YORUM | YAVUZ ALTUN
Rivayet o ki, başbakanlığı sırasında sorulan “Kırat ne zaman şahlanacak?” sorusuna merhum Süleyman Demirel “Şahlanacak ama ‘tay’lar bırakmıyor ki!” diye cevap vermiş. Kastettiği ‘tay’lar: Danıştay, Yargıtay ve Sayıştay.
Bu kurumların kökeni Osmanlı’nın Tanzimat Devri’nden öncesine kadar uzanıyor. II. Mahmut tarafından 1837’de kurulan Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye, bugünkü Danıştay ve Yargıtay’ın temelini oluşturuyor. Daha sonra, 1868’de iki kısma ayrılan kurum, Tanzimat döneminde bürokrasinin güç kazanmasıyla birlikte daha da önemli hâle geliyor.
İleride Danıştay hâlini alacak olan Şûra-yı Devlet, adından da anlaşılabileceği üzere, hükümet işlerinin danışılması ve bunlara hukukî bir denetim getirilmesi için toplanıyor. Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye ise bir çeşit temyiz mahkemesi olarak iş görüyor. Bu modern kurumsallaşma aynı zamanda Osmanlı’nın ilk kuvvetler ayrılığı denemesi.
1862’deki Divan-ı Âli-i Muhasebat — ki ilk başkanlığını meşhur Ahmet Vefik Paşa yapmıştı — bugünkü Sayıştay’ın temelini oluşturmuş ve idarenin harcamalarını denetlemek üzere kurulmuştu.
Tıpkı büyüyen aile şirketlerinde olduğu gibi, bir aile imparatorluğu hüviyetindeki Osmanlı’nın da “kurumsallaşması” gerekiyordu ve bütün bu kurumlar, ilk Anayasa olan Kanun-i Esasî’nin (1876) de tohumlarıydı. Zira bir anayasal çerçeve çizip bu kurumların kişilerden bağımsız hâle gelmesini sağlamazsanız, sürekliliği ve böylece öngörülebilirliği garanti altına alamazsınız.
Anayasa yapmanın bir diğer gerekçesi ise, Norveçli sosyal bilimci Jon Elster’e göre, bir anlamda “kendini sınırlamak”. Peki bir güç neden kendisini sınırlama ihtiyacı hisseder? Elster, bunun nasıl rasyonel bir davranış olduğunu şu hikâyeyle açıklıyor:
Homer’in Odysseia’sı, meşhur yolculuğunun bir yerinde, “Siren” adı verilen deniz yaratıklarının arasından gemisiyle geçecektir. Sirenlerin sesini duyanların kendilerini kaybettikleri bilinir. Bu sebeple Odysseia, gemideki herkesin kulaklarına balmumu tıkar ve kendisini de geminin ana direğine sıkıca bağlatır.
Elster için, anayasa yapmak, gücün cezbeden yozlaştırıcı etkisine karşın, böyle bir tedbir almaktır.
“Kabaca; sınırlanmayı seçenler, kendilerini ihtirastan, tercih/öncelik değişiminden ve karar verme anına bağlı zamansal tutarsızlıklardan korumak isteyebilirler. Bunu, yapılabilecekler arasından bazı seçenekleri kaldırarak, onları daha masraflı/meşakkatli hâle ya da sadece belirli bir ertelemeden sonra mümkün hâle getirerek ve o seçeneklerin varlığıyla ilgili bilgiden kendilerini mahrum bırakarak, gerçekleştirirler.” [Jon Elster, Ulysses Unbound]
Bu rasyonel, makul tercihe rağmen, insanlar, hele ki belirli bir gücü elinde bulunduran yöneticiler, iradelerine ket vurulmasını istemezler. Dahası, böyle bir engelden ötürü öfkeye kapılırlar.
Nitekim Elster de, Odysseia benzetmesini yaptığı ilk kitabından sonra, ikinci bir kitap daha yazmış ve anayasa yapanların, kendileri hariç herkesi bağlamak niyetinde olduğuna inanmaya başladığını itiraf etmişti.
Gücü, otoriteyi ve/veya yönetimi elinde tutanlar, “icracılık” adı altında, kendi yöntemlerini meşrulaştırırken, muhalifleri ve aksi görüş beyan edenleri ise “istemezükçü” ilân ederek bertaraf etmeyi denerler. Hesapsız icracılık, fütursuz aksiyon, yönetici pozisyonundakilere hususî bir şeytan varsa eğer, onun ilk fısıltılarını teşkil eder bana kalırsa.
Bir yere baraj yapılacak diyelim. Baraj çok faydalı bir şeydir değil mi? O hâlde barajın yapılacağı bölgedeki insanlara sormaya, çevresel etkileri hususunda bilim insanlarına danışmaya, maliyetiyle ilgili görüşleri dinlemeye ne gerek var ki? “Baraj yapmamızı istemiyorlar!” dediniz mi, iş çözülüyor.
Halk arasında “şoförün işine karışılmaz” şeklinde bir deyiş vardır. O an arabaya ve yola odaklanması gereken şoförün dikkatini dağıtırsanız, kaza yapma ihtimalini arttırabilirsiniz. Pratik bir söylem. Peki ya şoför arabayı uçuruma doğru sürüyorsa?
2015’te Cumhurbaşkanı Erdoğan “Başkanlık sistemi” için halkı ikna etmeye çalışırken şöyle demişti:
“Patinaj yapıyoruz, patinaj. Sürekli patinaj yapan bir arabayı yürütmeye çalışmak için harcanan güç israftır. Çünkü hemen yanında aynı güçle, aynı imkanla çok daha hızlı, verimli şekilde ilerleyebileceğimiz bir yol var. İşte bu yol; yeni anayasadır, başkanlık sistemidir. Bu sistem bizim kadim devlet geleneğimizin gereğidir.”
2002’den itibaren “vesayet” şikayetiyle yolunu bulan Erdoğan, bütün engelleri bertaraf ettikten sonra, “verimsizlik” diye bir şey icat etti.
Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde hükümete yakın medyada, “çift başlılık” konuşuluyor, bunun, politika üretmekte ne kadar da “verimsiz” bir durum olduğu vurgulanıyordu. Hatta bu teoriyi desteklemek için, Binali Yıldırım’a “düşük profilli” başbakan bile dendi.
Ama yetmedi. Cumhurbaşkanlığı sistemi getirildi. 2017’deki referandum, 15 Temmuz gibi devasa bir vakanın rüzgârına rağmen, ancak yüzde 52 ile kotarılabildi.
Şimdi bir hayli verimli olması beklenen cumhurbaşkanlığı sistemi var. İcra makamı, yani cumhurbaşkanı ve kabinesi, hemen her türlü denetleme mekanizmasından uzakta. Bakanlar, teknokrat hüviyetinde, neredeyse sadece cumhurbaşkanına karşı sorumlular. Meclis, adam akıllı yasama denetimi bile yapmaktan aciz.
Tay’lar pasifize edilmiş durumda. Daha modern bir kurum olan Anayasa Mahkemesi, kararlarını yerel mahkemelere uygulatabilmek için kırk takla atıyor. Yargıtay ve Danıştay içtihatları, yerel mahkemenin keyfine bırakılıyor. Sayıştay, bir köşe yazarı gibi hükümetin yolsuzluklarını sıralamaktan öteye gidemiyor, hiçbir yaptırım kuvveti yok.
Cumhurbaşkanı hükümetinin icraatının karşısında “muhalefet” diyebileceğimiz yegâne unsur “ahalinin huzursuzluğu”. Yani II. Mahmut öncesine dönüş. Zaman zaman sosyal medyada yükselen sesler, bazen bazı konularda geri adım atılmasını sağlayabiliyor.
Ama onun da bir sınırı var.
Elazığ depremi vesilesiyle bir anda ahali, “deprem vergileri nerede?” diye sormaya yeltenince, Erdoğan şöyle karşılık verdi:
“Soruyorlar şimdi. Başbakanlığım ve Cumhurbaşkanlığım döneminde bir para hangi amaç için toplanmışsa bugüne kadar o gaye için harcanmıştır. Onun dışında bir yere biz bu tür paraları harcama diye bir tavrın içinde olmadık, olmayız.”
Halbuki Erdoğan yönetimi bizatihi toplanan paraların amacı dışında kullanılmasıyla meşhur. Üstelik bunu “kamu kaynaklarının daha etkin kullanılması” ile açıklıyor.
Hemen bir örnek verelim. Ekim 2018’de İşsizlik Fonu’ndan kamu bankalarına 11 milyar TL aktarıldığı haberleri basına yansıdığında, Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın şöyle demişti:
“Kamu fonları devletin içerisinde zaman zaman farklı yerlerde kullanılmıştır. Geçmişte de bu oldu. Özal döneminden beri bu tür uygulamalar yapılmıştır, AK Parti dönemlerinde de yapılmıştır. (…) Buradan daha farklı anlamlar çıkartılması doğru olmaz. Tam tersine, aslında bu kamu kaynaklarının daha etkin kullanılması anlamında atılmış bir adım. Burada herhangi bir kayıp, risk söz konusu değil.”
Denge ve denetleme mekanizmalarının aradan çıkarılmasının “verimlilik” olarak algılandığı bir yönetimin, muhalefetten hoşlanmaması da normal.
Ne yazık ki, bu görüş Türkiye’ye ya da Erdoğan hükümetine özgü değil. Çin’den, Rusya ve Venezuela’ya kadar otoriter tutum sergileyen hemen her hükümet benzer düşüncelere sahip.
Mao’nun “politika kansız savaştır” düsturunun kökenleri de bir hayli eskiye dayanır. Hatta tarihçi Ahat Andican’a göre toplumu militarist bir biçimde örgütlemenin en etkili “savaş taktiği” olduğu fikri, Timur’a kadar uzanır. Rusya’nın bugün yürüttüğü Hibrit Savaş stratejisi de ilhamını buradan almıştır.
Eğer hayatı bir mücadele/savaş olarak okuyorsanız, örgütlenme/toplumsallaşma biçiminiz de, herkesin asker ya da müstakbel savaşlarda verilecek zayiatlar olduğu bir toplum modeline dayanır. Fertler değil, topluluk/millet önemlidir.
Burada herkes “lider” ya da “yönetici elit” için vardır. Varlığı, devletinin varlığına armağandır. Aykırı fikirler, karşıt görüşler zaman kaybıdır. Siz sıradan insanlardan beklenen tek şey, yönetici elitin işlerini kolaylaştırmaktır. Fikir özgürlüğü, hür basın, insan hakları gibi kavramlar anlamsızdır. Akla değil, duygulara hitap etmek amaçtır.
Böyle bir yönetimin ne kadar kırılgan, alıngan ve paranoyak olduğunu tarih kitapları yazıyor. Her şey iyi giderken, kazancınız fazlayken, işlerin “verimli ve hızlı” yürüdüğünü düşünebilirsiniz.
Fakat en ufak bir krizde, alternatif fikirleri susturduğunuz için derin bir pişmanlık yaşarsınız.