YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Türk olmak için ille de ırksal veya etnik bir bağa gerek yok. Burada önemli olan nokta, Türk aidiyetinin nasıl tanımlanacağıdır. Eğer Türk aidiyeti, Orta Asya göç mitine göre tanımlanacaksa, ırksal-etnik temelde bir milliyet konsepti dışında bir şansınız yoktur. Çünkü bu mit, bir etnik grubun, başka bir etnik grup ya da gruplarla savaşarak, onların ülkesini işgal etmesi ve topraklarını ellerinden zorla alması, sonra da o toprakları kendi ülkesi haline getirmesi üzerine kuruludur.
Modern zamanlarda (1900’lerden itibaren) bu tarih diskuru (anlatısı) benimsendi. Oysa bu öyküde tarihsel gerçeklere tekabül etmeyen birçok ciddi hata var. Dahası bu gerçekten sapma durumu, sadece “hata” olarak da görülemez. Esasında planlı bir politik tercih ve stratejiden söz etmek daha doğru olur.
Daha önce belirtildiği gibi, etnik bir grubun (Türkî grupların) yer değiştirmesi – Orta Asya’dan Anadolu’ya kitlesel göç varsayımı – doğru değil. Halk göçünden ziyade, bir politik, askeri ve ekonomik mücadele vardır. Orta Asya’dan göç tezinin, göçün nedenlerini izahta zorlandığı bir vakadır. Kimi kaynaklarda Orta Asya’da meydana gelen kuraklık, kimilerinde ise Orta Asya’daki Moğol saldırıları ve yayılmacılığı gösterilse de, tarihi veriler bu bahsedilen iki argümanın da güçlü argümanlar olmadığını, sadece göçün kitleselliğini izah edebilmek için fabrike edildiklerini düşündürüyor.
Türkî grupların doğrudan Orta Asya’dan gelmedikleri, uzunca bir süre önce Orta Asya’dan İran’a askeri seferler düzenledikleri biliniyor. Selçuklu Devleti’nin toprakları büyük oranda bugünkü İran’dır. Dahası, İran’da yaşananlar da bir kitlesel göç değil, askeri bir fetihtir. Orta Asyalılar İran’da hiçbir zaman demografik bir üstünlük kuramadılar. Daha doğrusu böyle bir hedefleri olduğunu düşündürecek bir veri de yok zaten. Olan şey, askeri ve politik bir güç mücadelesidir.
Bu bağlamda altını çizmemiz gereken şey, bu Türkî grupların Batı istikametindeki askeri ilerleyişinin, İslam dinine girmelerinden sonra gerçekleştiğidir. Elbette ki İslam öncesi Orta Asya kökenli göçebe gruplar, askeri seferlerle Batı’ya doğru ilerlediler. Fakat bu seferler MS 450’li yıllarda, İslam öncesi, şaman Moğol-Türkî etnisitelerinden oluşan (ulus ve dil birliği değil, çıkar birliği üzerine kurulu askeri topluluk) grupların Batı’ya ilerleyişi ile karıştırılmamalıdır. İslam dinini kabul ettikten sonra Türkî grupların Batı’ya yönelimi, önemli bir dini meşruiyet kazandı. Dahası, kendilerinin politik kontrolü olmadığı dönemlerde de, Türkî savaşçılar diğer İslam devletlerinin paralı askeri olarak görev yaptılar. Gaza ve cihat, Hristiyanların ve diğer gayrimüslim toplulukların topraklarını işgal ve fethetmek, yağmalamak ve cizyeye bağlamak, dini bağlamı yanında, çok önemli bir ekonomik motivasyondu.
Özellikle kendi ekonomik ve politik konumlarından memnun olmayan ve yeni fırsatlar arayan Orta Asyalı birçok Müslüman Türkî grup, İran’da politik üstünlük kurmuş olan Selçukluların teşvikleriyle, Batı’ya, Doğu Roma topraklarına gazaya gönderildi. Bu gruplar, kısmen merkezî Selçuk otoritesinden bağımsız, göç eden grubun, göç ettiği topraklarda yaşayan sayıca çok daha fazla bir grupla karışmasıdır. Bu gruplar askeriydi. Aileleri – eşleri ve çocuklar – bu seferlerde yanlarında değildi. Çoğu genç savaşçılardan oluşuyordu. Selçuklu devleti, bu İslami vurgulu seferleri teşvik edebilmek için, fethedilen uç bölgelerin yönetimini bu akıncı grupların liderlerine bırakıyordu. Zaten uç bölgeler sıklıkla Doğu Roma askeri üniteleri ve bu cihatçı Türkî gruplar arasında el değiştiriyordu. Bundan dolayı, Selçuklu Devleti, sınır bölgelerinin Batı’ya doğru ilerlemesinden ve bu bölgeyi askeri ve politik kontrolleri altına alan Müslüman Türkî grupların bir tür tampon bölge oluşturmasından memnundu.
Bu bahsettiğimiz döngü, Türkiye’deki tarih doktrininin “yurt arayan” ve “Anadolu’yu yurt edinen” Türkler öyküsünün ne kadar masalımsı, basit ve kurgusal olduğunu gösteriyor. Her şeyden önce, Anadolu’ya kitlesel bir göç söz konusu değil. Dahası buna gerek olacak koşullar da mevcut değil. Anadolu’ya ilerlemenin meşruiyet zemini İslami cihat ve gaza konseptleri, ekonomi politik nedeni ise talan ve cizye gelirleridir. Jeopolitik ve jeostratejik bir okuma ile, Selçukluların nüfuz alanlarını artırma ve Bizans ile aralarındaki coğrafi mesafeyi açma, dahası araya Bizans’ın karşı saldırılarını zorlaştıracak, askeri bir tampon bölge oluşturmadır. Bu denklemde kimsenin amacı bir yerleri vatan edinmek falan değildi. Vatan bilinci, modern zamanların bir konseptidir. Osmanlı Devletinde bile, 19. yüzyıldan sonra vatan anlayışı yerleşti. 11. yüzyılda Selçuklu döneminde Anadolu seferlerinin motivasyonu vatan elde etmek değil, nüfuz, ganimet ve askeri-siyasi kontrol elde etmekti. Bu stratejik ve ekonomi politik okuma, Türkiye’deki hâkim tarih yazımının ve tarih doktrininin tezlerinden daha tutarlı ve bilimseldir.
Önemli bir nokta, Anadolu’da gerçekleşen dini ve linguistik (lisana ilişkin) asimilasyondur. Şunu belirtmekte yarar var. 11. yüzyıl toplumlarında, dünyanın neresinde olursa olsun, dini aidiyetler, dil aidiyeti veya etnik kimliklerden çok daha ağır basıyordu. Diğer bir ön bilgi, sınıfsal ilişkileri bu denkleme katmaktır. Anadolu – tıpkı diğer Hristiyan coğrafyalarında olduğu gibi – kentsel bölgeler ve kırsal bölgeler arasında ciddi sosyoekonomik ve eğitim düzeyine ilişkin farklılıklar olan bir toplumsal yapıya sahipti. Bunu açmak gerekiyor.
Öncelikle, hâkim politik sınıfın dini, tarihin her döneminde o hâkim politik sınıfın kontrol ve yönetimi altında yaşayan toplulukların dini ve kültürü üzerinde belirleyici rol oynamıştır. Tarih, bir coğrafyanın yerlilerinin, dışarıdan gelip o coğrafyayı işgal eden yönetici elitlerin yönetimleri altında din değiştiren mürtedler haline gelme örnek vakalarıyla doludur. Modern zamanlara dek – sekülerleşmeye kadar – hâkim yönetici elitlerin kendi dinlerini yönettikleri halka benimsettiklerini görüyoruz. Anadolu’yu işgal eden Türkî cihatçılar, hâkimiyetleri altına aldıkları coğrafyalarda İslami nizamı uygulamaya başlıyorlardı. Buna göre, yerli halk İslam’a davet ediliyor, kabul etmeyenlerden yüksek oranda cizye alınıyordu. Çoğunlukla bu ağır cizyeyi vermemek ve diğer ikinci sınıf statü dezavantajlarına uğramamak, mürtet olmak için önemli motivasyonlardı. Anadolu Selçuklu Devleti’nin Anadolu iç ve doğu kırsal bölgelerinde bulunuyor olması, öncesindeki siyasi kontrolün kıyı bölgelerinden ziyade, daha çok iç bölgelerde daha kolay sağlandığına işaret ediyor. Anadolu platosu, doğudan batıya doğru alçalan bir coğrafyadır. Bu coğrafyada ticari yoğunluk ve ekonomik gelişmişlik ve demografik yoğunluk, Batı’ya doğru gittikçe artar. Bu durum, sosyo-ekonomik farklılıklara yoğunlaşmamızı gerektirir.
Anadolu’nun batı ve kıyı bölgeleri, deniz ticareti nedeniyle, hem Doğu Roma askeri gücünün, hem de eğitimli ve kentsoylu sınıfların bu bölgelerde iç ve doğu bölgelerine nazaran daha yoğun olduğu bölgelerdir. Bu gelişmiş bölgelerin aksine, iç ve doğu bölgelerdeki Hristiyan nüfus daha korunaksız ve kırılgan, vazgeçilebilir ve bu nedenlerle de hayatta kalmak için çok daha pragmatikti. Bu sosyal yapı farkı nedeniyle, iç ve doğu bölgelerde Türkî cihatçıların tutunmaları daha kolay oluyordu. Kendi teritoryal kontrolleri sağlayan beyler, bölgelerindeki yağma ve cizye gelirleriyle, askeri varlıklarını ve dolayısıyla da politik hâkimiyetlerini devam ettirebiliyorlardı. Oysa batı ve kıyı bölgeleri, askeri ve ekonomik olarak güçlüydü. Dahası, kısa dönem ele geçirilen bu gelişmiş bölgelerde yerli Hristiyan ahali, din değiştirmeye karşı daha dirençliydi. Bu bölgelerdeki ekonomik varlık ve güçleri ile kilise örgütlenmesi, aidiyet ve kimliklerini daha dayanıklı yapıyordu. Bu nedenle, sosyoekonomik ve eğitimsiz olan Anadolu yerlileri, ekonomik varlıklarını sürdürebilmek için din değiştiriyordu. Din değiştirenler, sonradan gelen Türkî topluluklarla karışıyordu. Dahası, pazarda ve devlette konuşulan dil, hâkim yönetici elitlerin dili olduğu için, bu dini asimilasyonu, linguistik (lisanî) asimilasyon takip ediyordu. Etnik aidiyetlerin hiçbir rol oynamadığı bu yapıda, din ve dil değiştiren Anadolu yerlisi Rumlar, Ermeniler ve Süryaniler, iki-üç nesil sonra tümüyle “Türkleşiyorlar”, geçmiş aidiyet ve kültürlerini giderek unutuyorlardı.
Etnik karışma böyle oldu. Zamanla, Anadolu Selçukluları’ndan Beylikler dönemine, oradan da Osmanlı Beyliği’nin 1299’da kuruluşu sonrası birçok etnisiteli ve çok kültürlü imparatorluğa evrilmesiyle beraber, mürtedlerin oranı tüm Anadolu coğrafyasında arttı. Balkanların fethine dek, Anadolu’da hatırı sayılır, anadili lisan-ı Osmanî haline gelmiş olan, “Türkleşmiş” Anadolu yerlileri vardı. Geçen yüzyıllar, bu insanların sayısını arttırdı ve onların mahallî aidiyetlerini (Hristiyanlık ve eski anadillerini) minimum düzeye geriletti. Bu nedenle, bugünkü Türkiyelilerin morfolojik özellikleri (anatomik ve yüz özellikleri), Orta Asya Türkî toplumlarından farklıdır. Dahası modern genetik biliminin analizleri ışığında, günümüz Anadolulu nüfusunda Greko-Romen ve daha kadim Anadolu yerlisi oran çok yüksek, Orta Asya oranı ise marjinal (çok düşük) noktalardadır.
Irki ve etnik olarak tanımlanmış bir millet konsepti ve bunu savunan ideoloji olan ırkçı milliyetçilik, günümüz modern toplumlarında mevcut politik değerler bakımından “doğru tercih” olamaz. Fakat bu yazının ortaya koyduğu gibi, böyle bir “yanlış tercihte” bulunuluyor olması, değerler evreni bakımından olmaması gereken bir tercih olmasının yanında, aynı zamanda irrasyoneldir ve mantık dışıdır.
Yapılması gereken, Anadolu tarihini doğru olarak, tarihsel gerçeklere sadık kalarak yeniden yazmaktır. Bunu yapabilmek için, İttihatçılar tarafından temelleri atılmış ve erken dönem Kemalist devletçe yazılmış mevcut faşizan, ırkçı tarih doktrinini derhal terk etmek gerekiyor. Orta Asya’nın “ata yurdu” olarak merkezi konum atfedildiği tarih anlayışı, Anadolu’da 11. asır öncesi yapılmış tüm tarihi eserleri ve mevcut kültürü, “ötekilerin kültürü” sayıyor. Oysa bu 12,000 yıllık tarih, bizim atalarımızın tarihidir. Osmanlı, Beylikler, Anadolu Selçuklu, Büyük Selçuklu ne kadar bu tarihin bir parçası olmayı elbette hak ediyor. Ama Hitit, Frig, Likya, Pala gibi erken dönem Anadolu yerlileri kültürleri, erken dönem Hristiyanlık kültürü, Roma, Bizans, dolayısıyla Greko-Romen kültürleri, doğu Anadolu Ermeni ve Süryani kültürü, Fars ve Kürt kültürü gibi kültürler de bu tarihin parçası olmayı en az diğerleri kadar hak ediyor. Atalarımızın kim olduğunu bilmemiz ve bunu kabul etmemiz lazım. Kim olduğunuzu değiştiremezsiniz! Gayrimüslim büyük neneleriniz ve büyük dedelerinizden utanmak, onları hiç yaşamamış saymak, onların parçası olduğunuzu, onların parçalarını taşıdığınızı reddetmek, onlardan utanmak, onurlu bir davranış olabilir mi? Mevcut ırki-etnik tarih doktrini, bugünkü Türkiye toplumunu öz yurdu olan Anadolu’ya yabancılaştırıyor. Türkiyelilerin tümünün Anadolu dışından bir öz vatanı yok.
Bu yazının, Türk tarih doktrininin sorgulanmasına katkıda bulunmasını umuyorum. Bu olmadan Türkiye’de normalleşmenin ve daha da önemlisi medenileşmenin başarılamayacağını düşünüyorum.
Birçok ezberi bozmuşsunuz yine hocam.
Sokaktaki adam her gun bu konuyla oturup kalkmıyor , herkes isinde gucunde ve hayatını kazaya ugratmadan surdurebilme derdinde kurt de olsa turkde olsa eger biririyle duzgun is ve adaletli paylasım yapabiliyorsa her ikisi icin en iyi adam is yaptıgı adil paylasim yaptıgı adam. Evet devlet icinde rejim isleten kotulerin milleti suni yalanlarla fitnelerle birbirine dusurme amacı ve uygulamaları var. Devletin soylemleri ve oraya sızanların eylemleri bitse millet biriyle ugrasmaz. Hic kimsede cıkıp ben orta asyalıyım sen kurtsun ben turkum gibi cocukca sebeplerle yuruyen yasamını bozmaz.
Genel kanı türklerin islamla tanışmasının 751’den sonra olduğunu söylüyor. Aynı şekilde anadoluya gelen ilk türk topluluklarının da 9. Ve 10. Yy da geldiği jabul ediliyor.
4 veya 5 nesil onceki dedesi ve ninesinin her halukarda müsluman olmadığıni göremeyen faşist kafa alevere dalevere ile bu konuyu kullanıp hem insanlıga, hem islama hem de gerceklerin anlaşilmasına kendi çıkarı için zarar veriyor.