YORUM | Prof. Dr. SALİH HOŞOĞLU
Her yıl Kasım ayının altısında Türkiye’de bir YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu) tartışması yaşanır. Bir kısım ultra özgürlükçü(!) çevreler YÖK’e hücum ederler. Bu çevreler genellikle muhalefette olanlardır, ama iktidara gelip elleri YÖK’e yetince bu eleştiriler biter elbette. Gene başka bir kısım çevreler YÖK’ün dinciliğin yayılmasına katkı yaptığını vs iddia eder. Ama bunların hepsi konjonktürel eleştirilerdir, sırf dostlar alışverişte görsün diye yapılır. Asıl şikayet YÖK’ün ve bütün üniversitelerin kendi kontrollerinde olmamasındandır. Maalesef Türkiye’de toplumsal bilinç “üniversite” kavramına henüz aşına olamamıştır. Bu medyada köşe tutanlarda ve aydın bilinenlerde de büyük oranda farklı değildir.
Türkiye’de günümüz itibarıyla 129’u devlet üniversitesi, 77’si vakıf üniversitesi olmak üzere toplam 206 üniversite bulunmaktadır. Gene şu anki resmi rakamlara göre bu üniversitelerde öğretim üyesi (27 bin 117 profesör, 15 bin 741 doçent ve 39 bin 629 doktor öğretim üyesi (eski deyimle yardımcı doçent), öğretim görevlisi ve araştırma görevlisi olarak toplam 168326 akademik personel görev yapmaktadır. Akademik personel sayısı son bir yılda onbin kişi artmış görünmektedir. Yüksek öğretimdeki öğrenci sayısı ise 7 milyon 740 bin 502 olarak kayıtlara geçmiş durumdadır. Öğrenci sayısı da bir önceki yılda 7 milyon 560 bin 371 olduğuna göre yaklaşık 180 bin artış göstermiş bulunmaktadır. Rakamların büyüklüğüne bakılırsa üniversitelerdeki durum Türkiye için gurur verici bir tabloya işaret ediyor diyebiliriz. En azından sokaktaki vatandaş bu rakamları duyunca “vay canına, ne büyük memleketiz biz” diyebilir.
“Üniversite eğitimi” gelişmekte olan ülkeler için de gelişmiş ülkeler için de adeta sihirli bir sözcüktür. Benim çocukluğumda (1970’li yıllar) çevremizde hiç üniversite mezunu insan yoktu dersem maksadım belki daha iyi anlaşılabilir. Zamanla bu sayı arttı ve üniversite mezunu olmak kısmen eski cazibesini kaybetti. Ancak hala iyi bir üniversite eğitimi toplumda dikey olarak yükselmenin temel dinamiklerinden biri olmaya devam etmektedir. Gelişmiş ülkelere baktığımızda oralarda da üniversite eğitiminin birçok kapıyı açan bir anahtar hükmünde olduğu görülebilir. Üniversite eğitiminin kıymetinin adeta dip yaptığı ülkeler olarak eski Sovyet ülkeleri dikkat çekmektedir. Sovyetler döneminde üniversite eğitimi çok saygın bir yere sahip iken, ülkenin son dönemlerinde yaşanan yıkımlar ve daha sonraki dönemde eğitimin yozlaşması gibi faktörlerin de katkısı ile üniversite mezunu olmak adeta anlamını yitirdi. Birçok eski Sovyet ülkesinde çok sayıda üniversite mezunu kendi eğitiminin dışında bir alanda hayata tutunmaya çalışmakta yada başka ülkelere göç ederek oralarda iş aramaktadır. Üniversite bitirmenin anlamsızlaşmasının temel nedenlerinden biri verilen eğitimin ülkede ihtiyaç duyulan kalifiye kişileri yetiştirmemesidir. Diğer bir neden ise ülkede bu eğitimli kişileri istihdam edebilecek ekonomik faaliyet alanlarının olmamasıdır.
Türkiye’de yeni üniversiteler açma gayreti her zaman takdirle karşılandı ve uzun zaman üniversitelerimiz istenilen sayıya ulaşamadı. Ancak nüfus artış hızının da azalması ile ikibinli yıllarda üniversite sayısında doyum noktasına yaklaşıldı. Son on yıllık süreçte ise birçok başka alanda olduğu gibi AKP Hükümeti’nin yaptığı müdahaleler ile adım adım ülke gerçekleriyle üniversiteler birbirinden koptu. Türkiye eski Sovyet Ülkelerindekine benzer bir “yüksek öğrenim değer kaybı” yaşıyor denilebilir. Özellikle AKP iktidarının “her ile üniversite” mottosu ile giriştiği yeni üniversite açma gayreti hiç bir ciddi hazırlığa dayanmıyordu, tamamen popülist idi ve oy devşirmeyi hedefliyordu. Nitekim bu konuda oldukça başarılı da oldu. İşin daha vahimi konu iktidarla sınırlı kalmayıp tek kelimeyle “yerel oy avcılığı” düzeyine indirildi. Her etkili kişi (bakan, milletvekili, bürokrat, siyasete girmeye karar veren rektör vs.) kendi seçim çevresindeki üniversiteye çok öğrenci alan (eğitim fakültesi gibi) yada hizmet üreten (tıp, diş hekimliği gibi) fakülteler kazandırma gayretine düştü. Adeta kasabalara kadar İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi açıldı. Çok sayıda İşletme, İktisat, Uluslararası Ticaret bölümleri açılarak öğrenci alındı. Sayısını bilemediğimiz kadar eczacılık fakültesi açıldı, ancak yeni açılan hiçbir eczacılık fakültesinin öğretim üyesi ve laboratuvar alt yapısı ol(a)madı. Büyük bir aşkla her üniversiteye İlahiyat Fakültesi açıldı. Gerekli ön hazırlık yapılmadan ve/veya küçük şehirlere açılan Tıp Fakültelerinin çoğu ve Diş Hekimliği Fakültelerinin tamamına yakını zayıf öğretim üyesi kadroları ve yetersiz hasta potansiyeli nedeniyle ciddi eğitim zaafiyeti yaşamaktadır. Bu karmaşada daha fazla ve yüksek fiyatlarla öğrenci almaya çalışan vakıf üniversitelerinin mezunları da eklenince kısa zamanda çok sayıda üniversite mezunu işsizimiz oldu.
Rakamsal olarak hoca ve öğrenci sayımız göğüs kabartırken ülkemizin ürettiği bilimsel makalelerin istatistiğine bakmak bizi kendimize getirebilir. Türkiye’den 2018 yılında uluslararası camianın dikkate aldığı (uluslararası kabul gören indekslere giren) dergilerde yayınlanan toplam 45 bin 582 bilimsel makale yayınlandı. Görülen o ki, öğretim görevlilerini ve araştırma görevlilerini bir tarafa bırakalım, öğretim üyeleri (profesör, doçent ve yardımcı doçentler) için bile bir öğretim üyesine bir tane bilimsel yayın düşmemektedir. Ayrıca 2016 yılı itibarıyla da akademik yayın üretmedeki artış hızı belirgin şekilde düştü. Türkiye yüksek öğretimde adeta niteliği niceliğe kurban eden bir ülke oldu. Biraz yakından bakılınca görülebileceği üzere üniversite hocalarına bile yabancı dil öğretemeyen bir sistemden başarı beklemek hayaldir. Bilim felsefesinden habersiz, okumayan ve yaz(a)mayan hocalarla yürütülen üniversitelerden elbette yüksek kalitede mezun alamayız. Doğru dürüst araştırma merkezi denebilecek hiç bir birimi olmayan bu kurumların çok azı üniversite adını almaya hak kazanmaktadır. Akademik özgürlük, üniversal bakış açısı gibi konulara hiç girmiyoruz bile.
Türk yüksek öğretim sisteminde en çok tartışılan hususlar; kimin rektör olduğu/olacağı, üniversitelerde ihaleleri kimin alacağı ve kadrolara eleman alınırken kimin referanslarının geçerli olacağıdır. Öğretim üyesi yetiştirmek için merkezi sınavla yurtdışına gönderilen gençleri bile, sırf kendi adamları değil diye, burslarını iptal edip geri çağıran zihniyetin üniversitelere hangi katkıları yapmasını bekliyoruz. Bu hukuksuzluğu daha önce Kemal Gürüz yapmıştı, son üç yılda Gürüz’ün yaptıklarının onlarca kat fazlasını şimdiki iktidar yaptı. Bu şartlar altında Türkiye’den çok sayıda akademisyeni dünyanın başka yerlerine göçe zorladılar ve bu süreç uzun zaman devam edecek gibi görünüyor.
Kaynak: https://www.scimagojr.com/countrysearch.php?country=tr