YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna doğru giden yıllarda en büyük ve önemli değişikliklerin yaşandığı alanlardan biri, kimliktir. Osmanlı toplumunun başat kimliği İslam’dı. Daha spesifik olmak gerekirse, Sünni-Hanefi kimlikti. Osmanlı İmparatorluğu’nda tarih olarak, medreselerde ve tüm eğitim kurumlarında İslam tarihi okutuldu. Devletin asli vatandaşları Müslümanlardı. Osmanlı Tarihi, yirminci yüzyıl başlarına kadar Osmanlı toplumunun kökleriyle veya “nereden geldiğiyle” hiç ilgilenmedi. Tarih İslam tarihinin ortaya çıkışıyla başladı ve Osmanlı tarihi, bu tarihin bir parçası olarak işlendi. Bu tarihte Türk veya Türklük yoktu. Osmanlı sultanları kendilerini Türk olarak tanımlamadılar ve hissetmediler. Zaten açıkçası kendilerini “etnik Türk” olarak tanımlamaları da olanaksızdı (Bu konuda bkz. Osmanlı hanedanı ve Türklük). İslam devletleri, toplumlarının etnik aidiyetleri veya kökenleriyle ilgilenmedi. Kimlik ve aidiyet sorunsalında önemli olan, tebaalarının Müslüman olup olmamasıydı. Osmanlı İmparatorluğu da bu geleneğin devamıydı. İslam ve Müslümanlık aidiyeti; Arap, Acem veya Türk aidiyetlerini örtüyordu.
Memalik-i Osmanî’de hâkim dil Lisan-ı Osmanî’ydi. Bu dilin ne tür bir dil olduğu konusu, çok geç dönemlerde, yine yirminci yüzyıl başlarında – o da Batı’daki Türkoloji çalışmaları nedeniyle – ortaya çıktı. Osmanlı sarayında konuşulan Lisan-ı Osmanî, devletin yazışma dili – ya da modern ifadeyle resmi diliydi. Bu dil, on birinci asırdan itibaren Anadolu’da siyasal üstünlük sağlamaya başlayan sultanlıklar ve beyliklerle beraber halka yayılmıştı. Her ne kadar on birinci yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar giderek azalan oranda da olsa, çok dillilik her dönem Anadolu coğrafyasının bir özelliği ola geldi. Ancak Anadolu’nun linguistik manada Türkleşmesi, 900 yıllık Türkçe konuşan hanedanlıklar ve beylikler sürecinde bir vakadır.
Yirminci yüzyıl başlarında, Büyük Fransız Devrimi’nin ve onun sonuçlarından olan teritoryal ulus devletlerin giderek yaygınlaştığı bir Avrupa coğrafyasında, Osmanlı entelijensiyası da vatan, millet ve dil konularıyla ilgilenmeye başlamıştı. Bu dönemde Batı dünyasında gelişen Türkoloji bilimi, belirleyici bilgi ve malzeme sağlamaktaydı. Macar, Rus, Alman ve diğer Batılı Türkologlar, özellikle bugünkü Moğolistan’da Orhun anıtlarının keşfedilmesinden sonra, Lisan-ı Osmanî’nin çok kadim bir dil ailesinden geldiğini öğrendiler. Bu dönem, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecine denk gelmişti ve dağılmanın en önemli tetikleyicisi ise, başta Balkanlar olmak üzere, imparatorluğun kalbinde birbiri ardına patlak veren milliyetçi isyanlardı. Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar ve diğerleri, etnik-ulus bilincine ulaşıp, Batı’nın da desteği ile kısa sürede imparatorluktan koptular. Osmanlı İmparatorluğu, bu etnisitelere eşit Osmanlı vatandaşlığı vererek çöküşü durdurmaya da çalışsa, çok geç kalmıştı. Osmanlı yönetici elitleri, Osmanlı Devlet aidiyeti üzerine bir “Osmanlı kimliği” üretiminin başarısız olduğunu gördüler. Böylece ortak değerler üzerine inşa edilebilecek kapsayıcı ve çok etnisiteli bir modern ulus projesi suya düştü. Geriye iki alternatif kalıyordu: 1) İslami kimlik üzerine yoğunlaşmak ve Hilafet’in birleştiriciliğine oynayıp, devleti kurtarmak – yani teritoryal kayıpları durdurmak, 2) Türklük üzerine bir kimlik inşa etmek ve Türkçe konuşan halkları kapsayan Turanî bir İmparatorluğa evrilmek. Birincisi denense de, Araplar ve Arnavutlar artık İslami kimliği birleştirici görmedikleri için tutmadı. İkincisi daha fazla gelecek vaat ediyordu.
İttihat ve Terakki partisi iktidarı altında, Turancı ideoloji ve Türklük inşası, Balkan Savaşları faciasının ertesinde, gelecek vaat eder görünüyordu. Birinci Dünya Savaşı’nı arefesinde, Osmanlı toplumunda Türkçe konuşanlar arasında Türklük bilinci, İslam ve Osmanlı aidiyetlerinin yerini almıyordu. İslami kimlik ve Osmanlı kimliği, artık Türklük kimliğinin destekleyicisi aidiyetler oluyordu. Bu dönemde Osmanlı aydınları ve yönetici elitleri arasında Türk milliyetçiliği başat kimlik oldu. Devletin ve onun teritoryal bütünlüğünün devamı için tek yol, Osmanlı devlet yapısının kimliksel kuruluş kodlarını değiştirmek, onları milliyetçi bir kimlik potasında yeniden yazmaktı. Böylece Lisan-ı Osmanî’nin Türkçe olduğu, bu dilin ise Avrasya’da çok geniş bir coğrafyada konuşulduğu tezi, yeni milliyetin ana nüvesi olarak kabul edildi. Osmanlı Devleti’ne Rusya’dan sığınan veya göçen Tatar ve Azeri aydınlar, Türkçülüğün yayılmasında önemli rol oynadı. İsmail Gasprinski gibi Tatar aydınlar, ya da Hüseyinzade Ali gibi Azeri aydınlar, örnek olarak sunulabilir. Gasprinski’nin Tercüman gazetesi, bir Türkçe Esperanto oluşturma gayretiyle veya “”dilde, fikirde ve işte birlik” sloganıyla, Türk birliğini Osmanlı sınırları dışında işliyordu. İttihatçılar, Rus egemenliğinde yaşayan bu “soydaşları” ile birleşerek, imparatorluğu küllerinden yeniden doğdurma hülyasına kapıldılar. Büyük Savaş’ta doğru ata – kazanana! – oynayıp, bu hedefe ulaşmayı hesapladılar.
Bu arada, hâkim ideoloji bu ırkçı-etnik milliyetçilik olunca, ortaya bir sorun çıkmıştı: Anadolu, geçen 900 yıla karşın, linguistik veriler bazında bile bakıldığında, hala çok heterojen bir coğrafyaydı. Her ne kadar kırsalda yaşayan Anadolu yerlileri, kültürel zayıflıkları ve ekonomik kırılganlıkları dolayısıyla Müslümanlaşıp, linguistik manada Türkleşmişseler de, kıyı bölgeler başta olmak üzere, kentlerde hatırı sayılır bir gayrimüslim Anadolu yerlisi topluluk, halen Anadolu’da varlığını sürdürüyordu. Bunlar, Rumlar ve Ermenilerdi. Rumlar daha parçalı ve dağınık bir demografi arz ediyorlardı. Ancak Ermeniler, özellikle doğuya doğru gittikçe, demografik olarak birçok yerde başat konumdaydılar. İttihatçılar, Rus cephesinde geriledikleri esnada, milliyetçi hedeflerle cephede Ruslarla işbirliği yapan çeteleri bahane ederek, “Ermeni sorununu kökünden çözmek” ve böylece Anadolu’yu homojenleştirmek hülyasına kapıldı. Bu korkunç politik amaç, beraberinde 1915 Ermeni Soykırımı’nı getirdi. Sayıları milyonları bulan Ermeni, tehcir esnasında sistematik katledildi. Diğer tarafta, Rumlar üzerinde baskı da giderek arttı. Doğu Karadeniz’de ciddi bir soykırımcı-asimilasyoncu baskı oluştu. Osmanlı Orduları Sarıkamış faciasından sonra Turan’ı fetih hülyasından, elde kalan son toprak parçasını kurtarmaya doğru hedef küçülttü. Fakat geç kalınmıştı. Osmanlı Devleti’nin resmi olarak imzaladığı Sèvres Antlaşması ile beraber, “linguistik manadaki Türkler”, iç Anadolu’da küçük bir toprak parçasıyla yetinmek zorunda kalıyordu. Bu antlaşma, milliyetçiler için çok büyük bir tokattı.
Resmi tarihe göre 1919’da başlatılan Milli Mücadele, bu tarihi arka plan dikkate alınmadan anlaşılamaz. Mustafa Kemal’in yönlendirdiği Milli Mücadele, İttihatçı Türkçülükle bir ortak, bir de farklı, iki temel noktaya sahiptir. Birincisi, İttihatçılar’ın Anadolu dışındaki Türkî diller konuşulan topraklarla birleşme fikrine karşı çıkmıştır. İkincisi, Anadolu’da homojen bir Türk etnisitesi yaratma projesini aynen benimsemiştir. Anadolu dışındaki Türkî diller konuşulan coğrafyalarla birleşme fikri, tümüyle reel politik nedenlerle benimsenmişti. Elde kalan dağılmaya yüz tutmuş – hatta çoğunlukla dağıtılmış – ordunun gücü, Anadolu dışında bir maceraya olanak vermiyordu. Zaten Sarıkamış ve Turan’ın fethi projeleri, devleti yıkmış, onu Sèvres’e mecbur bırakmıştı. Geriye salt Anadolu’ya yoğunlaşan bir homojen millet fikri kalıyordu. Bundandır ki, İttihatçıların işlediği savaş suçlarını ve Ermeni Soykırımı utancını reddettiler. Türkiye Cumhuriyeti, bu tutumuyla fiilen “biz İttihatçıların devamıyız” diyordu. Dahası, Pontus ve Ege bölgelerinde Rumlara yapılanlar ve bunun sonucunda Yunanistan ile imzalanan Mübadele Antlaşması, bu etnik temizlikçi homojen millet doktrininin diğer bir kanıtıdır. Aynı yanlışlıklar, Balkanlar’daki Müslüman azınlığa da yapıldığı için, o dönem dünya bu korkunç politikayı sessizce kabul etti.
Kemalist devlet, “Orta Asya’dan göç eden ve Anadolu’da demografik olarak ezici çoğunluğu oluşturan Türkler” doktrinini okul müfredatlarına soktu ve İttihatçılardan çok daha radikal bir endoktrinizasyon politikası güttü. Bu tez, Anadolu’ya çok marjinal rakamlarda gelen yönetici ve savaşçı gerçeğini görmezden geliyor, sanki kısmen bomboş olan Anadolu’ya milyonlarca Orta Asya’lı Türki boylar göç etmiş gibi bir tezi kabul ediyordu. Oysa 11. yüzyılda Anadolu’ya gelen cihatçı akıncılar, çok sınırlı sayıdaydı. Bu dönemde Anadolu’nun nüfusu ise on milyondan fazlaydı. Siyasal olarak üstünlük kuran ve böylece yeni yönetici sınıf haline gelen bu savaşçı kabileler, kontrol ettiği bölgelerde İslami cizye uygulamasını getiriyor, kırsal kesimlerde Anadolu yerlileri bu uygulamadan dolayı kitleler halinde Müslümanlaşıyordu. Pazarda ve devlet mercilerinde Türkçe konuşulduğundan, hızlı bir linguistik uyum süreci yaşandı. Böylece ilk birkaç yüzyıl içerisinde Anadolu coğrafyasının önemli bir bölümünde Türkçe konuşan Müslüman Anadolu yerlileri hatırı sayılır oranlara ulaştı. Bu durum özellikle Osmanlı Beyliği’nin İmparatorluğa doğru evrilmesi sürecinde hem daha yaygınlaştı, hem de Lisan-ı Osmanî’nin Anadolu’nun yeni Lingua Franca’sı olmasını sağladı. Anadolu’dan çok daha sonra fethedilen Balkanlar’da Türkçe’nin hâkim dil olması süreci tamamlanamadı. Fakat Anadolu, büyük oranda Türkçe konuşan yerlilerin çoğunlukta olduğu bir coğrafya haline geldi.
Yaşanan bu asimilasyon süreci, tüm tarihçilerce kabul edilen bir gerçek; buna “karışma teorisi” de denebilir. Buna göre Anadolu yerlisi nüfusla, Orta Asya’dan gelenler birbirine karıştı. Üzerinde tartışılan nokta, bu karışımın oranıdır. Türk tarih yazımında Halil İnalcık, Anadolu yerlilerinin büyük çoğunluk olduğunu, Orta Asya’dan gelenlerinse azınlık olduğunu vurgular. Batı’daki tüm Anadolu ve Osmanlı tarihçileri de öyle. Fakat Türkiye’deki hâkim tarih doktrini, toplumun çok büyük bir çoğunluğunun delerinin veya nenelerinin Rum, Ermeni veya Süryani oluşunu örtbas etmekte, Türklerin – marjinal oranlarda karışmış olmalarına karşın – Orta Asya’lı olduğunu ileri sürmekte ve “karışma teorisini” reddetmekte, reddedemeyen bazı yerli tarihçilerse hakim tezle çelişmeyi göze alamadıklarından, “marjinal karışım” tezini öne sürmektedir. Oysa antropolojik, morfolojik ve folklorik gerçekler, karışma teorisini destekliyor. Özellikle son on yılda genetik biliminde meydana gelen devrimsel gelişim, DNA çalışmalarını önemli bir kanıt olarak ortaya koyuyor. Bu çalışmaların ortak bulgusu, bugün Türkiye halkını oluşturan insanların çok büyük bir bölümünün atalarının Greko-Romen, Ermeni, Süryani ve Kürtler olduğunu gösteriyor. “Orta Asya’dan göç eden ve Anadolu’da demografik olarak ezici çoğunluğu oluşturan Türkler” doktrinini, bir devlet politikasıdır. “Orta Asya’dan geldik” söylemi, devletin en üst makamlarınca çeşitli vesilelerle her yıl periyodik olarak tekrarlanır. Bu anlayış homojen toplumcu, ırkçı, etnik bir milliyetçiliktir. Bu tarih doktrini ve tarih yazımı (historiyografisi) üzerine inşa edilen milliyet bilinci sarsılmasın diye, Türk devleti DNA testlerini yasaklamış durumdadır. Çünkü bu testler, Türkiye toplumunun kahir ekseriyetinde Orta Asya geni oranının marjinal seviyelerde olduğunu kanıtlıyor.
Bu analizler eşliğinde sorulması gereken esas soru şudur: Neden Türk olmak için ille de ırksal, etnik ve soy bağı üzerinden yapılan bir tanımlama gereklidir? Bu soru çok önemlidir. Ve Türk devletinin faşizan karakteristiğinin yapısökümü için mutlaka yanıtlanması gereklidir.