YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
İYİP TBMM Grup Başkan Vekili, Kocaeli milletvekili Lütfü Türkkan Türkçülük ideolojisinin tanımını bir Twitter paylaşımında kısa ve veciz olarak yapmış: “Türkçülük Sarıkamış’ta donmak, Tapduk Emre’de yanmak, Tuna’dan abdest alıp Şam’da namaz kılmaktır!” diyor. Türk tarih tezi, yirminci yüzyıldan bu yana devleti taşıyan ideolojilerin ana malzemesini oluşturuyor. Bu bakımdan salt akademik bir konu değil. Bu bakımdan Türk tarih tezi, hem sosyolojik, hem politik, hem de aidiyet-kimlikler evreninde, modern Türkiye’yi anlamak ve anlamlandırmak adına son derece önemlidir. Genellikle politize olmuş bir akademik uğraşı olan tarihe bırakılamayacak kadar da disiplinler arası bir konudur.
Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Biz kimiz? Ve her şeyden önemlisi de, Anadolu ile nasıl bir ilişki içerisindeyiz? Tüm bunlar, Türk tarih tezi ile doğrudan ilintili sorulardır. Bu sorular, Türk tarih tezinin bazı ön kabullerinden kaynaklanan kimlikle paralel olarak yanıtlanır.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Osmanlı İmparatorluğu’nda kimlik ve aidiyet meselelerine, düz çizgisel tarih akışı içerisinde farklı şekillerde yaklaşıldı. 1071’deki Selçuk-Bizans arasında gerçekleşen Malazgirt Savaşı sonrasında Müslüman-Türkî akınlara uğrayan Anadolu’daki etnik kompozisyon değişime uğramaya başladı. 1071 ile 1299 arasındaki 228 yıl içerisinde, doğu ve kısmen de iç Anadolu yoğun bir İslamlaşma yaşadı. Hristiyan olan ve bu bölgelerde yaşayan yerli Anadolu halkları, üst yapıda (politik sistemde ve dini pratikte) meydana gelen gelişimlerden dolayı bir dönüşüm içerisindeydi. Selçuklular, Türkî olmakla beraber, yoğun olarak Fars ve Arap kültürleri etkisindeydiler. Orta Asya’daki pagan gayrimüslim göçebe Türkî kavimler, İslamlaştıktan sonra kısmen yerleşik kültüre geçti. Çoğu savaşkan genç erkeklerden oluşan sayıca kalabalık gruplar da batıya doğru yürüdü. O dönemdeki devletleri bugünkü sınırları kesin olarak çizilmiş, teritoryal devletlerle karıştırmamak gerekiyor. Tarihçilerin yapamadıkları en önemli kavramsal ayrımlardan biri, Westfalya tipi teritoryal devlet davranışlarını, Anadolu’nun fethi dönemine uygulamalarıdır. Ki bu çok fahiş yanlış anlaşılmalara kapı aralar. Bu satırların yazarı da, tarihi yeniden yorumlarken, yaptığı arkeolojide bu nedenle başlarda çok zorlandı. Fakat Türkî savaşkan mücahitler Anadolu’ya akınlar yaparken, daha bugün anladığımız anlamda devletlerin oluşmasına 577 yıl vardı!
1071’de Doğu Roma, doğudan gelip sınırlarına dayanan bir güvenlik problemiyle karşılaşmıştı. Akdeniz’den doğu kırsalına doğru gittikçe yükselen Anadolu platosunu savunmak, doğuya gittikçe zorlaşmaktaydı. Doğu Anadolu bu nedenle Doğu Roma İmparatorluğu tarafından hep bir nevi tampon bölge olarak algılandı. Platodan aşağıya, Akdeniz’e doğru inildikçe, yerleşik Elen (Anadolu’lu Rum) kültür ve onun kentleri, limanları, yolları, kilisesi ve devleti belirginleşiyordu.
Modernite öncesi devletlerin diğer bir farkı, kimliklere yaklaşımlarıydı. Bu dönemde halkların temel kimliksel doneleri din ve coğrafya ile şekilleniyordu. Milli aidiyetle değil! Yani örneğin Doğu Roma toplumu için öncelikle Hristiyan Ortodoks kimliği ile, o kimliğin coğrafi folklorik öğeleri – mesela mutfağı – önemliydi. Bu folklöre dili (lisan) öğesini de ekleyebiliriz. Fakat dil, dinden daha ikincil, çok daha teknik ve işlevsel bir öneme sahipti. Toplumlar görece hızlı dil değiştirebiliyor. Tarih bize bunun donelerini sunuyor. Özellikle iktidarı ele geçiren ve farklı dil konuşan medeniyetlerin uzun dönemli iktidarlarında (devletleri altında), o devletin bulunduğu coğrafyanın insanları gayet pragmatik olarak dil değiştiriyor. Bunun birçok örneği var. Buraya somut örnek olması amacıyla Bulgarların Slavlaşmasını veya Güney Amerika yerlilerinin İspanyol diline asimile olmaları verilebilir. Anadolu’da da olan buydu.
1299 tarihinde Osmanlı Beyliği kurulduğunda, Ertuğrul Gazi’nin kimlik ve aidiyetleri ile bulundukları coğrafyadaki yerli halkların aidiyetleri aynı değildi. Malazgirt ile Osmanlı Beyliği’nin kuruluşu arasındaki 228 yıl boyunca, Müslüman Türkî grupların altında yaşayan Anadolu yerlisi halkların yaşadıkları linguistik (lisana ilişkin) asimilasyon, yukarıda anlattığım ilişki içerisinde kısmen gerçekleşti. Ancak yeniden vurgulayayım ki, yanlış anlaşılmasın. Esas aidiyetsel dönüşüm, Hristiyanlık’tan İslam’a doğru olan transformasyondur. Lisanlardaki dönüşüm, bunun bir yansımasıdır ve çok daha pragmatik-teknik doğaya sahip olanıdır. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse, dini değişim, diğer kültürel alanlara – başta dil olmak üzere, folklör, mutfak, müzik, mimari, yaşam tarzı vs. – yansıdı. Yeni gelen Müslüman akıncılar, eski sistemin üst yapısal uygulamalarını bire bir kendi kültürlerine adapte ettiler. Ve kendi dinlerini, yeni geldikleri bölgedeki insanlara dayattılar. Bu gerek teolojik bir bağlamda gerçekleşti, gerekse de ekonomik pragmatik davranış dinamikleri ile oldu. Şöyle ki, Müslüman akıncılar, yeni politik üst sınıfı oluşturdular. Bu, savaş ve iktidar değişimi sonrasında kaçınılmazdı. Bundan dolayı, eski politik üst sınıfların bir bölümü, yeni dine adapte olarak kendi sosyal statülerini korumak istediler. Mesela, Bizans prenslerinin ve aristokrasisinin ciddi bir oranı İslam’a geçmek suretiyle yeni politik nizamda kendi eski statülerini korumayı başardı. Bir sentez oluştu. Üst yapıdaki Müslüman idareciler, kendilerini asla bir etnik kimlikle sınırlamadıklarından, Müslüman olan yeni din kardeşlerinin yerel halk üzerindeki nüfuzundan, yönetim tecrübelerinden, politik gelenek ve kurumlarından, hâkim stratejilerinden vs. yararlanmayı seçti. Bu son derece rasyonel bir şeydir.
Üst toplumsal katmanlarda bu olurken, alt toplumsal kitleler, cizye uygulamasından ve İslam devletindeki gayrimüslim tabaya uygulanan ikinci sınıf vatandaş statüsünden dolayı, daima yeni dine geçiş temayülünde oldu. Bu, gerek hayatta kalma refleksi, gerekse de yeni nizamda yolsuzluk oranının az olması ve mahallî Sufi-dervişlerin misyonerlik faaliyetleri nedeniyle hızlı oldu. İrtidad (din değiştirmek) linguistik adaptasyonu çabuklaştırdı. İslamlaşan Anadolu yerlisi mürtedler, böylece hâkim yönetici sınıf dili olan Türkçe’yi öğrendiler. Bir nesil sonra, Türkçe’yi anadil olarak konuşur oldular. Bu sosyal görüngü, daha önce vurguladığım üzere, mesela Bulgarlar veya Güney Amerika yerlileri gibi iyi dokümanlarla desteklenmiş uygulamalarla aynıdır. Anadolu, böylelikle az sayıda gelen asker-siyasetçi-yönetici sınıfların üst yapıyı kontrol etme ve başat unsur olma durumu nedeniyle, geniş kitlelerin gittikçe asimile olduğu bir tür harman oldu.
Türk tarih tezi ise, bize çok başka bir öykü anlatıyor. İdeolojik olarak Türklerin ırk olduğu inancı ön kabul gören bu teze göre, Anadolu’ya milyonlu rakamlarda kitlesel bir halk göçü oldu. Ve kısmen boş olan Anadolu böylelikle Türkleşti. Bu anlatıda çok sorunlar olmasına karşın, birkaç tanesini burada dillendirmekle yetineyim. Öncelikle Anadolu’nun sadece kıyı bölgelerinin nüfus yoğunluğuna sahip olduğu, iç bölgelerin boş olduğu tezi, tarihsel ve arkeolojik kanıtlarla örtüşmüyor. Çok zorlama bir tez bu. İkincisi, on ikinci yüzyılda Orta Asya’dan Anadolu’ya doğru geniş halk kitlelerinin göçünü kanıtlayan arkeolojik, tarihsel ve etno-folklorik bulgu yok. Dahası, gerek morfolojik özellikler, gerekse de modern genetik metotlar bakımından (DNA analizleri!) bugünkü Anadolu Türkleri’nin Orta Asya’lı olmadığı gayet açık ve bilimsel olarak orta yerde duruyor. Türk tarih tezi, bir kültür milliyetçiliği olsa ve mesela salt lisan ve folklöre atıflarda bulunarak bir kimlik inşa este, zaten mesele olmazdı. Sorun şu ki, Türkçülük ırki aidiyet ve ortaklığı vurgulayan tipik bir yirminci yüzyıl nasyonalizmidir. Bu tezde “Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden kitleler” vurgusu yapılmazsa, ırki bir Türklükten söz etmek mümkün olmayacak. Türkçüler, kendi aidiyetlerini geniş bir Avrasya coğrafyasına havale ederek, emperyalist, pan vasıflı bir ideoloji ortaya koyuyorlar. Bu ideoloji, “kaybedilen toprakların” restore edilmesi, veya yeni bölgelerle birleşmek (mesela Orta Asya Türki devletleri vs.) gibi, irredentist öğeler içeriyor. “Balkanlar’dan Çin Seddi’ne” gibi ifade ve sloganlar, bunu gayet açıkça ortaya koyuyor. “Dış Türkler” söylemi üzerinden devamlı etnik-ırki vurgu, bunu yine net olarak gösteriyor.
(Devamı bir sonraki yazıda)
Yazar bey yani diyorsunuz ki orta asyadan anadoluya turklerin akını ve icraatları tasavuf ekolunu yasayan insanların bir irsad hareketi degil kılıc zoruyla bir talan hareketiydi insanlar canlarını mallarını korumak şcşn zorla musluman gorunduuler, insanlar ikna olmadı gercegi ogrenmek suretiyle toplumla entegre olmadı. Buna inanıyormusunuz
Tabiiki „Sizin tezinize göre!“
Insanlari kavimler halinde yaratan Cenab-i Allah. Türk olmakla övünmeyenler olabilir, kendi tercihidir! Insanlarin baskin kültür altinda ezilmemek icin Türküm/Müslümanim dediklerini iddia etmek ve burdan yola cikarak Anadolu insanini nesebi “karisik salta” göstermek hamakatten baska birsey degildir!
Teoriyi birakalim, yazarin kactane tanidigi var Avrupa da ya da Amerika da, baskin kültüre ezilmemek icin soyunu inkar eden merak ediyorum!!!
Yorumumu yayinlamayan arkadas, sen silsende tarih yaziyor! Hic merak etme, sen saklamaya ugrassanda baska yerden su yolunu buluyor. Basimiza ne gelirse, senin gibi konusanlari susturmak isteyenlerden geliyor!
Ah şu profesörler bir de bizim basit halk dilimizi öğrenseler.
“Fetih” ve “işgal”, baktığınız yere göre şekillenir. “Fatih, İstanbul’u işgal etti” derseniz, siz de bir doğruyu ifade etmiş olursunuz ama Bizanslı tarihçiler açısından. Bize göreyse İstanbul’un fethidir.
“İhtida” ve “irtidat” da aynı şekilde. Sizin “İslamlaşan Anadolu yerlisi mürtedler” sözünü kullanmanız, bir doğruyu ifade eder ama ama İslami terminolojiyi bilmeyen, gereği gibi kullanamayan Müslüman ya da Müslüman olmayan siyaset bilimcileri açısından. Çünkü, Müslümanlar için birinin Müslüman olması, doğru yolu bulması, hidayete ermesi anlamında “ihtida” etmesi, “muhtedi” olması, Müslümanlıktan çıkması da “irtidat” etmesi, “mürted” olmasıdır.
“İslamlaşan Anadolu yerlisi muhtedi” daha şık olurdu…