SALİH HOŞOĞLU | YORUM
Son dönemde bir kaç yazı ile Müslümanların rasyonellikten uzak yaklaşımlarını mercek altına almaya çalıştım. Din, görünmeyene iman etmeyi, bir kısım dini otoritelere saygı duymayı ve dinin başkaları için anlamlı olmayabilen emirlerine itaat etmeyi gerektirdiği için dindarların gerçekçilikten uzaklaştığı düşünülebilir.
Dindarlar ile laik hayat tarzını benimseyenler (biz kısaca laikler diyelim) arasında ‘kim daha rasyoneldir’ şeklinde bir karşılaştırma yapmak oldukça zordur ve çok nesnel olmayabilir. Bu dizide (kaç yazı olur emin değilim ama en az iki bölümde) Türkiye’deki laik çevrelerin Cumhuriyet dönemindeki yaklaşımlarını, demokrasiye geçiş sonrası davranış modellerini ve bunun siyasal ve sosyal hayattaki karşılıklarını irdelemek istiyorum.
Şimdilerde laikler çok ciddi bir depresyon yaşıyorlar. Bir yönüyle Türkiye’nin her gün daha negatifleşen hal-i pür melali, diğer yönüyle de devletin laik kodlarını o çevrelerin anladığı kriterlere göre ciddi şekilde aşındıran uygulamaların yaygın hale gelmesi morallerini bozuyor. Görebildiğimiz kadarıyla laiklerin moral bozukluğu ve ülkenin ellerinden kayıp gitmekte olduğu korkusu çok eskilere dayanıyor.
Çağdaş ve laik Türkiye hayali!
Cumhuriyetin kuruluşu sonrasında kodlanan “çağdaş ve laik Türkiye” hayali aslında çok irrasyoneldi, başarısız olacağı çok belliydi, halkta karşılığı çok zayıftı, ama tabir yerindeyse bu durumun suyun yüzüne vurması 2. Dünya Savaşı ile oldu. Türkiye mecburen taraf olduğu Batı kampında kalmak için kısmen de olsa demokrasiye geçiş yaptı ve güç kullanarak gerçekleştirilmesi hayal edilen “seküler ülke” projesi akim kaldı.
Demokrat Parti’nin 1950, 1954 ve 1957’de ardarda seçim kazanması özellikle asker-sivil bürokrat çevrelerde büyük hayal kırıklığı oluşturdu ve bir şeyler yapma arayışları başladı. Çünkü onların partisi (CHP) seçimle iktidar olamıyordu. 27 Mayıs Darbesi bu arayışların bir sonucudur ve tabir yerindeyse ‘halkı halka rağmen değiştirme’ çabalarının bir parçasıdır. Darbe sonrası kurulan ve birçok yönden öncekinden daha demokrat ve özgürlükçü olan yeni anayasal düzen aslında laik kurucu iradenin bir vesayet sistemini de içinde derc etmişti. Yapılan seçimlerle gelen her hükümet bu asker-sivil vesayet cenderesinin içinde hareket etmek zorundaydı. Ancak bu sistem bile sosyal değişimin laiklerin istediği yönde ilerlemesine yetmedi, onların deyimiyle ‘irticanın ilerleyişini durduramadı’.
Devleti kim yönetecek?
Bu aslında başka bir açıdan bakılınca tipik bir sınıf kavgasıydı. Yönetici elitler ve onların ortakları olan laik çevreler toplumun daha varlıklı kesimini oluşturuyordu ve devletin ana kaynaklarını yönlendirebiliyordu. Bu ayrıcalıklarını demokrasiye geçişle birlikte kısmen alt sınıflarla paylaşmak durumunda kalmışlardı. Ama bundan her iki taraf da rahatsızdı ve siyaset ve toplum tarafından bu kısıtlamalar çiğnenmek isteniyordu.
İşte o zaman ihdas edilen vesayet mekanizmaları (basın, kapalı devre çalışan yüksek yargı ve ordu hiyerarşisi) devreye giriyor ve her demokratik ülkede olması gereken denge-denetleme fonksiyonunun ötesinde bir misyon görüyordu. Bu sistemin kilit taşı da cumhurbaşkanıydı. Onun içindir ki her cumhurbaşkanlığı seçimi bir kriz oluyordu. Sistem kendi açılarından aksadıkça yapılan kural dışı müdahalelerle (12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat gibi) tekrar revize edildi. Türkiye’nin 1960-2010 arasındaki elli yılı bu cenderede geçti.
Aslında seslendirilen beklenti artan eğitim ve zenginlikle toplumun dini değerlerden uzaklaşıp laik bir çizgiye gelmesi ve böylece özlenen “laik ve çağdaş Türkiye” hayalinin gerçekleşmesiydi. Laik mahallenin görülen ve kamuoyuyla paylaşılan iddiaları ve beklentileri bu yöndeydi ama bu olmadı.
Peki ama neden?
Gerçek niyetle dillendirilen niyet arasında ciddi bir fark olunca böyle büyük hayal kırıklıkları olması normaldi. Elbette laikler tek bir kişi olmadıkları için içlerinde çok farklı fikirler ve gruplar barındırıyorlar. Biz bu topluluğa yön veren ve toplumda temsil durumunda olanlara bakarak bu değerlendirmeleri yapıyoruz. Laik topluluğun öncüleri kendi iktidar alanlarını korumak için her güçlü iktidar karşısında yaptıkları gibi 2002 sonrasında da çok ciddi yeni arayışlara girdiler.
2010 referandumu kırılma noktası oldu
Daha önceki tecrübelerinden başarısını bildikleri medya-asker-yargı paslaşması ile ülkeyi kendi istedikleri yöne götürme denemeleri 2010 referandumuna kadar devam etti. Bu dönemi az bilenler yapılan nice hazırlıkların ve provokasyonların boşa gittiğini görebilirler. Esas yıkım 2010 referandumu ile oldu ve bu çevrelerin devlet hiyerarşisinde etkileri daha da azalmış oldu.
İçlerinden bir kısmı yeni rejimin sahibi ile anlaşma ve böylece iktidar ortağı olma yolunu seçti. Ancak genel anlamda laik mahalledeki moral bozukluğu, yenilmişlik hissi ve geleceği karanlık görme durumu derinleşerek devam ediyor. Ülkenin 2014 sonrası tamamen raydan çıkması sonrasında, bir yönüyle onların da ortağı olduğu yeni iktidar yapılanmasına rağmen, durumu kendileri açısından parlak görmüyorlar.
1930’ların zihniyetiyle olmaz
İşte burada laiklerin toplumsal yapıyı ve Türkiye gerçeklerini ne kadar doğru okudukları konusu karşımıza çıkıyor. Türkiye’de laik düşüncenin kökenlerine bakıldığında ağırlıklı olarak Fransız ekolünün etkisinde olduğu görülür ve Fransa’nın tarihi seyri içinde yaşadığı tecrübelerle oluşan fikriyatı alıp Türkiye’ye tatbike çalışırlar. Oysa onların aldığı müktesebat artık Fransa’da bile makbul değil ve değişen dünya şartlarında 1930’ların mentalitesi ile yürüyemezsiniz.
Oluşturulan Kemalist aforizma ile laiklik-milliyetçilik karışımı bir ideoloji üretildi ve bununla devam edilmeye çalışılıyor. Oysa azıcık başarılı bir liberal-demokrat veya muhafazakar demokrat akım bu söylemleri kolayca alt etmeyi başarabilirdi ve nitekim başardı da. Menderes, Demirel, Özal ve ilk dönem Erdoğan iktidarları bu laik aforizmanın gerçek dışı olduğunu fiilen gösterdi. Demokratik alandaki her yenilgi laiklerin bir kısmının daha irrasyonel alana itilmesine yol açtı. Laiklerin inanılması zor irrasyonelliklerini örneklerle irdelemeye çalışacağım.
(Devam edecek)