Türkiye nasıl çürüdü? 

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Anayasal rejimin uygulanamamasının bir nedeni anayasayı rafa kaldırmak isteyen siyasi erkse, diğer nedeni buna boyun eğen ve razı olan bürokrasidir, muhalefettir, akademidir, sivil toplumdur, iş dünyasıdır – kısacası toplumdur. Her ülkede anayasal çerçevenin dışına çıkarak gücünü arttırmak, anayasal sınırlarla çizilen rolünün ötesine geçmek, gücü sınırlanmış olma zincirini kırmak isteyen iktidarlar çıkabilir. Mesele, bu iktidarlara toplumun verdiği yanıttır ve tepkidir. Bu yanıt ve tepkiyi kanalize edecek olanların başında bürokrasi, muhalefet, akademi, sivil toplum ve iş dünyası geliyor. 

Anayasalar ve yasalar, uygulanmadığı takdirde işlevsizleşir. Anayasaların çizdiği devlet mimarisinin sürekliliğini salt anayasada yazılı olmak sağlamaz. Bu mimarinin içerisinde yer alan yargı, yasama, kolluk ve askeriye, üst düzey bürokrasi gibi anayasal organlar ve kurumların anayasal devlet mimarisine sahip çıkmaları ve onu hırslı iktidar mümessillerine karşı korumaları gerekiyor. Bürokratik aparat da, yargı da, kolluk gücü de, ordu da, siyasal değil tekniktir. İdeolojik yönelimlere bakamazlar. Fakat iktidarın tasarruflarının anayasal ve yasal çerçeveye uyup uymadığına bakarlar. Yürütme organından gelen her türlü direktifi emir telakki ederek yerine getirmek, bazen anayasal devlet mimarisinin altını oyabilir. Özellikle de eğer iktidar anayasal ve yasal sınırlarını aşarak keyfi uygulamalara kaymışsa. Anayasal ve yasal olmayan iktidar kararlarını, tasarruflarını ve talimatlarını yerine getirmek suçtur. 

Türkiye devletinde 2013’ten bu yana olagelen budur. Devletin yürütme organı, devlet mimarisinde kendisine biçilen gücün ötesine geçti. Öncelikle yargının alanına girdi, o alanı daralttı. Sonrasında baktı ki bu yaklaşıma gelen bir yaptırım yok, yargının alanını komple gasp etti ve fiilen kendi uhdesine aldı. Yürütülmekte olan yargısal sürece yürütmenin müdahil olması ve onu engelleyebilmesi, tümüyle budur. Bu bir sivil darbeydi ve bu sivil darbe başarıya ulaştı. Bu olurken, muhalefete çok büyük bir sorumluluk düşüyordu. Çünkü bürokrasinin, akademinin, sivil toplumun, sermayenin ve diğer güç paydaşlarıyla baskı unsurlarının yargıda görevli yargıçlara ve savcılara destek vermesi ve gerekirse onlara görevlerini hatırlatması çok kritik bir momentumdur. 17 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmalarının sonrasındaki çok hassas dönem, maalesef yürütme organının başarısıyla sonuçlandı. 

Bu sivil darbeyi kimin hangi gerekçelerle yaptığı önemli olmasına karşın, ikincil bir konu olarak değerlendirilmek zorundadır. Birincil mesele, bağımsız yargının bir olmazsa olmaz oluşudur. Eğer yargı bağımsızlığı yoksa, hukuk devleti olamaz. Diğer bir ifadeyle, yargıyı kontrolü altına almayı başaran her iktidar otoriterleşir. Gücü sınırlandırılmış iktidar, hem hukuk devletinin, hem de demokratik temel düzenin vazgeçilmez ön koşuludur.

Elbette anayasa, yargı bağımsız olmalı diyor. Fakat bu sadece bunun anayasa kitapçığında yazılı olmasıyla gerçekleştirilebilecek basitlikte bir koşul değil. Önemli olan, yürütme tarafından yargıya müdahale yapılmak istendiğinde, yargı organını meydana getiren insanların bu girişimi engelleyebilmeye muktedir olmalarıdır. Bu noktada, yargıçların ve savcıların bağımsızlıklarını koruma bilincinde olmaları çok önemli. Eğer yargı mensupları görevlerinin sorumluluğunun bilincinde olmazlarsa, anayasada yazan birkaç kuru maddeyle hukuk devleti korunamaz. Anayasal düzenin sağladığı devlet mimarisi kâğıt üzerinde bir devlet işleyiş mekanizmasıdır. O kâğıt üzerinde yazılı olan mekanizmanın uygulamaya aktarılabilmesi, tümüyle insani koşullarla ilintilidir. 

Aynı şekilde bürokrasinin parti bürokrasisi değil, devlet bürokrasisi olması da gene anayasal mimarinin fiiliyatta işler olabilmesiyle ilgili bir durumdur. Eğer bürokrasi siyasi karar alıcıların anayasayla ve yasayla çizilmiş olan sınırlarını onlara hatırlatmıyorsa, çürüme ve giderek artan biçimde yürütmenin gücünün artışa geçmesi kaçınılmaz olacaktır. Sonuç, raydan çıkmadır. 

Bir örnek vereyim. Mesela polis teşkilatı elbette ki siyasal iktidarın emrinde olur. Fakat bunun bir sınırı vardır. Örneğin polislere milletvekillerinin yerlerde sürüklenmesi veya darp edilmesi gibi bir görev verilemez. Polis memurları bu tür bir hukuksuz emri yerine getirirlerse, anayasa suçu işlemiş olurlar. Sadece onlara bu hukuksuz emri verenler değil, o emri uygulayan her rütbeden polis memuru da cezai sorumluluk altına girer. 

Başka bir örnek de yargıdan olsun. Eğer bir yargıç veya savcı, yürütme organından aldıkları emir veya telkin doğrultusunda, anayasanın ve yasaların öngörmediği şekilde hareket ederlerse, yasalar önünde suç işlemiş olurlar. Bunun cezası belki bir dönem, devletin işlevlerini yitirdiği bir zaman aralığında verilmeyebilir. Ancak bu geçici bir süredir. Normalleşmeyle beraber, olağanüstü koşullarda, anayasal ve yasal sınırların dışına çıkarak yetki aşımında bulunan veya gücünün-salahiyetinin dışına çıkan yargı mensupları hakkında ciddi yaptırımlar uygulanır. Bu yargıçlar ve savcılar hem mesleklerinden ihraç edilirler, hem de yasal kovuşturmaya uğrarlar. Bundan kaçış yok. Er ya da geç bu mutlaka olur. 

Şimdi, uygulamada görünenler, yargıda da bürokraside de raydan çıkma olgusunda gerçekten çok ciddi bir kitleselleşmeye işaret ediyor. Mahkemeler çok büyük oranda ya doğrudan yürütmeden emir alıyor, ya da mevcut rejim içerisinde göze batmamak adına, birçok yargıç ve savcı, zamanın ruhuna uygun hareket ediyor. Polisler dediğim gibi, yasadışılığa kayarak, rejimin bekçisi gibi davranıyor; işkenceler, insan kaçırmalar, şantaj, rüşvet, uyuşturucu ticareti, göçmen kaçakçılığı, aklınıza gelen her türlü yasadışı işlerde bugünkü siyasal erkin talimatlarına göre hareket ediyorlar. Kendilerine anayasa ve yasalarca verilen gücün çok ötesinde bir güç kullanma bu. Yani kısaca bir güç aşımı! Güç aşımı nedir? Hukuk çerçevesinin dışına çıkmaktır. Yasadışılıktır. İllegalitedir. Aynı durum askeriyede de söz konusu. 

Akademi, iş dünyası ve sivil toplum daha belirsiz alanlardır. Elbette bunlar doğrudan doğruya devletle bağlantılı değiller. Buna medyayı da eklemek lazım. Tüm bu güçler, bir ülkede iktidarın denetlenmesinde son derece yaşamsal rol oynar. Türkiye’de maalesef bir tür emniyet sibobu da diyebileceğimi bu kurumlar tümüyle iktidarın gücüne tabi oldu. Bunun nasıl olduğu meselesi oldukça derin bir konu. Burada ele alınması teknik olarak zor. Fakat özetle kadrolaşma ve ödüllendirme-cezalandırma yöntemiyle, yandaşlaştırıldılar diyebiliriz. 

Tüm bu ele aldığım konular tek kelimeyle çürümedir. 

Türkiye çürüdü. 

Bu çürümenin merkezinde büyük beşeri – insani – zafiyetler ve eksiklikler var. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin