YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu Türkiye’de haftada bir 5.000 (beş bin) uyuşturucu satıcısının gözaltına alındığını söylüyor. Bu rakama inanmak bir dert, inanmamak başka bir derttir. Eğer rakam doğruysa, yılda 260.000 (iki yüz altmış bin) uyuşturucu satıcısı yakalanıyor. Bu rakam on yılda iki buçuk milyon demektir. Bu rakamı Soylu işini iyi yaptığı mesajı vermek için telaffuz ediyor. Fakat istemeden açık ettiği gerçek çok korkunç bir şekilde önümüzde duruyor. Türkiye bir uyuşturucu üssü, uyuşturucu merkezi haline gelmiştir. Eğer rakamlar gerçek değilse, ki ben çok abartılı olduğunu düşünüyorum, karşımızda kahvehanelerde ve mahalle berberlerinde atıp tutan tipler gibi hareket eden ve içişleri gibi çok yaşamsal önemde bir bakanlığı uzun süredir yönetmekte olan bir profil söz konusudur. İşin rakamsal boyutu önemsenmek durumunda, ama gelin bunu geçelim ve daha derin bir konuya odaklanalım.
Uzunca süredir, özellikle Sedat Peker’in konuya ilişkin videoları yayınlandıktan beridir, Türk devletini yönetenlerin birtakım karanlık işlere karıştıkları söylentisi ortalarda dolanıyor. Eski Başbakanlardan Binali Yıldırım ve oğlunun adı, Erdoğan ailesine yakın isimler, İçişleri Bakanı Soylu, eski DYP’li İçişleri Bakanı ve derin devlet elemanı Mehmet Ağar ve oğlu gibi isimlerin uyuşturucu işine adlarının karıştığı görülüyor. Türk devleti, çok korkunç miktarları bulan dış ticaret açığını bu uyuşturucu piyasasından gelen kara paralarla toparlıyor diye bir iddia da kulislerden sosyal medyaya yansıdı. Hatta CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da geçtiğimiz günlerde yurtdışından Türkiye’ye gelen ve ülkeyi bir uyuşturucu üretim ve dağıtım üssüne dönüştüren uluslararası mafyadan söz etti.
Hukukun uzunca süredir bitirildiğini toplum zaten biliyor. Fakat savcılardan polislere dek uzanan bir tür şebekenin de, birbirleriyle bağlantılı ya da bağlantısız olsun, bir biçimde uyuşturucu ve diğer adi kriminal işlere girdiği konusunda haberlerle sıklıkla karşılaşır olduk. Yani bu tür yasadışı işlerle mücadele etmesi gereken yargı ve emniyet de bu işlere bulaşmış.
Bunlar elbette tablonun görünen bölümü. Bir de yakalanmayan, görünmeyen, saman altından su yürüten siyasi-bürokratik çevreler var.
Türkiye an itibariyle narkotik bir devlete – narko devlete – dönüşmüş. Zaten muhalif akademik çevreler ve medya, yolsuzlukların diz boyu olduğu Türkiye’nin kleptokrasi olduğunu yazıp çiziyordu. Şimdi bu kleptokrasi, uyuşturucu işi gibi kar marjı yüksek bir alana da el atmış, böylelikle ülkenin rejimini klepto-narkotik bir boyuta ilerletmiş.
Rejimin mümessillerinin bu karlı işi kendi kişisel çıkarları doğrultusunda kullanmalarını engelleyecek hiçbir fren ve kontrol mekanizması kalmadı. Bu işlerin ucunun en tepelere dek uzandığını gören adli ve bürokratik çevreler, içlerinde az da olsa kalan dürüst memurların da havlu atmasıyla ipin ucunu tümüyle kaçırmış görünüyor. Karşılarına çok ciddi boyutlarda yasadışı işler çıksa da, işin ucunun kimlere dek uzanacağını bilmediklerinden, “boş ver, neme lazım” modunda hareket ediyorlar.
Türkiye’de son olarak tümüyle sentetik yollarla elde edilen kristal met tipi uyuşturucu da yaygınlaşmış. Hatta bazı haberlere göre, bitkisel malzeme olmaksızın, salt kimyasal materyallerden üretilen bu yeni tip uyuşturucuda Türkiye’nin üretim ve dağıtım üssü haline geldiği bildiriliyor. Bunu yine geçtiğimiz günlerde CHP lideri Kılıçdaroğlu da vurguladı.
Anlaşılan bırakın devletin bu konuyu ciddiyetle ele almasını ve işin üzerine gitmesini, bizzat devleti yöneten güç elitlerinin bu işin organizasyon kısmında aktif oldukları gerçeği karşımızda duruyor. Tabi bu işi yürüten illegal yapıların Türkiye’ye gelip yerleştikleri de anlaşılıyor. Hem iç piyasanın genişliği, hem de met denen illetin görece ucuzluğu, hem de Türkiye’nin coğrafi konumunu bir distribütör olarak kullanma avantajı, uyuşturucu işinin neden artık devletin örtülü bir ihracat kalemi haline geldiğini ortaya koyuyor. Bu işin içinde inanılmaz bir kar marjı var. Bu işlerin devlete rağmen yapılmadığı ortadadır.
Deutsche Welle’nin verilerine göre 2021 itibariyle Türkiye’de 294 bin 604 uyuşturucu işi bağlantılı şüpheli yakalandı. 2020 yılına oranla artış %35,5 olarak görünüyor. Cezaevlerinde 100 bin civarında uyuşturucuyla ilintili suçlardan tutuklu hükümlü olduğu yine rakamlar arasında. Yine aynı ajansın raporuna yansıyan, Türkiye’nin klasik denebilecek uyuşturucu madde ticaretinde de dünyada, özellikle güneydoğu Avrupa ve Ortadoğu’da oynadığı rolün artması. Avrupa’ya giren uyuşturucunun %70’inin Türkiye ve Balkan rotası üzerinden nakledildiği bilgisi yine çok endişe verici. 2021 yılında emniyetin ele geçirdiği eroin miktarı 22 bin 202 kilogram. Bu oran da 2020 yılına oranla %61,1 artmış. Daha yüksek oranlar kokain ve esrar konusunda da karşımıza çıkıyor. Yukarıda bahsettiğim met konusu ise en endişe verici durum.
Ben genellikle demokrasi, insan hakları, kimlik siyaseti ve dış politika gibi uzmanlık alanlarımda yazıyorum. Fakat Türkiye’deki rejimin bir de bu boyutu var. Bu boyut diğer konulara oranla çok daha nesnel yaklaşılabilecek bir alan. Çünkü uyuşturucu konusunun ne ideolojiyle veya dünya görüşüyle, ne de siyasal çıkarlarla ilgisi var. Ülkenin gençliğini topyekûn tehdit eden, Türkiye’yi en dipten, mikro sosyolojik olarak çürüten bir tabloyla karşı karşıyayız. Bu konunun partiler üstü reflekslerle ele alınması ve bir an önce bir eylem planının oluşturulması lazım. Sanırım seçimlerde – rejimsel meselelerden bağımsız olarak – bu konunun gerek muhalif partiler arasında, gerekse de toplumun daha geniş kesimleriyle, sivil toplumla, üniversitelerle beraber gündeme taşınması gerekiyor.
Uyuşturucu konusunda rejimin kendisini yeniden üretmeye yarayan bir finansal kaynak yarattığı gerçeğinin göz ardı edilmemesinin önemini burada vurgulamak isterim. Bu rejimin tutunması için etrafındaki oligarklar kadar diğer orta ve küçük menfaat sahibi kitlenin de belli bir finansal girdiyle kendilerine bağlanması çok hayati. Medya kontrolünü, besleme seçmenleri, aksiyonerlerini, cemaatleri ve irili ufaklı şirketleri bu yolla kendilerine bağlıyorlar. Dolayısıyla bu parasal kaynakların gayrimeşru atardamarlarını kesmek, muhalefetin görevi. Kılıçdaroğlu bu konuda elinden geleni yapıyor. Ama İYİP başta olmak üzere diğer partilerin de üzerlerine düşeni yapmaları gerekiyor. Hatta MHP ve AKP içindeki duyarlı insanları da kapsayıcı bir bilgilendirme faaliyeti ve eylem planı stratejik olarak yapılması gerekendir.
Kemal Peker’in açtığı yoldan yürüyor. Peker’in dediklerini tekrarlıyor. Daha önce hiç duymadığı şeyler bunlar. Son günlerde muhalefet yapıyormuş gibi görünmek için çabalıyor. Çünkü oylar arttırılmalı. Ama olmuyor. Çünkü rejime dokunmuyor.
Kleptokrasi dediğimizde rejimi dışlamış oluyoruz. Yani mit, emniyet, jandarma, yargı tartışmaya açılmamış oluyor. Konu SS ya indirgeniyor. Kemal her zaman ki gibi yine hile yapıyor. Sanki duyarlı biri gibi davranıyor. Halbuki kleptokrasi 15 temmuz yıllarında da vardı. Kanlarında banyo yapacaklardı. Mafya miting meydanına çıkmıştı. Şimdi aynı mafyayı Kemal kullanıyor.
Öncesinde Tayyip kullanmıştı. Hem muhalif hem iktidar Pekere bağlı yaşıyormuş gibi. Pekeri önce Tayyipin yanına soktular. Meğer bu bir tuzakmış. Şimdi sanki itirafçı kılığında Kemal, Peker’i konuşturuyor. Peki Peker hiç rejimden bahsediyor mu? Bu kleptokrasi nasıl olıyor? Hangi mekanizmayla oluyor, keşke bunları da anlatsalar.
Peker falan o dönemde hikaye uydurdular. Kemalde katıldı buna. Tayyip ne dedi “bir azınlık” dedi. Emniyetin içi boşaltıldı. Kleptokrasi yaşanırken Kemal polislere sövüyordu. Şimdi Kemal mafya konusuna girdi. Çünkü adamı olan Peker bu alanda ona yol açıyor. Zaten o yüzden kleptonun karşısına mafyayı yani Peker’i çıkardılar.
Pekere karşı Tayyip. Bütün mesele iki isme indirgendi. Kemal mafyanın iddialarını siyasete taşıyor. Ama polislerin iddialarını nedense taşımıyor. Maksat mafya eleştirisi değil, dedikodu yapmak, Pekerin arkasına saklanarak.
Haftada 5 bin, yılda 260 bin mi yapıyor? Ooo bir hayli çokmuş…