Avrupa ve Kuzey Amerika siyasetinden birçok bakımdan farklılık gösteriyor. Özellikle siyasi partilere odaklandığımızda birkaç nokta hemen göze çarpıyor. Bunlardan birincisi, Türkiye’deki siyasi partilerin ve siyasal hareketlerin temel insan hakları konusunda – yani değerler evrenine ilişkin konuda – ciddi sorunlarının bulunması. Diğer bir ifadeyle, siyasal partiler formel olarak temel insan haklarını benimsemiş görünse de, pratikte bu böyle değil. Diğer bir fark da ideolojik yönelimlere dair. Türkiye’deki partiler, açıklanan siyasal yönelimlerine karşın, o yönelimden çok farklı yaklaşımlar içinde olabiliyor. Sol-sağ ya da sosyal demokrat-muhafazakâr ayrımları gibi oldukça temel siyasal değerlendirme kıstaslarına göre bile, Türkiye’deki partiler arasında dünyadaki örneklerinden çok farklı yaklaşımlar söz konusu. Bir üçüncü özellik de devlet kavramının Türkiye siyasetindeki karşılığıyla ilişkili. Devlet, Türkiye siyasetinde kutsallık atfedilen, tanrısal, fetişleştirilmiş bir kavram. Tüm partiler, mevcut “devleti” korumayı ve kollamayı asli görevleri olarak görüyor. Bu devletin dönüştürülmesini güçleştiriyor, var olan yapıyı betonlaştırıyor, demokratikleşmenin ve hukuk devletinin önünü tıkıyor.
Bunlara ek olarak mutlaka altı çizilmesi gereken bir diğer husus da siyasal partilerin ana ideolojik referansları. Tüm siyasi partiler temel olarak iki ana damardan besleniyor: din ve nasyonalizm. Son olarak Türkiye’de siyasal partilerin tümü, İttihatçı-Kemalist geleneğin ürettiği kurumlar. Dolayısıyla gerek dünyaya ve içeriye yönelik duruş, tutum ve davranışlarında, gerekse de kendi teşkilat yapılanmalarına ilişkin konularda İttihatçı-Kemalist diskurun ve geleneği devam ettiriyorlar.
İnsan hakları konusunda Tanzimat’tan bu yana sürekli benzer sorunlar yaşanıyor. Tüm partiler Türkiye koşullarının dünya standartlarında insan hakları uygulamaları karşısında engel oluşturduğu savını işliyor. İlerleme ve dönüşüm yanlısı partiler bile “Türkiye gerçekleri” sorununa takılıyor. Birçok parti Türkiye koşullarına kendisini uydurmak yoluyla oy oranını artırma stratejisini deniyor. Türkiye koşullarının en ilerici söylemlerle uyumlu olamayacağını varsayıyorlar. Hatta çok ilerici ve reform yanlısı partilerin başarılı olamayacağına dair bir ön kabul var. Dahası, insan hakları sorunları ele alınırken, çok ileri insan hakları uygulamalarının karşılarındaki rakip parti tabanlarına yarayacağına dair olan algıları, birçok partiyi iktidara geldiğinde insan haklarının ilerletilmesi konusunda ayak sürtmeye yönlendiriyor. Bunun nedeni, adil rekabet geleneğinin Türkiye siyasetinde yerleşmemiş oluşu. Diğer bir ifadeyle etik eksiklik. Bunun haricinde, karşılarındaki grupların ötekileştirilmesi ve mevcut kutuplaşma, tüm topluma yönelik insan hakları taleplerinden ziyade, salt kendilerinin insan hakları sorunlarına yönelik iyileştirmelerle sınırlı kalma yaklaşımını beraberinde getiriyor. Bu da mevcut kutuplaşmayı daha da yoğunlaştırıyor, gerek duyulan uzlaşı kültürünün yerleşmesine engel oluyor ve en önemlisi, insan haklarında ilerlemelerin altını oyuyor.
İdeolojik bağlamda daha dramatik bir tablo çıkıyor karşımıza. Konu uzun ve karmaşık, fakat şöyle özetlemek mümkün: 1) partilerin bir bölümünün tabelalarında yazan isimlerle ya da ön planda savunuyormuş gibi yaptıkları dünya görüşleriyle gerçek ideolojileri arasında uyum bulunmuyor. 2) Partilerin diğer bir bölümünün evrensel veya uluslararası anlamda küresel siyasi akımlardan kopuk olduğu gerçeği diğer bir problem. Birincisine örnek olarak en başta CHP verilmeli. CHP’nin Avrupa’daki ve diğer gelişmiş demokrasi bölgelerindeki sol, sosyal demokrat veya demokratik sosyalist partilerle arasında hiçbir ortak nokta yok. Sosyalist Enternasyonal’e üye olan CHP, esasında bu örgütün ana omurgasını oluşturan demokratik sosyalizm ve sosyal demokrasi ideolojisiyle büyük bir uyumsuzluk içinde. Avrupa solu, liberal demokrasi ve insan haklarını temel alır. Ekonomide refah devletini inşa edici sosyal piyasa ekonomisini temel alması, liberal demokratik değerleri ve temel özgürlükleri benimsemesine engel değildir. Diğer bir fark da ekonomi politikalarında Marksist literatüre yaptığı atıftır. CHP ne liberal demokratik sistemi ve temel özgürlükleri içselleştirmiş bir parti, ne de Marksist ekonomi politiğin Avrupa sosyalizmi tarafından yapılan yorumlarıyla herhangi bir ilgisi var. Köhne, Jakoben, tepeden tabana doğru despot tek parti modernleşmesinin neo-İttihatçı bir versiyonu olan Kemalo-ulusalcılığın ana omurgasını oluşturduğu bir parti CHP. Bu bakımdan CHP’nin sosyal demokrat bir parti olduğunu söylemek imkânsız. İkinci örnek için Türkiye’deki diğer Türk partilerinin neredeyse tümü verilebilir. Genel olarak İslamcılık ve Türk nasyonalizmi ideolojilerinden beslenen bu partilerin dünyada bir karşılığı yoktur. İYİP’ten Saadet Partisi’ne, DEVA’dan Gelecek Partisi’ne, tüm partiler böyledir. Bu partilerin temel politika yönelimleri nedir deseniz, verilen yanıtların hiçbirinin uluslararası ve evrensel bağlamda bir anlam ifade etmediğini rahatlıkla görebilirsiniz.
Bu partilerin ortak özelliği rejimin kendileri için belirlediği “oyun alanını” kabullenmiş olmalarıdır. Diğer bir özelliği yerellikleridir. Açıklayayım: Rejim Yenikapı’da siyasetin yeni oyun alanını belirledi. O dönem var olan partiler de, sonradan kurulan partiler de bu oyun alanında var olmak durumundalar. Bu oyun alanının ana kuralı, rejimin diskurunu kabul etmektir. Bu diskurun özünü 2013’te yapılan sivil darbe oluşturur. Buna göre 17 Aralık 2013 bir sivil darbe girişimiydi. Yolsuzluk operasyonu kurguydu. İlk başta CHP de, o dönem muhalif olan MHP de yolsuzluk operasyonunun iktidarın hırsızlıklarının ifşa edildiği meşru ve yasal bir operasyon olduğunu kabul etti. Fakat sonrasında derin devletin devreye girmesi ve Ergenekon (ve diğer darbe davalarından) tutuklu derin devlet elemanlarının serbest bırakılıp Erdoğan’la güç birliğine gitmelerinin ardından bu tutumlarını değiştirdiler. Böylece rejimin bir parçası oldular. İronik olan, hırsız iktidar ve darbeci derin devlet sivil darbeye karşı çıkıyormuş gibi yapıp sivil darbe yaptılar. Yargıyı yürütme organına bağladılar ve yürütmenin devletin içindeki sınırsız gücünü engelleyen denge ve kontrol mekanizmalarını yok ettiler. Bu yolla gücü sınırsız, kendi anayasal mimarisinden uzaklaşmış bir iktidar yarattılar. Bu yeni rejime karşı çıkan herkesi hain ve terörist ilan ettiler ve kendilerine tabi kıldıkları, “siyasetin köpeği” dedikleri sözde yargı eliyle bu muhalifleri tasfiye ettiler. Bununla eşgüdümlü olarak diğer bir denge ve kontrol gücü olan medyayı kendilerine bağladılar. Hukuku siyasallaştırdıkları için artık bu çok kolaydı. Böylece toplumun endoktrine edilmesi şansını elde ettiler. Medya üzerinden 7/24 istedikleri propagandayı yaparak, yarattıkları yeni rejimin halk tarafından kabul edilmesini ve normal addedilmesini sağladılar. Muhalefetin bu operasyonu sessizce izlemesi şarttı. İşte muhalefetin bu yeni oyunun kurallarını kabul etmesi bu bakımdan rejimin kurucusu olan güç odakları tarafından çok önemseniyordu. CHP bu noktada tuttuğu mevzii terk ederek kendi kurduğu devletin de sonunu hazırlamış oldu. Yeni rejim (diskuru) böylece resmi tarihe eklemlendi. Artık 15 Temmuz’a giden yolun taşları tümüyle döşenmişti.
Bu rejimin içerisinde muhalif unvanı almanın temel koşulu, oyunun kurallarını benimsemiş olmaktır. Partiler yelpazesindeki tüm oyuncular, asgari seviyede de olsa bu ana kuralları benimsemek zorundadır. Buna Demirtaş sonrası HDP de dâhildir. Demirtaş’ın bugün hapiste olmasının nedeni, rejimin 15 Temmuz diskurunu reddetmesidir. Kılıçdaroğlu’nun “kontrollü darbe” terimini kullanmaktan vazgeçmesi ve resmi 15 Temmuz söylemini tümden benimsemiş olması, Demirtaş’ın kaderinden korkmasıdır. 15 Temmuz, Türkiye’nin ana rota değişimini beraberinde getiren korkunç bir operasyondur ve Osmanlı-Türkiye tarihi düzleminde eşi görülmemiş bir devlet fethidir. Atatürk sonrası dış politikasında Batılı rotaya sokulan Türkiye’nin neo-İttihatçı bir İslamcı-Avrasyacı (neo-Türk-İslam Sentezi) yönelime girmesidir. İttifakı oluşturan kadrolar, aralarındaki ideolojik mücadeleyi bir kenara bırakmış, Türkiye’nin ana yönelimini ve “çağdaş uygarlık” tanımını değiştiriyor. Türkiye’nin tehlikeli Rusya-Çin-İran rotasına sokulması, neo-İttihatçı güç birliğinin Türkiye devletini ikinci uluslararası kumar masasına oturtma girişimi. Birincisini İttihat ve Terakki yönetimi yaptı, sonuçlarını biliyoruz. İkincisini Erdoğan ve Avrasyacılar yapıyor. Sonuçlarının ilk yansımalarını toplumca yaşamaya başladılar bile. Bu değişimin gerçekleşmesi, muhalefetin külliyen teslim alınması olmaksızın başarılamazdı. Bugün muhalefet partileri içinde tek bir parti yoktur ki açıkça çıkıp NATO üyeliğini, AB yönelimini, demokratikleşmeyi, ademi merkeziyetçiliği, istisnasız evrensel insan haklarını, Batı yönelimini vs. savunsun. Yerelci, İslami-nasyonalist, anti-Batıcı, anti-liberal bir diskur, rejimce gayet başarılı biçimde topluma dayatıldı ve muhalefetin teslimiyeti sonrasında kitlelerce benimsendi. Bugün Türkiye’de anti-Batıcılık, anti NATO’culuk, anti AB ve anti ABD söylemleri siyasetin normali haline gelmiştir. Türkiye gibi Batı’nın organik bir parçası olan bir toplum için bu düşündürücü olmalıdır.
Daha da düşündürücü olan, iki yüz elli yıldır yoğun çabalara rağmen liberal değerleri, temel özgürlükleri, insan haklarını, demokrasiyi kavrayamamış bugünkü toplumdur. Sanki asırlardır bir arpa boyu yol kat edememiş bir toplum var. Muhalefet bu gidişata şerh bile düşememiştir. Oysa yapılabilecek çok şey vardı. Fakat yüzeydeki yaldızları kazıyınca alttan sırıtan ideolojik ana gövde (Türk-üstünlükçü, ırkçı nasyonalizm ve onun yarattığı sahte kimlik) CHP’nin bu rolü üstlenmesine ve oynamasına engel oldu. Diğer partilerde de daha önce dediğim gibi Türk-İslam sentezinin çeşitli karışımları, zaten onların evrensel değerlere yelken açmasını kategorik olarak mümkün kılamazdı.
Muhalefete ilişkin son olarak şu tespiti yapmak gerekiyor. Bu rejimin oyun kurallarında siyaset oyununa katılan partilerin mevcut rejimi değiştirme gibi bir olasılığı bulunmuyor. Muhalefetsizlik bizzat rejimin ta kendisidir. Muhalefet olmak demek, rejime karşı olmak demektir. Türkiye’de siyasetin turnusol kağıdı bu.
İspanya haricinde batılı ülkelerin hiç birinde azınlık sorunu yok. İspanya’daki ayrılıkçılar ise bir yere bomba koyduğunda ya patlatmıyor veya patlama saatini emniyet birimlerine haber veriyor. Yani bizdeki Pkk pisliği ile kıyas edilemeyecek kadar insancıl.
Bay Çaman hariçten gazel okuyor, Türkiye’nin bulunduğu coğrafya şartlarını hiç bilmiyor. Bilmemesi imkansız olduğuna göre kasıtlı söylüyor bu sözleri. Yerinden yönetim demek, Türkiye’nin Yugoslavya olmasını istemek demektir.
Türk(iyeli) pek çok sözde aydın da benzer şeyleri söylüyor. TTB, TMMO gibi STK’lar, imzacı sözde akademisyenler, Türk sanat, sinema endüstrisini işgal etmiş kripto Türkiye düşmanları da Çaman ile benzer düşünüyor.
Bay Çaman belki bir tek konuda haklı olabilir; Türkiye kesinlikle Nato’da kalmalıdır. Abd, Fransa, Almanya gibi Nato üyesi ülkeler Pkk’yı desteklediği için, Nato’da kalarak bunlarla daha iyi mücadele edebilecektir. Yoksa Nato müttefikimiz falan değildir.
Belki de Çaman gibilerin görevi budur, ama biz Türk’üz, gidecek başka vatanımız yok. Demokrasi, insan hakları, adem-i merkeziyetçilik masallarını yutmayız. Burası Orta Doğu, ayağın tökezlerse bir daha doğrulamazsın, paramparça ederler.