YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Bulgaristan’ın Varna kentinde Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasında yapılacak görüşmeler konusu Türkiye’de kamuoyunun yeterince önem atfetmediği bir konu olarak gündemin alt sıralarında kaldı. Bunda Türkiye’de AB’den gelen eleştirileri tarafsız biçimde kamuoyuna aktarabilecek bir medya kalmamış olması önemli rol oynuyor. Diğer taraftan AB konusunda Türkiye’nin beklentilerinin hayli düşmüş olması da bu bağlamda önemli. Çünkü artık Türkiye’de herkes Türkiye’nin AB üyesi olamayacağını biliyor. Bunda sadece AB içerisindeki Türkiye karşıtlarının rolü yok. Aynı zamanda, bundan çok daha belirleyici olmak üzere, Türkiye’nin önce demokratik momentumu yitirmesi ve sonrasında 17/25 Aralık ve akabinde 15 Temmuz süreçlerinde domino etkisi ile Türkiye’nin demokratik devletler topluluğu liginden alt klasmana düşmesi, AB üyeliğini olasılık dışına itti. Artık en iyimser senaryolarda dahi, hatta kuramsal modellemelerde bile, Türkiye’nin AB’ye katılımı gibi bir durum yok. Yoğunlaşılan konular, iki tarafın da çıkarları. Ekonomik ilişkiler, Suriyeli mülteciler meselesi, AB’nin sınır güvenliğinde Türkiye’nin rolü, AB üyeleri ile Türkiye arasındaki ikili ilişkilerin normalleştirilmesi, Gümrük Birliği’nin devamı ve güncellenmesi gibi konular iki tarafın da gündeminde. Türkiye ise kamuoyu zokaları olarak adlandırılabilecek bir tür manipülatif AB gündemi oluşturmak istiyor. Kamuoyunun Batı karşıtı algılarını derinleştirmeye yönelik bazı dezenformasyonlarda bulunuyor. AB üyelerinin teröristlere destek vermesi iddiası üzerine kurulu bu taktik, demokratik hukuk devletini kavrayamamış Türkiye kamuoyunda iyi pirim yapıyor.
AB bakımından Varna’daki toplantı çok önemli. AB dönem başkanı Boyko Borislov, Varna görüşmelerini taraflar arası diyalogun devam etmesi adına son şanslardan biri olarak değerlendiriyor. AB Konseyi başkanı Donald Tusk AB ile Türkiye arasındaki uyuşmazlıklarda ciddi artış olduğunu vurguluyor. Özellikle vurguladığı, Türkiye’nin Kıbrıs ve Yunanistan ile doğu Akdeniz’deki doğal gaz arama sondajlarında askeri güç kullanımı dâhil olasılıkları masaya yatırması ve son aylarda Kıbrıs ve Yunanistan ile Akdeniz ve Ege’de yaşanan gerginlikler. Elbette herkesin bildiği gibi, bu tür askeri gerginliklerin kontrol dışına çıkması ve tarafların istemsiz – veya istemli! – biçimde sıcak bir çatışmaya kayması, AB bakımından en korkulan senaryo olarak ön planda görünüyor. Öte yandan AB elbette bu gerilimlerden Ankara’yı sorumlu tutuyor. Her ne kadar doğu Akdeniz doğal gaz arama sondajları uluslararası hukuk bakımından bazı farklı bakış açılarından Türkiye’ye kâğıt üzerinde bazı imkânlar da verebilecek olsa, Türkiye’nin hâlihazırdaki demokrasi, hukuk devleti, insan hakları ve anayasa dışı yönetim modeline ilişkin ağır sorunları, Ankara’nın elini oldukça zayıflatıyor. Her şeyden önce de Türkiye’nin Afrin işgali meselesi daha sıcaklığını koruyor ve sivil kayıplar meselesi ile sivillerin bölgeden kitleler halinde kaçmak durumunda kalması gibi insani sorunlar, Türkiye’nin Kıbrıs ve Yunanistan tarafından saldırgan ve hesaplanamaz komşu olarak lanse edilmesini büyük oranda haklı çıkartıyor.
AB’NİN MÜLAYİM TUTUMU
Diğer taraftan AB’nin Türkiye ile ilişkilerde tüm bu köklü ve ciddi sorunlara karşın oldukça mülayim ve ağırdan alan tutumu, şüphesiz Türkiye ile mutabakata varılan mülteci anlaşmasıyla ilgili. AB için bu anlaşmanın devamı hayati önemde. Çünkü geçtiğimiz yıllarda Suriyeli göçmenlerin AB sınırlarına dayanması ve AB mülteci kotalarının iflas etmesi, AB tarihindeki en ciddi sorunlardan birini meydana getirmişti. AB için Türkiye’nin mülteci anlaşmasını işletmeye devam etmesi bu bakımdan en öncelikli stratejik çıkarı denebilir. Elbette Erdoğan da bu durumu biliyor ve Varna’ya eli güçlü gidiyor. AB bakımından Türkiye’nin adeta dokunulmaz bir statüye sahip olması, işte Erdoğan’ın elindeki bu mülteci jokerinden kaynaklanıyor. Biliyorum, etik bakımdan çok sorunlu ve AB’nin inandırıcılığının ciddi oranda altını oyan bir tutum bu. Ancak uluslararası siyasette çıkarlar daima normatif politikanın önünde yer alıyor. Diğer bir ifadeyle, olması gereken ahlaki politikalar, söz konusu olan ulusal güvenlik meseleleriyse – ki mülteci anlaşmasının konusu böyle bir şey – maalesef rafa kaldırılabiliyor veya ikinci planda kalabiliyor.
Tabi ki AB’nin bu pozisyonunun Türkiye’ye ilişkin bir boyutu da var. AB Türkiye’deki rejimin devamını artık statüko olarak kabulleniyor. Yani AB içinde kimsede anayasal düzene dönecek ve yeniden hukuk devleti olacak bir Türkiye öngörüsü bulunmuyor. Zaten AB’nin klasik demokratikleştirme stratejinin temeli, mevcut hükümetlerle diyaloğa dayalı. AB sahada asla ikincil aktörlere merkezi hükümetler kadar önem atfetmez. Anti demokratik uygulamaları, hükümetlere uygulanan havuç ve sopa taktikleriyle engellemeye ve sistemi bu yolla dönüştürmeye çalışır. AB Türkiye’nin Erdoğan sonrasında istikrarlılaşacağını ve normalleşeceğini öngörmüyor zaten. Türkiye’deki yaygın kanın aksine, AB perspektifinden bakıldığında Türkiye’deki yaşanan insan hakları sorunları konjonktürel değil, aksine oldukça yapısal. Türkiye’de Kürt siyasi hareketi haricinde doğru dürüst bir muhalefet kalmaması da bu algıyı güçlendiriyor. Bu nedenlerden dolayı AB Varna toplantısına giden süreçte Erdoğan’ı kızdırabilecek ve toplantının Türkiye tarafından iptal edilmesine yol açabilecek gerginliklerden bilinçli olarak kaçındı.
TÜRKİYE’NİN ŞANTAJ STRATEJİSİ GÜÇLENİYOR
Elbette bu Türkiye rejiminin şantajcı-rehineci stratejisini güçlendiriyor. AB bu perspektiften yaklaşıldığında Türkiye’deki demokrasinin devam etmesi konusunda üzerine düşen rolü yapmadı demek yanlış olmaz. Yaşanan dönem, şüphesiz AB tarihine gurur duyulabilecek bir ilkeli Türkiye stratejisi yaklaşımıyla geçmeyecek. AB uzun yıllar gerek kendi içerisinde, gerekse de Türkiye’deki demokratik ve AB yanlısı gruplarca eleştirilecek. Fakat bu projeksiyonların şu an için faydası yok. 3,5 milyon Suriyeli mülteci Erdoğan tarafından AB karşısında çok etkili bir koz olarak kullanılmaya devam edecek. Bu konuda AB’nin yapabileceği fazla bir şey yok.
Tam üyelik müzakerelerinin AB Parlamentosu tarafından dondurulmasına ilişkin yaklaşımın AB tarafından Varna görüşmelerinde nasıl reel siyasete yansıyacağı merak konusu olacak. Esasında Türkiye’nin mevcut rejimsel sorunları bakımından üyelik müzakerelerine devam etmesi AB müktesebatı bakımından tam bir skandal olarak değerlendirilmeli. Ancak Türkiye’nin üye adayı konumu da yukarıda ele alınan şantaj stratejisi koşulları perspektifinden ele alınarak Türkiye’ye verilecek tavizlerden biri olarak ön plana çıkabilir. Yani AB Türkiye’nin üye adayı statüsünü yine Erdoğan’ı kışkırtmamak için gündemine almayabilir.
AB Konseyinin Türkiye’nin doğu Akdeniz ve Ege denizinde devam eden engelleme faaliyetlerinin – Yunanistan ve Kıbrıs’ın sondajlarına yönelik yürütülen askeri manevralar – “yasa dışı” ve “kabul edilemez” olarak nitelenmesi, tüm bu saydığım AB yatıştırma taktiklerine karşın Türkiye tarafından bir tür kriz sebebi olarak ele alınıp, koz olarak kullanılabilir. Zaten diplomatik geleneklerin aksine son yıllarda “halı pazarlığı” türü Ortadoğu rejimi tutumu, dışişlerinde hâkim diplomasi karakteri halini almış görünüyor. Bunda Erdoğan’ın tüm dışişleri bürokrasisini hallaç pamuğu gibi atmış ve kendisine kayıtsız şartsız biat eden ve ideolojik olarak kendisine yakın olan bürokratları kilit pozisyonlara getirmiş olması önemli rol oynadı. Bundan hareketle, Türkiye hala vize serbestisi konusunda bir beklenti içinde ve bunu AB görüşmelerinde gündeme taşıyacak. Her ne kadar Ankara’daki rejim AB şartlarının eksiksiz olarak yerine getirildiğini de söylese, AB gayet iyi biliyor ki Türkiye insan hakları karnesi ve özellikle de faşizan terörle mücadele kanunu, vize serbestisi önünde çok belirleyici ve somut bir engel. Yine de Türkiye mülteciler üzerinden AB’ye şantaj yaparak bu konuda taviz kopartmaya çalışacaktır. Ancak AB’nin bu hususta Erdoğan’ın beklentilerine evet demesi kendi iç kamuoyu bakımından çok zor olur. Bu konu, Varna’da önemli bir tartışma maddesi olacak.
REJİMİN KONJONKTÜREL ŞANSI
Son olarak mülteci anlaşması çerçevesinde Brüksel’in vaat ettiği 3 milyar avroluk yardım meselesi, Erdoğan için Varna’da baş gündem maddelerinden biri olacaktır. AB’nin verdiği – ya da vermeyi taahhüt ettiği – bu meblağın etik bakımlardan sorununu elbette ki tartışacak değilim. Yukarıda vurgulandığı üzere, mülteciler meselesi AB’nin yumuşak karnı. Erdoğan’ın AB’ye 3 milyar avro için bastırması bu anlaşma gereği yadırganmamalı. Yadırganması ve eleştirilmesi gereken tutum, Erdoğan rejiminin sığınmacılar üzerinden AB üzerinde bir siyasi baskı mekanizması kurmaya çalışması. Esasında bu tutum, Türkiye’de sivil darbenin gerçekleşmesinden sonra Türk dış politikasının ana stratejisini oluşturması bakımından çok düşündürücü. Türkiye gerek 1950’lerden beri Avrupa’da takındığı ciddi devlet tutumunu, gerekse de AB katılım sürecindeki tüm olumlu kazanımlarını bu ucuz ve popülist dış politika çerçevesinde yitirdi. AB içinde Türkiye algısı, bugün gelindiği nokta itibarıyla herhangi bir Ortadoğu ülkesi seviyesinde – yani tasavvur dahi edilemeyecek seviyelere geriledi. Bu nedenle, AB için “verelim 3 milyon avroyu” demesi olası. Bu da sanırım Erdoğan için son derece önemli. Yakın dönemde yaşanan likidite sorunu ve sıcak para kaçışı ile bağlantılı devalüasyon ve enflasyonun iki haneli rakamlara çıkması, rejimin akmasa da damlayan AB kanalına hususi bir önem atfetmesini gerektiriyor.
Erdoğan için AB’nin rejim eleştirisini – insan hakları ve hukuk devleti boyutunu – sınırlı seviyelerde tutması, 3 milyarlık yardımı alması ve Türkiye’nin formel tam üyelik müzakerelerinin iptal edilmemesi, eve götüreceği kazanımlar olacaktır. Eğer şantajla vizesiz seyahat konusunda da taviz kopartabilirse, bunu iç kamuoyunda çok efektif şekilde pazarlayacaktır. AB içindeki demokratik kanadın bu konuda sert bir tutuma girmesi beklenebilir. Türkiye’nin üyelik müzakerelerini dondurup, karşılığında 3 milyonu serbest bırakmak ve vizesiz Avrupa konusunda terörle mücadele kanununda değişiklikler ve OHAL’in bitmesi koşulunu gündeme getirmek, AB için uygulayabileceği bir strateji olabilir. Böylelikle AB kendi içinde AB’nin Türkiye’ye yönelik tutumunu zafiyet olarak gören bir kesimin beklentilerini karşılamak, bir opsiyon olabilir. Türkiye’deki Suriyeli mültecilerden kaynaklı risk algıları üzerine inşa edilen kısa erimli Türkiye politikası, er-geç iflasa mahkûm. Ancak AB’nin Türkiye’ye ret çekerek, olası politik riskleri göğüslemeye karar vermesi çok olası değil. Bu nedenle çok büyük bir sürpriz olmazsa eğer, Batı cephesinde önemli bir değişiklik beklememeli.
Son söz: Rejim AB’nin hassasiyetleri ve açmazlarıyla beraber, dış konjonktürden dolayı gerçekten çok şanslı.