Ana Sayfa Dünya Türkiye-Rusya ittifakı bağlamında NATO

Türkiye-Rusya ittifakı bağlamında NATO

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Bugün düşman denilen NATO ile Türkiye’nin tarihini bilmek, bugünleri anlamak için önemsiz olmasa gerek.

Türk dış politikası üzerinde İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan uluslararası sistemin önemli etkisi olmuştur. Sovyetler Birliği (SSCB) tarafından 1945 yılının Mart ayında verilen bir diplomatik nota, Türkiye için zor günlerin başladığının göstergesiydi. Bu notayla SSCB 1920’lerden beri Türk dış politikasının kuzeydeki büyük komşu olarak algılanan SSCB ile arasında kurmuş olduğu diplomatik işbirliği mekanizması olan Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nı yinelemek için şartlar öne sürdü. En başta, daha önce de Rusya ile ilişkilere dair olan çözümlemelerde değinildiği üzere, Türk boğazlarının ve Marmara denizinin SSBC askeri unsurlarına üs verilerek “ortak savunulması” gündeme taşındı. Dahası, Türkiye’nin SSCB sınır bölgelerine yakın konumda bulunan bazı toprakları – Kars ve Ardahan vilayetleri – Potsdam konferansında SSCB tarafından gündeme getirildi ve Türk-Sovyet sınırının SSCB lehine yeniden çizilmesi talep edildi. Doğu Avrupa’da yaşanan trajedi, ABD’de Türkiye ve Yunanistan’ın Sovyetler’in insafına terk edilmemesi yönünde bir irade ortaya çıkardı. Böylece Türkiye Yunanistan’la beraber Truman Doktrini’ne dâhil edildi. Bu, Türkiye ile ABD arasında stratejik bir ortaklığın başlamasına neden oldu. Türkiye 1920’lerden beri Avrupalı bir aktör olarak – tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi! – algılanmaktaydı. 1945 sonrası ortaya çıkan yeni uluslararası konjonktür, Türkiye’nin siyasi sistem ve iç reform sürecindeki yönelimlerine en olarak, Avrupalı bir aktör olarak kabul görmesinde stratejik konumu ve SSCB yayılmacılığının bağımsızlığını tehdit etmesi ön plana çıktı. Kendisini kendi olanaklarıyla koruma imkânına sahip olmayan Türkiye, ABD ve batı Avrupa ile ilişkilerini stratejik seviyeye taşıyarak caydırıcılığını arttırma stratejisi izledi.

1950’de yine bu öne çıkan kimlik çerçevesinde Birleşmiş Milletler bünyesinde yapılan Kore harekâtına 4500 asker vererek katılma kararı aldı. Türkiye’nin kendi sınırlarından bu denli uzak bir bölgedeki bir anlaşmazlığa doğrudan müdahil olmasının arka planında, yeni ortaya çıkan sistemde ABD ve müttefikleriyle yakın bir stratejik ilişki geliştirme gerekliliği en başta gelen rolü oynamaktaydı. Sovyetler’e karşı korunabilmek için başka çaresi yoktu. Güçsüzlüğünün yanında Sovyetler’in çok yakınında bulunması, Türkiye’yi yalnız başına kolay av haline getiriyordu. Oysa ABD ve yeni ortaya çıkan Atlantik güvenlik topluluğu (NATO) içerisinde SSCB tehdidine karşı ciddi bir caydırıcılık elde edebilirdi. Bu nedenle iki kez NATO’ya üye olmak için başvurdu, ama olumlu sonuç alamadı. Kore Savaşı’na asker göndermesinin ardından ise NATO 1951’de Türkiye’yi üyeliğe davet etti.

SSCB TEHDİDİNİ KESİNTİYE UĞRATTI

Türkiye’nin NATO üyesi olmasıyla beraber SSCB tehdidi bıçak gibi kesildi. Türkiye, sonuna kadar NATO’nun caydırıcılığını kullandı, ittifakın güney doğu kanadında ise Avrupa güvenliğine çok önemli stratejik katkıda bulundu. 1950’lerden 1990’lara bu rol devam etti. Bu dönemde NATO, bir tür Atlantik güvenlik topluluğu kimliği (Deutsch) oluşturdu ve bünyesindeki üyeleri demokrasi, insan hakları ve piyasa ekonomisi çerçevesinde ortak değerlerde buluşturdu. Elbette birincil rolü savunma politikalarıydı. Ancak Avrupa Konseyi, OECD, Avrupa Entegrasyonu (AKÇT, AET, AT ve AB) çerçevesinde siyasal sistemlerin demokratikleştirilmesi, konsolide edilmesi ve piyasa ekonomilerinin şeffaflaşması ve birbirine giderek entegre olması gibi siyasal ve ekonomik hedeflerde önemli roller oynadı. Aynı zamanda genel hatlarıyla İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan yeni uluslararası sistemde Batılı müttefikleri ile uyumlu bir dış politika izledi. İsrail’in kurulması ve konsolidasyonu, Üçüncü Dünya’ya yönelik siyaseti, Ortadoğu’daki tutumu gibi pek çok önemli konuda kendi güvenlik kaygılarını önceleyen, çıkarlarını rasyonelce formüle eden bir yaklaşım içerisinde bulundu. Türkiye’de Marksist ve İslamcı kökenli aşırı uç ideolojiler haricinde bu genel tutum merkez sağ ve merkez sol siyasetçilerin ve partilerin ortak paydasını oluşturdu. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) de askeri taktik, strateji ve organizasyonunu NATO ve Batılı müttefikleri ile beraber ortak bir çerçevede oluşturdu. Böylece Türk devlet mimarisi ve algıları, on yıllarca aynı yönde bir sosyalizasyon süreci geçirdi ve olgunlaştı.

Türkiye’de Marksist siyaset 1990’lara uzanan yıllarda törpülendi ve kısmen sisteme entegre olmaya çalışan bir tür demokratik sol ideolojiye evrildi, kısmen de kendi uç ideolojik tutumunda taviz vermediği oranda küçülerek marjinalleşti. 1980’lerde etnik kimlik sol evrenselci pozisyondan daha belirgin hale geldi ve Türk solu ile Kürt solu ayrıştı. PKK, bu Marksist damarın etnik ve milliyetçi bir tür üçüncü dünya ideolojisi haline bürünmesiyle harmanlandı. Marjinal Türk solu ile milliyetçileştiği oranda marjinalliği kırılan Marksist Kürt hareketi PKK, ortak paydada 1990’lara kadar anti-Batıcı ve NATO karşıtı anlatıyı terk etmediler. Daima maceracı ve irrasyonel bir “devrimci” anlayışa sahip oldu.

İslamcı hareket ise hem demokrasi ve insan hakları anlayışının kendisinin tümüyle karşı olduğu bir yaşam biçimiyle özdeş olduğundan, hem de piyasa ekonomisine şüpheyle yaklaştığından, anti-Batı ve NATO ve Batı ittifakı karşıtı siyasi duruşunu hiç bozmadı. Erbakan’ın Refah Partisi deneyiminde görüldüğü üzere, İslam ekonomik bütünleşmesi, dinarı, savunma ilişkileri gibi birçok afakî ve sağlam temelden yoksun, riskli ve irrasyonel yönelimlerde bulundu. Hayal ve tahayyülleri daima aklından önde olan bir rota çizdi.

NATO KARŞITLIĞI AŞIRI SAĞ VE SOLUN MESELESİYDİ

Hem aşırı uç solda hem de aşırı uç sağda Batı karşıtlığı NATO antipatisi ile şekillendi ve ifade buldu. ABD ve Batılı ortaklar daima emperyalist güçler olarak algılandı. Sol kanat SSCB ve komünist ülkelere, sağ kanat ise Müslüman ülkelere öykündü. Oysa her iki öykünülen devletler grubunda da demokrasi, insan hakları ve piyasa ekonomisi yoktu. Dahası, şeffaflıktan uzak, toplumlarına mutluluk üretmeyen, vatandaşlarının fırsat yakaladığında Batı’ya kaçmaya çabaladığı kapalı rejimler, otoriter yönetimler, fakir devletler olmaya devam ettiler. Ancak Türkiye’deki Türk ve Kürt aşırı solu ve İslamcı sağ, Batı ve NATO düşmanlığından vazgeçmediler.

1990’larda Kürt siyasi hareketi içinde önemli oranda kendisini Sovyet tipi totaliter Marksizm’den ayıran ve giderek Avrupa tipi bir sol demokrat ideolojiyi kabul etmeye başlayan gruplar çıktı. Azınlık haklarının Sovyetler Birliği’nde de sorunlu olduğunun 1990’larda ortaya çıkması bu duruma katkıda bulundu. Böylece azınlık haklarının iyi konumda olduğu Batı tipi demokrasiler (liberal ve anayasal hukuk devleti) modeli Kürt siyasetinde önem kazandı. Sonunda Marksist PKK’yı bile değişime zorladı. Bugün HDP’nin Türkiye’deki en demokratik parti olmasının nedenini burada aramak gerekir.

Oysa İslamcı sağ, Erbakan sonrasında Erdoğan ve AKP ile beraber tam liberal demokratik değerleri kabul etti denecekken, lider kadrosunun yolsuzluklara bulaşması ve dejenerasyon sebebiyle hukuk devletinden kopma kararı alındığında, herkes bu siyasi ekolün içinde öteden beri var olan yıkıcı potansiyeli gördü. Milli Görüş ekolünden evrildiği ve demokratlaştığı söylenen bu grubun esasında ne derece kendi öz ideolojisine (İslamcılık) bağlı olduğu ortaya çıktı. İslamcılığın tüm takıyye ve manipülasyon taktiklerini hunharca kullanan Erdoğan, Ergenekoncularla beraber 1990’ların derin devletinden çok daha suça meyilli ve hukuksuz bir devlet yönetimi modeli kurdu. Bugün geriye kalan, anayasanın tümüyle rafa kaldırıldığı 15 Temmuz süreci sonrasında KHK ile yönetilen, anayasasız ve kanunsuz, devlet mimarisi çökmüş bir enkaz, bir tür kabile devleti.

Bu rejim elbette değerler dünyasında artık ortak hiçbir paydasının kalmadığı Batılı ülkeler topluluğundan tümüyle kopmak, onun normlarından ve bağlayıcı medeni hukuk anlayışından başka bir yerlere yelken açmak istiyor. Bu yeni merkezin “Kâbe’si” elbette Arap Yarımadası değil, Avrasya stepleri. Rusya, yeni stratejik ortak.

PUTİN’İN DIŞ POLİTİKASI, SSCB’NİN DEVAMI

Oysa İkinci Dünya Savaşı sonrası Rus stratejisi ile bugünkü Putin devletinin stratejisi arasında Türkiye ve Batı söz konusu olduğunda hiçbir fark yok. Anadolu aynı Anadolu, Akdeniz aynı Akdeniz, jeopolitik bağlamda Rus devleti için. Atlantikçi güve karşı kendi merkezi kara gücünü önceleyen Avrasyacılık stratejisinde Rusya tarafından Türkiye’ye biçilen yardımcı oyuncu (bunu siz figüranlık diye okuyun) rolü, Türk derin devleti ile İslamcı-popülist Erdoğan yönetim elitini farklı nedenlerle gayet mutlu ediyor. Ergenekoncu yapı devletin esas sahibi olma konumunu yeniden elde etmeyi, Erdoğan ise kendisini hukuki bağlayıcılıklardan ve Yüce Divan veya uluslararası mahkemelerden kurtaracak bir Rus güdümünü öngörüyor. Oysa Rusya, son 300 yıldır değişmeyen bir algıyla, Türkiye’nin NATO ittifakından tümüyle kopmasını bekliyor. Rusların neden böyle dehşetli bir iştahla beklediklerini sanırım azıcık tarih bilen kimse sormuyordur.

ABD’nin emperyalizmi değil, Sovyetler’in (Rusların) yayılmacılığı ve işgalciliği Türkiye’nin ABD ile stratejik bir ortaklığa yönelmesine yol açtı. Bugün bu Rus yayılmacılığı hevesi bitti mi? Gerçekten bunu iddia edebilecek kadar stratejik körlüğe sahip birileri var mıdır?

HENÜZ YORUM YOK