AKP’nin tek başına iktidarı kaybettiği 7 Haziran seçimlerinden önce Tayyip Erdoğan’ın iki siyasi söylemi kayıt altına alındı. İlki, “400 milletvekilini verin ve bu iş huzur içinde çözülsün” sözleriydi. İkincisi ise seçimlerden bir hafta önce TRT’deki konuşmasıydı. Orada, “Başkanlık tartışmasını meydanlarda bulamadığını sadece kendisinin gündeme getirdiğini” söyledi. Yani Başbakan Ahmet Davutoğlu o gün çiziği yemişti aslında. Ancak 1 Kasım seçimlerinde Erdoğan’ın müdahalelerine rağmen Davutoğlu, partinin başında seçim kazanan Başbakan olarak bir müddet daha kaldı/kalabildi.
MİLLET 400’Ü VERMEYİNCE NELER GELDİ BAŞIMIZA…
Davutoğlu, 5 Mayıs 2016 günü 1 Kasım seçiminden sonra sadece 6 ay görev yapmasını nazara vererek “4 yıllık sürenin daha kısa sürmesi benim tercihim değildir. Zarurettir” şeklinde bir açıklama yaptı ve AK Parti’yi 22 Mayıs’ta yeni Genel Başkan seçimi yapması için 2. Olağanüstü Büyük Kongre’ye çağırdı. Mazbatayı Erdoğan’ın yeni başbakanı Binali Yıldırım’a teslim etti.
7 Haziran’dan günümüze kadar iki seçim bir darbe girişimi ve bir başarılı Erdoğan-AKP sivil darbesi yaşandı. Araya tartışılan birçok politik konu başlığı girse de ana tema hiç değişmedi: Başkanlık. Bir de oluk oluk akan kan, şehitler ve tabi insan hakları ihlalleri. Bu başkanlık Türk tipi mi olacak? Yarı başkanlık mı gelecek? Partili cumhurbaşkanlığı mı? Cevap, hiçbiri aslında. Erdoğan, “Erdoğan tipi” bir başkanlık istiyor. Halen yürüttüğü ve yönettiği devlet aygıtının tapusunu almak istiyor bir bakıma. Yaygın tanımlamasıyla, tek adama odaklı tartışmasız bir rejim değişikliği arzulanıyor.
1 KASIM VE 15 TEMMUZ’UN AYNI AMACA HİZMET ETMESİ TESADÜF MÜ?
‘Allah’ın bir lütfu’ dediği 15 Temmuz darbe girişiminin ardına gizlenmiş OHAL ve KHK’lar eliyle dizayn edilen yeni devlet, Erdoğan’ın final vuruşuna hazırlansın diye masaya Devlet Bahçeli davet edildi. Bahçeli ve Binali Yıldırım ikilisi eliyle hazırlanmış başkanlık kazanı fokur fokur kaynıyor şimdi. Ne şehitler, ne gerçek terör, ne ekonomik kriz derdinde politika. Tek dert, başkanlığı sahibine tevdi etmek.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, dün katıldığı bir canlı yayında sözü yine başkanlığa getirdi. Süleyman Demirel, Turgut Özal, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş’in başkanlığı savunduğunu, kendisinin belediye başkanlığı ile adeta başkanlık sisteminin küçük bir uygulamasından başarı(!) ile çıktığını anlattı: “Şu anda dünyada Amerika’ya bakıyorsunuz başkanlık sistemi, Rusya’ya bakıyorsunuz başkanlık sistemi; bunlar dünyadaki iki önemli örnek. Şimdi bu iki önemli örneğin çalışma sistemleri farklı. Çalışma sistemlerinin farklı olduğunu bir kenara koyalım, diyorum ki biz geleneklerimizden de esinlenerek Türkiye’ye yakışan Türk tipi bir başkanlık sistemini devreye sokalım.”
‘MHP İLE BİRLİKTE BAŞKANLIK SİSTEMİNİ GETİRECEĞİZ’
Öğlen ses geldi. Pası alan Binali Yıldırım, Trabzon’dan seslendi: “MHP’yle beraber inşallah anayasa yapacağız. Başkanlık sistemini getireceğiz. Meclis’e getireceğiz. Meclis’ten sonra iş bitmiyor. Sahibine getireceğiz. Sahibi kim? Sizsiniz. Millete gelen iş yolda kalmaz.”
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, geçen hafta önce Saray’da Cumhurbaşkanı Erdoğan, ardından önceki gün Çankaya Köşkü’nde Başbakan Binali Yıldırım ile görüşmüştü. Üçlü pazarlıktan sonra ilk net açıklama Yıldırım’dan gelmiş oldu böylece. Bahçeli, sandalye sayısı TBMM’deki oylamaya yetmeyen AKP’nin başkanlık teklifine yeşil ışık yakarak Anayasa değişikliği ve referandum kapılarını açmıştı. Bahçeli’nin ‘fiilî durumu yasaya uydurma’ yönündeki açıklamalarının mantığını ise kimse çözemedi…
OHAL VE KHK’LARLA KURULAN ERDOĞAN DEVLETİ VE REJİM DEĞİŞİKLİĞİ
Peki Erdoğan gerçekte ne istiyor? Başkanlık deyince muradı ne? 7 Haziran seçim kampanyasından bu yana konuşulanların özeti aslında şu; Erdoğan, sorumsuz, sınırsız yetkili; kontrol ve denge mekanizmalarının olmadığı tek adam yönetimi ya da parti devleti istiyor. Bu aslında 15 Temmuz darbesi bahanesiyle OHAL ve KHK uygulamalarıyla, bakanlar kurulunun Erdoğan başkanlığında toplanması, yüksek yargı ve sulh cezalarla birlikte kritik mahkeme ve adliyelerin iktidar-Erdoğan güdümüne girmiş olması nedeniyle başarılmış bir proje. Halka yeni ne sunulacak? O da Erdoğan’ın dünkü sözlerinde saklı.
Erdoğan, “Başkanlık çok daha hızlı kalkınma fırsatı verecek” diyor. Kalkınan bir Türkiye’ye kimse itiraz etmez. Tabi ortada bir demokrasi kalırsa, insan haklarına riayet edilirse, hukuk ve sermaye güvenliği sağlanırsa, kalkınma, ekonomik gelişmişlik iş yapıyor dünyada. Eksik olduğunda işler biraz terse dönüyor. Örneği çok. Liberal ekonomi terk ediliyor, ülkeler içe kapanıyor. Demokrasi, insan hakları rafa kalkıyor.
DENGE DENETİM YOK, TÜRK TİPİ BAŞKANLIKTA GÜÇLER BİRLİĞİ VAR
Meclisler, demokrasilerde en önemli kurum. Yasama, yürütme ve yargı üçlüsünün tek elde toplanması değil, güçler ayrılığı ilkesi parlamenter sistemlerin denge mekanizması olarak adlandırılıyor. Ana motor Meclis. Ancak mali-siyasi-hukuki denetim olmadan Meclis işletmek, göstermelik demokratik devletlerin harcı sadece.
Bugün uygulanan ve Erdoğan’ın fiili durumla elde ettiği ve kullandığı yetkiler, güçler ayrılığı değil, yetkinin tek elde toplanması anlamına geliyor. Rusya’daki yönetim sistemi de konunun uzmanı Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu’nun tanımlamasıyla ‘rekabetçi otoriter sistem’, yani demokrasi değil. Bizde konuşulurken konunun hep ‘güçler birliği’ne gelmesi, Amerikan tipi bir başkanlık değil, otoriter eğilimlerin öncelikli tercih olduğunun da göstergesi.
YA BENİMSİN YA OTORİTERLİĞİMİN…
Anayasayı daha demokratik hâle getirme adımları atmak yerine, eline geçeni devşirme hastalığı bulaştı AKP’ye. YÖK, kötü idi örneğin. Ancak başına Erdoğan’ın ya da AKP’nin atadıkları isimler gelince YÖK yeni bir otoriter yönetim aşamasına geçti. AYM, Danıştay, Yargıtay, MGK… Demokrasi önünde engel olarak görülüyordu, başkanları Erdoğan’a biat ettiğinde her şey süt liman oldu. Otoriter her rejimde olduğu gibi bu aygıtlar, parti devletinin emrine verildi. Kurumsal dönüşüm sürüyor halen. Son dizayn orduda yapıldı/yapılıyor.
KÜRT DEVLETİ MESELESİ, ŞEHİTLER, KAN SEYLAPLARI
Başkanlık tartışmalarının MHP kanadında ise, Kürt meselesi ve Güneydoğu sorununda Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bir tehlikeden söz ediliyor. Irak ve Suriye üzerinde yeni Kürt devleti veya devletlerinin oluşumunu durdurma diye adlandırılacak bu söylemin müşterisi de çok. Peki, başkanlık bu tehdidi nasıl ortadan kaldıracak? Üniter yapıyı tamamen ortadan kaldırıp, eyalet sistemi vb yeni yapıları konuşacak demokratik kültür MHP’de ya da AKP’de var mı? Yok. Devletin ve toplumun politik, sosyolojik altyapısı müsait mi? Hayır. Tam tersine toplum yarılmış, bin bir fırkaya bölünmek üzere. Yapılan şey ne peki? O da basit: Zaman kazanmak. Ellerindeki mevcut iktidarı kaybetmemek.
Bu arada 15 Temmuz darbe girişiminden sonra 300’e yakın şehit gelmesi, 7 Haziran’dan beri 2 bini aşmış şehit olması bu liderleri çok da ırgalamıyor. Yara derin, ülkenin evlatları kan seylabında, kifayetsiz muhterislerin siyasi geleceği adına ölüyor-öldürüyor. Ölüm, yüceltiliyor bu yüzden. Demokrasi, barış, kalkınma, İslam, din kardeşliği… Hiçbiri bu ülkenin artık kirletilmiş gündeminde sözcük değeri dışında önem taşımıyor.
PARTİ İÇİ DEMOKRASİ Mİ?
Bahçeli’nin her siyasi konuşması, ülkenin bekasını kurtarma adına yapılıyor. Kimse, parti içinde demokrasiyi sağlayamayan, parti içi muhaliflerin AK Parti desteğiyle nasıl engellendiği, niye kongre bile yaptırılmadığını sormuyor. Bahçeli’nin yaklaşık bir ay önce yaptığı ‘anayasa ve başkanlığı referandumunu millete götürelim’ çıkışı ile tetiklenen yeni süreç tüm hızıyla Erdoğan’ın istediği yönde ilerliyor.
MİLLİYETÇİ CEPHE Mİ, FAŞİZM İÇİN KOL KOLA MI?
Bu birlikteliği, yani Bahçeli-Erdoğan-Yıldırım üçlüsünün işbirliğini, 1970’lerin Milli Cephe (MC) hükümetlerine benzetenler de var. Kısmen haklı bir benzetme olabilir. Ancak dünden farkı bu cephenin ardında siyasiler var, tam manasıyla siyasi tabanların iç içe olduğunu söylemek için biraz erken. Sonu benzemesin. Milliyetçi Cephe hükümetlerinin arkasından darbe ve müdahaleler, kaos, karmaşa geldi. Bu kez darbe girişimi sonrası bir cephe var. Geniş anlamda bir MC’den değil, belki liderlerinin ikbali, istikbali için kurulmuş bir küçük ‘milliyetçilik’ dalgasını da kullanan bir işbirliğinden söz etmek daha doğru.
ELVEDA ÇOĞULCU DEMOKRASİ…
1946’da Tek Parti dönemi bitti ve çoğulcu demokrasiye geçildi. Yaygın söylemiyle millet iradesi iktidar olmaya başladı, halkın temsili arttı. Parlamenter sistem güçlendi. Şimdi ise milletin oyu ile gelmiş siyasilerin ihtiras ve projeleriyle parlamenter sistemi bitirecek, tek adam belki tek partiye evrilecek bir dönemin başlatılması kampanyası yürütülüyor.
27 Mayıs darbesinden itibaren neredeyse her 10 yılda bir bu geniş temsil, vesayet kanadının (kimi zaman asker, kimi zaman yargı) engellemeleriyle kör topal bugünlere geldi. Şimdiki tehlike ise son 3-4 yıldır yaşayarak görülmüş yakın tehlike. Nedir yakın tehlike? Tek adam ve partili cumhurbaşkanlığı uygulamalarıdır ki; 15 Temmuz darbe girişimini başkanlık için gerekçe gösterse de Erdoğan-AKP rejimi zaten fiili durumla yasama, yürütme ve yargı gücünü tek çatı altında tek adamın idaresine vererek istediğini başardı.
Peki ya yeni anayasa? Erdoğan’ın açıklamalarına bakılırsa, kendisi işin bu kısmıyla zaten ilgili değil. Neticede hangi anayasa olursa olsun dikkate almak istemediğinde çiğniyor. Anayasa’ya riayet etse, meydanlardan başlayan başkanlık kampanyası, Devlet Bahçeli’yi kafa-kola almaya dek gelebilir miydi? Normal demokrasilerde hayır. Ama Erdoğan Türkiye’sinde evet.
BÜTÜN MUHALİFLERİ BİTİRENE KADAR DEVAM
Adı konmamış ancak başarılmış bu Erdoğan tipi başkanlık sisteminde Erdoğan’ın daha alabileceği hangi yetki ve kullanmak istediği hangi güç olabilir? Bu sorunun cevabı da çok uzun değil. Hiçbir muhalif kalmayana kadar tasfiye. HDP eş genel başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile birlikte 12 milletvekili hapiste. Ses seda yok. AKP’liler hala “Sıra CHP’de” diyebiliyor. Nasılsa önlerinde bir engel kalmadı.
Erdoğan’ın ‘evin tapusunu almak istemesi’, etrafındakilere ve en çok da millete zerre güvenmediğinin göstergesi. Mağduriyetler unutulmadan, sonuca gitmek istiyor. Levent Gültekin’in tabiriyle, zaten tek adamlık yapıyor, ama Saray’ın, Köşk’ün tapusunu da üstüne geçirmek istiyor.
Bundan sonra seçmen 4 yılda bir, spor olarak sandığa gidip sonucu belli seçimler yapabilir. Diktatörlüğe hoş geldiniz.