YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye toplumu faşizan bir yönetime yatkın mı? Bu makalenin konusu bu… Evet, provokatif bir konu. Fakat uzunca bir süredir faşizmin toplumsal dinamikleri üzerinde düşünüyorum ve neden tarihin bazı evrelerinde bazı toplumların faşizan politik sistemlere daha meyilli olduklarını anlamaya çalışıyorum. Öncelikle faşizmden neyi anladığımdan bahsetmek istiyorum. Böylece yanlış anlamaları daha yazının başında engelleyebilirim. Benim kullandığım anlamdaki faşizm sadece İtalya’da Mussolini dönemindeki İtalyan Faşizmi ile sınırlı değil. Ana öğe olarak birkaç ölçütü yerine getiren tüm politik düzenleri faşizm ya da en azından faşizan (faşizme eğimli) olarak anlıyorum. Bu ölçütler: 1) Uç (çoğunlukla militarist) nasyonalizm; 2) politik ve kültürel liberal değerlere karşı alınan pozisyon; 3) sosyal hiyerarşiye olan inanç; 4) bireyin otonomisine karşı alınan pozisyon.
Türkiye politik ve daha da önemlisi sosyolojik olarak bu ölçütlere ne kadar tekabül ediyor? Ayrıntılara girmeden önce hemen şunu tespit edelim: çok, ama çok fazla tekabül ediyor. Hem de salt günümüz toplumu olarak değil, modern tarihi boyunca bu ölçütlerle örtüşen politik sistemler ve siyasal kültürle yüz yüze geliyoruz. Yeter ki nesnel olarak politik sistemi ve onun üzerine bina olduğu politik kültürü “yeniden okuyalım”.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Türkiye son yüz elli yıla yakın sürece nasyonalizmin büyük yükselişine tanık oldu. Modernleşme süreci içinde önceleri bir üst kimlik olarak Osmanlı kimliği oluşturmaya ve buna paralel ve alternatif olarak İslam ümmeti aidiyetini yaşatmaya çalışsa da, Osmanlı elitleri bu iki stratejide de başarılı olamadılar. Üçüncü strateji nasyonalizmdi. Bu strateji diğerlerine göre daha başarılı oldu. Ve nihayetinde 1919 yılında Anadolu’ya yoğunlaşan ve dış Türkleri hariçte bırakan bir nasyonalist politik cephe oluşmaya başlayınca, elde edilen askeri zaferlere binaen 1923’e dek devlet kuruluşunda maya olacak bir ölçüde önem kazandı. 1900’lerde başlayan etnik homojenleştirme politikaları 1915 Ermeni soykırımı sonrasında Cumhuriyet’e bu konuda elverişli bir zemin hazırlamıştı. Cumhuriyet elitleri İttihatçı gelenekle bağlantılı olduklarından bu stratejiyi yeni devlette de benimsediler. Anadolu’nun gayrimüslimlerden “arındırılması” (etnik temizlik) Ermenilerden sonra diğer kadim Anadolu halklarını da sürdü veya soykırıma tabi tuttu. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler ve diğer Hristiyan gruplar demografik olarak dikkate alınmayacak kadar küçük sayılara indirgendi. İkinci etapta ise, etnik Türk olmayanlar – anadili Türkçe dışında bir başka yerel dil olan Müslüman gruplar – çok yoğun ve sistematik bir asimilasyon politikasına tabi tutuldu. Bu politikanın ana hedefi Kürtlerin asimile edilmesi olmakla beraber, politika salt Kürtlerle sınırlı tutulmadı. Zazalar, Araplar, Romanlar, Gürcüler, Balkan göçmenleri (Serbo-hırvatça konuşanlar, Arnavutlar, Makedonlar, Araplar, Pomaklar vs.) Kürtler gibi asimile edilmek istendi. Ve Kürtlerden daha başarılı olarak yutuldu. Kürtler belli bir bölgede yoğun başat nüfus olduklarından asimilasyonları diğer Müslüman azınlıklara göre daha yavaş bir hızda asimile oldular. Özellikle etnik Türklerin yoğunlukta yaşadığı bölgelere göçenleri asimile oldu. Bu politika, çoğu zaman askeri ve kolluk güçleri ile desteklendi. Muhtelif Kürt ve Zaza isyanlarında asker kullanılarak Kürtler sindirildi.
Faşizme bu derece meyilli ikinci bir millet yoktur. Malzeme bu. Tümüne bir bilmemne metre icat edecekler. Bu böyle devam edecek. Bekleyin, görün! https://t.co/LyL0EqlmTj
— Mehmet Efe Caman (@MehmetEfe_Caman) May 17, 2020
Anadolu’da bu militarist nasyonalist doktrin iki şekilde tezahür etti. Bunlardan birincisi Atatürk milliyetçiliği denen ve sonradan ulusalcılık adını alan versiyon, ikincisi ise Pantürkizm olarak doğan, Nihal Atsızların başını çektiği grubun dışlanması sonrası daha İslamcı folklorik elementlerin eklendiği Türk-İslam sentezidir. 1980 Askeri Darbesi sonrası Türk-İslam sentezi İbrahim Kafesoğlu tarafından formüle edildiği şekliyle resmi devlet ideolojisi halini aldı ve o güne kadarki seküler Atatürk milliyetçiliğini saf dışı etti. Atatürk milliyetçiliği daha sola kayarak kendisini ulusalcı olarak adlandırdı ve daha çok CHP ve muadili olan Baas tipi sol partilerde kendisine yer edindi. Kafesoğlu ekolü Türk-İslam sentezci ideoloji ise kendi içinde ülkücülük, nizam-ı âlem ülkücülüğü veya salt Türk milliyetçiliği gibi isimlerle anıldı. Genellikle bu ikincisine belli rezervlerle Türk İslamcıları da göz kırptılar. Ulusalcılık ve Türk-İslam tipi nasyonalizmler arasındaki tek fark, İslam’a yapılan veya yapılmaya atıftır, hepsi bu. MHP içindeki Dokuz Işık kuramı (Türkeş tarafından kaleme alınan yaklaşım) 1980 sonrası tümüyle Türk-İslam sentezi içinde bir unsur oldu. Böylece MHP ve MSP ekolleri birbirine yaklaştırıldı. Bu esasında darbecilerin bir tasarımıydı ve haklarını vermek gerek, başarılı da oldu!
İkinci ölçütümüz, politik ve kültürel alandaki liberal değerlere karşı alınan pozisyon. Bu konuda ilk tespit şu olmalı: Türk solu da Türk sağı da liberal değerlerden nefret eder. Türkiye Cumhuriyeti, liberal değerlerden sadece piyasa ekonomisini anlamıştır; onu da çok dağınık, hatta çarpık şekilde tasavvur etmiştir. Yani liberal değerlerin en teknik ve uygulaması kolay olanı olan ekonomik liberalizmde bile Türkiye, mesela özel mülkiyet hakkının güvenceye algılanması ve bunun hayata geçirilmesi konusunda çok başarılı bir grafik çizememiştir. Gelelim asıl konumuz olan politik ve kültürel liberalizme. Gücü sınırlandırılmış iktidar, güçler ayrılığı, laik değil, seküler devlet (din özgürlüğünün gözetildiği, ama dini bakımdan nötr bir devlet) gibi değerler Türkiye’de solca da sağca da reddedildi. Devletin hep ideolojisi oldu ve devletin ideolojisine karşı olanlar da ideolojisiz bir devletten ziyade, kendi ideolojilerinin devletin temeli olduğu bir politik sistemi hayal ettiler. Dahası, hem sol hem de sağ, insan haklarını sadece kendi gibi düşünenlerin hakları olarak gördü. Tüm insanların salt insan olduklarından kaynaklanan insan hakları kültürü, Türkiye politik kültürüne yerleşmedi. Çok partili sistemle beraber Türkiye siyasal rekabeti, ötekinin bertaraf veya nötralize edilmesi mücadelesi olarak algıladı. Böylece paralel toplumlar oluştu, konsensüs kültürü gelenekselleşemedi. Ez cümle, politik ve kültürel liberal değerler Türkiye toplumu tarafından benimsenemedi. Siyaset, bir tür toplum mühendisliği yolu olarak algılandı.
Üçüncüsü, sosyal hiyerarşinin Türkiye toplumunda çok derin köklere sahip olmasıdır. Bu Kemalistlerin İslamcıları veya mütedeyyinleri sistemin ötekisi olarak algılamaları olabileceği gibi, mesela ülkücülerin Kürtleri sistemin dışında görmesi veya İslamcıların laikleri öteki olarak algılarken kendilerini “Müslümanlar” olarak addetmesi gibi, çok çeşitli kanatların ve grupların kendilerini diğerlerinin üzerinde konumlandırmasıdır. Dahası, sınıfsal ilişkiler bakımından, her ne kadar anayasa sosyal devlet kavramını kullansa da, Türkiye hiçbir zaman sosyal adalete yönelik çalışan bir devlet olmadı. Sınıfsal ilişkiler ve bunun neden olduğu hiyerarşi, hep var oldu. Buna bir de devlet bürokrasisi ve diğerleri gibi bir hiyerarşiyi de eklemek gerekir ki belki de en etkili olanı budur. Mehmet Ali Birant’ın haklı olarak tespit ettiği gibi, TSK mensubu subaylar kendilerini hep devletin sahibi olarak gördüler ve kendilerini ayrıcalıklı bir sınıf olarak algıladılar. Tüm bu karmaşık hiyerarşiler, hep geçişkenliği az ve sosyal mobilitenin çok sınırlı olduğu bir toplum yapısını işaret ediyor.
Dördüncüsü, bireyin otonomisi konusu ki bence bu konu diğerlerinden çok daha önemli görünüyor. Türkiye’de kişi daima toplumla birlikte, topluma hizmet eden, toplumun altında yer alan, ona tabi olan bir konumda algılanıyor. Bu sistemde farklı olmak, dışlanmak nedeni olduğundan, kişilerin toplumun genel değerleriyle asla çelişmemesi ve mutlak olarak diğerlerinin beklentilerini karşılamaya yönelik davranması, çok ciddi bir sorun olarak görünüyor. Birey olmak, liberal demokratik her sistemin temelidir. Bireyler arası farklıkların törpülendiği bir politik sistem şahsiyetsizleştirilmiş ve emir-komutaya kolaylıkla tabi olan zayıf bireylerden oluşur. Türkiye’de solda da sağda da sürüye uyum mantalitesi hâkimdir.
Tüm bu ölçütlere göre Türkiye toplumu faşizan sistemlere çok yatkın, hatta meyilli denebilecek yapıdadır. Güçlü ve mitleştirilmiş bir devlet, yukarıdan aşağıya doğru bir siyasi karar alma mekanizması tasarlamıştır ve cumhuriyet de öncesi de tümüyle böyle bir siyasi geçmişi bugüne miras bırakmış durumdadır. Burada ideolojiler ve dünya görüşleri arası farklılıklar değildir söz konusu olan. Elbette birçok rakip siyasal düşünce var ve bunlar birbirinden çok farlı ideallerin peşinden gidiyorlar. Kast ettiğim, tüm bu ana akım siyasal akımlar, hareketler ve partiler bu dört ölçüte göre pro-faşist diyebileceğimiz siyasal projeksiyonlar veya pratikler yapıyorlar. Aralarındaki bu yöntemsel ortaklık, Türkiye’deki politik kültürün temelini oluşturuyor. Bugünkü rejimin muhalefetçe kabul görmesinin, ya da sivil toplum örgütlerince rejim diskurunun benimsenmesinin temel nedeni budur.
Türkiye toplumu faşizme meyilli mi? Bu soruya hayır demenin ne kadar zor olduğunu sanırım gördünüz. Türkiye faşizme çok meyilli bir toplum yapısına sahip! En ciddi alternatifsizlik budur. İnsan hakları, azınlık hakları, çok kültürlülük, bireyin otonomisi, iktidarın sınırlandırılması, hukukun üstünlüğüne dayalı bir siyasal siysem inşası gibi hedeflere ulaşmak, mevcut yapıda çok zordur. Politik bir reformdan önce, sosyolojik bir dönüşüm gerekiyor. Militarist ve ırkçı nasyonalizmden (ulusalcılık ve Türk-İslam sentezinden) arındırılmış, daha birleştirici bir kimliği toplumsal seviyede inşa etmek, liberal politik ve kültürel değerlerin tohumunu atmak, sosyal hiyerarşileri törpüleyerek daha eşit bir toplum oluşturmak ve bireyin otonomisini hedefleyen bir aile içi eğitimi uygulamak çok önemli. Bunlar olmadan, faşizan yapıların elimine edilmesi imkânsız. Bu, işin basit bir politik kadro değişimi olmayıp, çok daha kompleks ve kapsamlı bir transformasyon gerektiğini ortaya koyuyor.
Türkiye’nin kalıcı normalleşmesi için, toplumun faşizan yapılarla arasına mesafe konulmalı. Faşizme meyilli bir toplumsal yönelimden hukuk devleti, demokrasi ve insan-azınlık hakları çıkmaz.