Türkiye-ABD ilişkilerinde dönüm noktası: Marshall Yardımı

YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU 

Amerikan seçimlerini Demokrat Parti adayı Joe Biden’ın kazanmasıyla birlikte AKP iktidarının gerek iç politika gerekse dış politikaya dair söylemlerinde önemli değişiklikler ortaya çıktı. İçeride demokrasi, hukuk devleti, dışarıda da ABD ve Avrupa’ya yönelik “Türkiye’nin Batı ittifakının bir parçası” olduğu vurguları öne çıktı.  

Bu değişikliğin Erdoğan yönetimi açısından mantıklı gerekçeleri bulunduğunu tahmin etmek zor değil. Biden’ın göreve başlamasıyla birlikte izlenmesi beklenen politika, Erdoğan rejimini böyle bir politika değişikliğine zorluyor. Özellikle son yıllarda Türk dış politikasında yaşanan gelgitler, ABD’nin Türkiye’ye karşı yeni dönemde nasıl bir politika izleyeceğine dair meraklı bekleyişlere neden oluyor.

Türk-ABD ilişkilerinin bu seyri akıllara Türkiye’nin denge politikasında ABD’nin öne çıktığı II. Dünya Savaşı sonrası yılları getiriyor ve haliyle o döneme damgasını vuran Truman Doktrini ve Marshall Planı’nı bir kez daha hatırlanmasını zorunlu hale getiriyor.

YENİ DÜNYA VE TÜRK SİYASETİ

Türkiye II. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmayı başarsa da savaş sonunda Sovyet tehdidiyle karşı karşıya kalmış ve 1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgaline kadar götürülebilecek “denge politikası” gereğince yeni bir güce yaslanma ihtiyacı duymuştu.

Bu güç savaşı sonrasında dünya liderliğini İngiltere’den devralan ABD idi. ABD de Yunanistan İç Savaşı dolayısıyla bölgeye yoğunlaşmış ve Yunanistan’la birlikte Türkiye ile de ilgilenmeye başlamıştı.

İlişkilerde ilk önemli adım, on altı ay önce vefat eden Türkiye’nin Washington büyükelçisi Münir Ertegün’ün naaşının Amerikan donanmasının en büyük zırhlılarından Missouri ile İstanbul’a gönderilmesi oldu.

Missouri’nin gelişi, Sovyetlerin boğazların statüsünün yeniden belirlenmesi teklifine bir cevap niteliği taşımaktaydı. ABD’nin bu jesti Türkiye’de büyük bir sevinç meydana getirmiş, posta pulları basılmış, “Missouri sigaraları” bile üretilmişti.

Türkiye II. Dünya Savaşı yıllarında ABD’den 95 Milyon ABD Doları değerinde yardım almıştı. 1945 yılında ABD ile bir antlaşma yapılmış ve alınan teçhizat ve silahların mülkiyetinin ABD’de olduğu ve ABD’nin istemesi halinde iade edileceği belirtilmişti. Bu madde sonraki antlaşmalarda da yer almıştır. Daha sonra ABD savaş yıllarında Türkiye’ye verdiği borçların tamamını silerek bir jest yapacaktır.

Türkiye Batı ittifakına yönelerek Sovyet tehdidinden kurtulmayı amaçlıyordu. Ancak Komünist Blok’la Batı’nın bazı temel farklılıkları vardı. Bunların başında komünist rejimlerin birer tek parti rejimi olmalarına karşılık Batılı devletlerin çok partili demokrasiyi ve kapitalist ekonomiyi benimsemeleri gelmekteydi.

Türkiye bunun bir sonucu olarak ve iç faktörlerin de etkisiyle çok partili demokrasiye geçmeyi vaat etti. Bu süreç ilk çok partili seçimlerin 1946’da yapılmasıyla ve 1950 seçimlerine kadar giden süreçte seçimlerin serbest bir şekilde yapılmasına imkân verecek düzenlemelerin gerçekleştirilmesi ile devam etti ve bu dönüşüm 14 Mayıs 1950’de CHP’nin seçimleri kaybederek “Beyaz İhtilal” sonucunda iktidarı DP’ye devretmesiyle sonuçlandı.

Özellikle DP’nin başındaki Celal Bayar’ın Atatürk devrinden itibaren “liberal” kimliğiyle öne çıkması, piyasa ekonomisine geçerek uluslararası piyasalarla uyumlu hale gelecek Türkiye için Amerikan desteği açısından önemli bir faktördü. Zaten DP’nin hedefi de Türkiye’yi “küçük Amerika” yapmaktı.

TRUMAN DOKTRİNİ

Türkiye’nin ABD ile yakınlaşmasında en önemli aşamalardan birisini Truman Doktrini oluşturmuştur. Truman, Sovyetlerin İran ve Polonya’da izledikleri politikalar sonrasında çözüm arayışına girmiş ve bu politikanın bir parçası olarak Türkiye’yi desteklemeyi Amerikan çıkarlarına uygun bulmuştur.

Başkan Truman, 12 Mart 1947’de Kongreye sunduğu bildiride “ABD’nin dış baskılarla karşılaşan özgür milletleri destekleme politikasına sahip olması gerektiğine inanıyorum” diyerek Sovyet tehdidi altında bulunan ülkelere yardım etme siyasetinin sinyallerini verdi.

Daha sonra Kongre’de yaptığı konuşmada Yunanistan’a içinde bulunduğu şartlar dolayısıyla yardım yapmanın zorunlu olduğunu, Türkiye’nin de bağımsızlığını koruması ve ekonomik gelişmesi için desteğe ihtiyaç duyduğunu belirtti.

Truman’a göre bu yardımlar, ABD’nin demokrasi idealleri çerçevesinde dünya demokrasilerinin ve milletlerin özgürlüklerinin desteklenmesi esasına dayanıyordu. İki devlete toplam 400 milyon dolar yardım yapılmasını teklif eden Truman, ABD’nin bu yardımların bedelini fazlasıyla alacağını söylemekteydi.

“Truman Doktrini” adıyla adlandırılan bu politika, Amerikan dış politikasının temel esaslarından birisi oldu. Doktrin, o dönem Amerikan basınında yer alan ifadeyle “Kızıl Tehlikeye” karşı mücadeleyi yani Soğuk Savaş dönemini ve NATO, OECD gibi örgütlerin kuruluş sürecini başlatıyordu.

Kongrede yapılan en büyük eleştiri, Türkiye’de “korunacak bir demokrasi olmadığı”, yardımların otoriter rejimi güçlendireceği ve Ermeni olaylarının acısının çok yeni olduğu şeklindeydi. Yardıma destek verenler ise artık Türkiye’de çok partili bir demokrasi olduğunu, yardım sayesinde sistemin daha kolay yerleşeceğini ileri sürdüler. Sonuçta teklif kabul edildi ve Yunanistan’a 300 Milyon, Türkiye’ye de 100 Milyon yardım yapılması aşaması başladı.

1947 ANTLAŞMASI

Süreç, 12 Temmuz 1947’de Ankara’da imzalanan yardım antlaşmasıyla sonuçlandı. Osmanlı’nın son döneminde sürekli şikâyet edilen ve ancak Lozan Barış Antlaşması’nda kaldırılan kapitülasyonlar ve Düyun-u Umumiye tecrübesinden sonra bu antlaşma aslında bir nevi “vesayet antlaşmasıydı”. Ancak Sovyet tehdidi nedeniyle İnönü ve ekibinin başka bir alternatifi yoktu.

İlginç hükümlerden birisi, yardım olarak verilecek malzemenin ABD’ye ait olması ve amacı dışında kullanılmasının yasaklanmasıydı. Bu durum sonraki yıllarda özellikle Kıbrıs sorununda Türkiye’nin başını ciddi şekilde ağrıtacaktır.

Amerikan yardımları bundan sonra bir plan dahilinde devam etti ve 1951 yılına kadar 400 milyon doları buldu. Böylece Türk ordusu Amerikan desteğiyle Sovyet yayılmacılığına karşı “Batı dünyasının ileri karakolu vazifesini” üstleniyordu.  

MARSHALL YARDIMI

Truman Doktrini sonrasında ABD’de bu kez de Avrupa’nın ekonomik olarak güçlendirilmesine yönelik olarak “Marshall Planı” gündeme geldi. Planın gerekçesi, Avrupa’yı güçlendirerek Sovyet yayılmasını durdurmaktı. Avrupa’nın ekonomik durumunun iyileşmesiyle, ABD’nin üretimi ve ekonomisi de kaybettiği imkanlara yeniden kavuşacaktı.

ABD Dışişleri Bakanı Marshall’ın ortaya attığı bu düşüncenin sonucunda Avrupalı devletlerin hatta Sovyetlerin de katılımıyla Paris’te bir toplantı yapıldı. Sovyetlerin toplantıyı kısa bir süre sonra terk etmesi sonrasında geri kalan on altı devlet ihtiyaçlarını gösteren raporları ABD’ye sundular.

Türkiye de ABD’den ekonomik kalkınma için yardım talebinde bulunduysa da ABD bunu, Marshall Planı’nın amacının savaşta büyük bir yıkımla karşılaşan Avrupa devletlerinin kalkındırılması olduğu gerekçesiyle reddetti. Amerikalı uzmanlar, Türkiye’nin 245 milyon dolarlık altın ve döviz stoku olduğunu ve dış ticaret dengesinin diğer Avrupa devletlerinden daha iyi bir durumda olduğunu belirttiler.

ABD, Avrupa’yı yeniden kalkındırırken Türkiye’ye bu ülkelere hammadde ihraç etme misyonunu belirlemiş, bunun için de tarım ve madencilik alanlarında kullanılacak aletler, nakliye kamyonları, petrol ürünleri göndermeyi kararlaştırmıştı.

Türkiye’nin Marshall Planı’na dahil edilmemesi büyük bir şaşkınlığa neden olmuş ve tepkiler hükümet üzerinde yoğunlaşmıştı. Türk hükümeti doğrudan ABD’ye başvurarak Plan kapsamına alınmasını talep edince Amerikalılar bu sefer olumlu cevap verdiler. Bu amaçla ABD ile Türkiye arasında bir “Ekonomik İş birliği Anlaşması” yapıldı.

Antlaşmaya göre Türkiye bu plandan “hibe, ödünç ve teknik yardım” olarak yararlanacaktı. Hibeler geri ödenmeyecek ancak ABD’nin uygun gördüğü alanlarda kullanılabilecekti. Ödünç olarak verilenler dört yıl sonra faizi, otuz beş yıl süreyle de ana parası olmak üzere geri ödenecekti. Ayrıca “tiraj hakları” adı verilen bir kalem altında dolaylı yardım yapılacaktı. Diğer yardım şekli ise teknik yardım olup gerek ABD gerekse Türkiye’den uzmanların yapacakları staj, teknik geziler gibi faaliyetlerin masrafları ABD tarafından karşılanacaktı.

Türkiye bu kapsamlar dahilinde Marshall yardımlarından faydalandı. Bu yardımların toplamı 352 milyon dolardı. Aslında bu rakam diğer Avrupa devletleriyle mukayese edildiğinde çok azdı ve Türkiye, Marshall yardımlarının sadece yüzde 3,6’lık kısmını almıştı.  

HER ŞEYİN BİR BEDELİ VAR

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında karşılaştığı “yalnızlıktan” ve Sovyet tehdidinden ABD ile iyi ilişkiler kurarak kurtulabildi. Bu sayede diğer taraftan da askeri, ekonomik ve sosyal sıkıntılarını ABD’nin destek ve yardımlarıyla çözmeye çalıştı.

Türkiye, plan çerçevesinde tarıma yapılan yatırımlar sayesinde 1953’te ilk defa buğday ihracatçısı oldu. Yine demiryolları ihmal edilse de karayollarına büyük yatırımlar yapıldı.

Elbette bunların bir maliyeti vardı. İnönü iktidarı, Batı ittifakına dahil olabilmek için yirmi üç yıldan beri devam eden tek parti rejimi yerine çok partili rejime geçmek ve hürriyetleri genişletmek zorunda kaldı. Nitekim CHP, “hileli” 1946 seçimlerinde olmasa da 1950 seçimlerinde yirmi yedi yıldır elinde tuttuğu iktidarı da kaybetti. 

Türkiye askeri yardımlarla ordusunu güçlendirse de Amerikalıların karşılıksız verdiği malzemelerin onarım ve bakımına çok fazla masraf yapmak zorunda kaldı. Bu durum altın ve döviz stoklarının erimesine yol açtı. Diğer yandan Amerikan malları hızla ülkeye girdi ve Türkiye’de “Amerikan hayat tarzı” hızla yayıldı.

Bu iş birliğinin diğer bedeli ise sadece askeri değil dış politika yönünden de Türkiye’nin ABD yörüngesine girmesi, örneğin İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olma, Cezayir’in bağımsızlığı için BM’de yapılan oylamada ret oyu verilmesi gibi sonraki yıllarda çok eleştirilen uygulamalar yapmasıydı. Soğuk Savaş yıllarında Sovyet tehdidine karşı “bekçilik” görevi yapan Türkiye zaman zaman çok ağır tehditlere de maruz kaldı.

Sonuçta Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında zorunlu bir tercih yapmış ve bunun iç ve dış siyasette farklı yansımaları olmuştu. Bugün de AKP’nin yeniden ABD’nin dostluğunu ve Batı’nın bir parçası olduğunu hatırlamasının öncelikle ekonomik krizin de etkisiyle Batı’nın desteğini yeniden kazanmaya yönelik olduğu ve Türkiye’de bazı değişimlerin başlangıcı olabileceği anlaşılıyor.

***

Kaynaklar: B. Ertem, “Türkiye ABD İlişkilerinde Truman Doktrini ve Marshall Planı”, BAU SBE Dergisi, 2009, C. 12, S. 21; F. Armaoğlu, Siyasi Tarih 1914-1980, İstanbul, Alkim, 2005; B. Oran (Ed.), Türk Dış Politikası I, İstanbul, İletişim, 2009; C. Topal, “Soğuk Savaşın İlk Yıllarında Türkiye-ABD İlişkilerinde Ekonomik Yardımların Etkisi”, Sosyal Bilimler Dergisi, 2013, S.6; V. Gürbüz, “Türk-Amerikan İlişkilerinde İttifak Sürecinin Başlaması”, SÜ SEAD, 2010, S. 19.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin