Türk imtiyazı

YORUM | ALİ DİNÇER 

“Bu yeryüzünde vebalar ve kurbanlar var ve, mümkün olduğunca, vebanın tarafında yer almayı reddetmeliyiz.” Camus meşhur eseri ‘Veba’da böyle der. Ve devam eder: “Bu size belki biraz basit gelebilir, basit midir bilmem ama doğru olduğunu biliyorum.”

Yazar İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransız direnişine katıldığı için, savaşın hemen ardından yayımlanan romanın Fransa’daki Nazi işgaline dair bir alegori olduğu bugüne kadar birçok yorumcu tarafından söylendi. Eser, bir şehri bir anda ele geçirerek, karantinaya alınan şehir halkı üzerine ayrılık, acı ve ölüm yağdıran bir veba salgınıyla ilgili olduğu kadar, belki daha da fazla, bu felâket karşısında insanların davranışları ve ahlâki duruşlarıyla da ilgilidir. İnsanların kötücül niyetlerle doğru olanı yapabildiğini ve iyi niyetli insanların da farkında olmadan bir yıkımın yanında yer alabildiğini çarpıcı bir şekilde anlatır.

BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Bundan üç-dört yıl önce, Meriç yakınlarındaki bir Yunan sınır karakolunda gözaltında bir gün geçirdim. Aynı koğuşta bulunanlar genelde tanıdık hikâyelere sahip kişilerdi: Eski öğretmen, eski polis vs… Derken orta yaşlı, kır saçlı bir adam aramıza katıldı. Hatırladığım kadarıyla Mardin civarından geliyordu ve bir siyasi partideki faaliyeti nedeniyle başı sıkıştığı için sınırı geçmek zorunda kalmıştı. Onun gelişi bir anda ortamın monotonluğunu aldı. Renkli bir sohbete başladık. Memleket meselelerine daldığımız bir ara hiç unutamadığım bir şey söyledi:

Sizin sıkıntılarınız birkaç seneye çözülür ama Kürtlerin dayağı bitmez.

O gün bu sözlerin her gün yaptığımız türden bir siyasi kehanet olduğunu düşünmüştüm. Ne de olsa kavgamız siyasi iktidarla ve iktidarlar tabiatı icabı gelip geçici. Kürtlerin kavgası ise devletle ve devlet “ilelebet payidar.” Yine de üzerine kafa yormamak mümkün değildi. Gerçekten de basit bir iktidar değişiminin Türkiye’de benim ve benim gibiler için her şeyi eskiye döndürebileceğini düşünüyor muydu?

Geçtiğimiz Eylül ayında Türkiye’nin insan hakları sicilini incelemek için Cenevre’de düzenlenen sembolik halk mahkemesi Turkey Tribunal’de tanıklık eden bir Kürt gazetecinin söyledikleri ise benim için meseleye farklı bir boyut kattı:

Dünden beri takip ediyorum, buraya çıkanların çoğunun mağduriyeti 2016 sürecinde başlayan bir mağduriyet. Ama biz Kürtlerin yaşadığı şey çok daha öncesine dayanıyor. Cumhuriyetin kuruluşundan beri bu baskıyı, tutuklamaları, katledilmeyi… hepsini yaşadık. Biz bunları yaşarken de bugün burada bu durumu anlatan, Gülen Cemaatinden olan kişiler de bu devletin kurumlarında yer alan kişilerdi. Yani biz burada aynı zamanda mağdurun da mağduru durumundayız.

Sonrasında buna benzer başka sözler de söylendi. Son beş yılda yaşananların ardından böyle eleştirileri duymak ve hazmetmek ilk etapta pek kolay değil. Neticede 100-150 bin KHK mağduru eski memurun en fazla yüzde kaçı Kürtleri sindirmeye yönelik siyasi nitelikli takibatlarda rol oynamış olabilir ki? Meselâ sadece iki yıl süren devlet kariyerinin tamamı Dışişleri’nde geçmiş olan ben, Kürtlere nasıl bir mağduriyet yaşatmış olabilirim?

Savunma mekanizması ürünü bu tür argümanlar yüzeysel bir haklılık payı taşımakla birlikte bence daha derinde yatan ve eleştiri sahiplerinin de doğru perspektiften ifade edemediği bir meseleyi ıskalıyor.

Birkaç yıl önce izlediğim bir Amerikan tartışma programında bir yorumcu, ülkedeki siyahi ailelerin çoğunun çocuklarını yetiştirirken bir noktada onlarla oturup zor bir konuşma yaptığından, onlara polisle muhatap olduklarında ekstra temkinli olmaları gerektiğini ve Amerika’da bir siyahi olmanın ne gibi ayrımcılıkları ve adaletsizlikleri beraberinde getirdiğini izah ettiklerinden bahsediyordu. ABD’deki ırk tartışmalarda sık sık kullanılan “beyaz imtiyazı” (white privilege) diye bir kavram var. Toplumsal düzenin beyazları sistematik olarak koruyup kollaması, bu şekilde toplum kesimleri arasında kuşaktan kuşağa devam eden kalıcı eşitsizliklere yol açması anlamına geliyor. Sistemin lehtarları olan beyazlar için bu imtiyazın farkına varmak çok kolay değil. Nitekim bu kavrama karşı çıkanların itirazı çoğu zaman “Beyaz olduğum için hayatımın hiçbir yerinde iltimas görmedim” şeklinde. Ama imtiyaz sana ekstradan iltifat edilmesinden ziyade karşındaki kişinin senin gibi olmadığı için maça geriden başlamasında ve zeminin her bakımdan onun aleyhine dizayn edilmiş olmasında saklı.

Türkiye’de Kürt olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamak benim için kolay bir şey değil. Çocukluğum bisiklet binerken beni zırhlı araçla ezip öldürebilecek, ondan sonra da hiçbir şey olmamış gibi hayatına ve mesleğine devam edebilecek polis ve askerlerin gölgesinde geçmedi. İlkokulda anadilimi konuştuğum için öğretmenlerden azar işitmedim. Evlenmek istediğimde kimliğimden dolayı daha en başta geri çevrilmedim. Belki son beş yılda yığınla iftiraya maruz kaldım. Ama bu tecrübeyle dahi, bir bahar festivalinde, 23 yaşındaki bir üniversite öğrencisinin sırf polisle tartıştığı için güpegündüz katledilmesini, olayla ilgili olarak yargılanan tek kişinin ise cinayeti fotoğraflayan gazeteci olmasını havsalam almıyor.

Bana ilkokulda Türküm diyen kişinin mutlu olmayı hak ettiği öğretildi. Bunun ne demek olduğunu sorgulayacak yaşta değildim. Zaten mutlu Türklerin cumhuriyetinin okullarında sorgulama diye bir şeye de yer yoktu. Ne mutlu Türküm diyene. Peki ya Türk olmayanlar? Onlar da kendine Türk derse mesele kalmaz. Görüyorsun ya, cumhuriyetimizin kurucusu ırkçı filan değil. Peki ya kendilerine Türk demek istemeyenler çıkarsa? İşte onlar mutsuz olabilir. Nitekim oldular da. Türküm demeyenleri mutsuz etmek, cumhuriyetin temel misyonlarından biri oldu. Bize de çocuk yaştan itibaren bu normal bir şeymiş gibi anlatıldı.

İnsanları tercihleri nedeniyle dışlayan, aşağılayan ve onların kimliklerini ısrarla yok sayan bu vebalı düzeni ben inşa etmedim. İçerisinde doğup büyümeyi de ben seçmedim. Ama belli bir yaşıma kadar bir parçası oldum. Daha önemlisi de, bu düzenle ihtilafsız bir şekilde yaşadım. Reddetmedim. Karşısına dikilmedim.

Camus’nün dediği gibi vebanın tarafında mıydım? Evet. Son iki yıldır yaşadığımız virüs salgınının da gösterdiği gibi, bazen yeterince farkında olmamak ve yeterince mücadele etmemek de vebanın tarafında yer almaktır. Beş yıldır olan bitenlere sessiz kalarak bizi hayal kırıklığına uğratanları da bununla suçlamıyor muyuz?

Bunları kimseden özür dilemek için yazmıyorum. Sadece bu muhasebeyi yapmaya ve meseleye bakışımızı çarpıklaştıran “Türk imtiyazı”yla yüzleşmeye ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Kim bilir, belki de Yunan karakolundaki Mardinli amca, öngörüsünde haklı çıkar ve bir gün tekrar cumhuriyetin makbul vatandaşları olmaya davet ediliriz. Eskisi gibi vebanın tarafında yer almaya.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

5 YORUMLAR

  1. BRAVO
    Bende sanirim Türk’üm en azindan Kürt olmadigimi biliyorum. Üniversite de, kariyerim pesinde kosarken bende Veba’nin tarafinda kalmisim, yeni uyandim…
    Dönmeye ihtimalinin gerceklesmesine gerek yok, yeni ülkemden ses verecegim, umarim yanilmam…

  2. Gerçekten çok güzel bir yazı. Taşlar o kadar yerli yerine oturtulmuş ki, itiraz edecek bir nokta arıyorsunuz, ama nafile.
    Kürtlerin duygularını anladığımı düşünüyorum. Ama bugün Kürtlerin cemaat tabanını suçlaması da yersiz bana göre. Cemaatin devletçi, milliyetçi bir yönünün olduğunu bildiğim halde bunu söylüyorum.
    Neden?
    Hayata sıfırdan başlamıyoruz. Bireysel anlamda anne babamızdan genlerimizi alıyoruz, onların bize sağladığı iyi kötü ekonomik şartlar ve kültürel ortam ile hayata başlıyoruz. Toplumsal anlamda da hayata sıfırdan başlamıyoruz, atalarınızın bıraktığı mirası alıp devam ettiriyoruz.
    Şöyle bir drone gibi gökyüzüne yükselircesine içinde yaşadığınız toplumdan sıyrılıp olaylara kuşbakışı bakmak o kadar kolay değil ve bu pek az kimseye nasip olan bir şey. İçinde büyüdüğümüz kültür bizim için dünyanın en doğal şeyi. Doğal olmadığını başka bir kültürden insanlarla karşılaşınca veya başka bir ülkeye gidince daha iyi görme şansına sahip oluyoruz.
    Ne demek istiyorum? Devraldığımız miras elimizde olan bir şey değil. Önemli olan bu mirası hangi yönde kullandığımız. Yaşanan olaylardan ders alıp almamak. Ders alıyorsak iyi, almıyorsak, düşünmüyorsak, körü körüne birilerini ve birşeyleri desteklemeye devam ediyorsak, başka.
    Bence Kürtlerin mağduriyetleri bugünden yarına bitmeyecek. Toplum da bugünden yarına değişmeyecek. Ama bilinçlenmek, bilinçli olarak doğru adımları bugünden atmak eliminizde diye düşünüyorum.
    Bu konuda isterseniz yaşadığım ülke olan Almanya´dan bir örnek vereyim. Almanya her zaman bugünkü gibi multikültürel ve toleranslı bir ülke değildi. Milliyetçiliği en koyu şekilde yaşamıştı.
    Ama yaşananlardan ders çıkardı. Bugün Berlin parlamentonun bulunduğu yapının girişinde “Dem Deutschen Volke” diye bir ifade bulunur. Bunu “Alman Halkına” diye çevirmek mümkün. Ancak bu kavram tarihi olarak sadece yerli Alman milletini ifade eder.
    Günün birinde Meclis´in içinde bir ziyaret sırasında yerde genişçe bir alanda “Der Bevölkerung” ifadesini (Almanya´da Yaşayan Nüfusa) görünce şaşırmış ve aynı zamanda memnun da olmuştum. ( https://www.deutschlandfunkkultur.de/kuenstler-hans-haacke-ueber-politische-kunst-volk-oder.2156.de.html?dram:article_id=417737 ).
    Zira meclis binasının dışındaki “Dem Deutschen Volke” ifadesine denge olarak bu yazı oraya yerleştirilmişti. Burada Almanya´da yaşayan tüm insanları kucaklama mesajı vardı.

  3. İstisnalar olsa da Kürt kardeşlerimize karşı görevini hakkıyla yapan kamu görevlilerine iftira etmişsiniz. Sizin “sorunlarınız” bir kaç yılda biter sanmayın. Muhalefete bulunanlarla avukatların pazarlık yaptığını biliyorum. Muhalefet iktidar olsa dahi siz asla eski konumlarınıza dönmeyeceksiniz. Kardeşimin bile göreve dönmesini istemiyorum. Kendi zümresinin çıkarlarını herşeyin üstünde tutan bir zihniyet vatana millete birşey katamaz.

  4. Ali Bey,

    Bir kıymetli Kürt arkadaşım dedi ki: “Hizmet ehli arkadaşlarımız yarın bir gün yine Türkiye’ye döner ve efendi olurlar.
    Biz Kürtler de öteki…

    Kendi göbeğimizi kesmeyi öğrenmeliyiz.”

    Eğer öyleyse yüreğimin acısı nasıl diner bilmiyorum.

  5. Ali Bey,

    şu kaderin işine bakın ki, bahsettiğiniz gözaltı merkezinde aynı odada olanlardan biri de bendim. Sanırım sizle, gecenin kalan kısmında, uyumak için götürülen, kısmen daha konforlu yerde, aynı odada kaldık. Sanırım, sizinle aynı odada eşiyle birlikte kalan kişi dersem yeterli olur hatırlamanıza. Mardinli kişiyi, ilginçtir ki ben de hatırlarım.

    O gece, o odayı paylaşanların profili ancak filmlerde, hikayelerde rastlanılacak türdendi. Bir diplomat, bir denetçi, bir emniyet müdürü, bir de Mardinli.. Ünvanlarıyla andım çünkü böyle tanıttılar kendilerini odadakiler, Mardinli ile ilgili tek bilgim ise Mardinli olması.

    Avukat bile tutmuştuk o bir gece içinde ve dışarıdan içecekler, daha yenilebilir yiyecekler getirtmiştikte. Hikayesini bilmiyorum o Mardinlinin, zaten öyle bir ortamda hikaye sormak artık kimsenin kimseye haddi değildi. Özyurdumuzda, dedelerimizin uğruna savaştığı öz yurdumuzda öyle bir damgalanmıştık ve öyle bir kovulmuştuk ki, bu yeni diyarda karşılaştığımız aynı topraklardan bir diğerinin kim olduğunu merak dahi etmiyorduk.

    Avukat bebekliler için süt, mama başta olmak üzere, yiyecekler birşeyler getirmişti. Mardinlinin öyle uzaktan uzaktan durduğunu hatırlıyorum işte tam o esnada, “arkadaşım açmısın, gel sende” deyince gözleri ışıl ışıl olmuş, üç gündür açım deyip, teşekkürler eşliğinde bir çırpıda krem peynire ekmeği bandığını hatırlıyorum.

    Oradan çıktık. Atinaya en mantıklı ulaşma yöntemi uçaktı. Parası olmayan iki kişi vardı, biri o odadaki Emniyet Müdürü diğeri Mardinliydi. Emniyet Müdürü, Meriç’i geçerken botunun patlaması nedeniyle canını malına tercih etmek zorunda kalmış, birkaç bin euro parası çantasıyla birlikte Meriç’in sularına kapılmıştı.

    Sabah çıktık oradan. Gözaltında o odadan çıkarmamak için yemin etmiş gibi, her isteğimize hayır diyen görevliler, birden apar topar bizi sabahleyin pat kapının önüne koymuştu.

    Öyle ilginç bir duygu ki, kovar gibi adeta, hızla hareket ettirip hemen dışarı çıkarmışlardı herkesi. Biz oradan kaçacakmışız gibi pür dikkat orada tutmak isteyen polisler, şimdi de bizi apor topar kapı dışarı ediyorlardı. Sanırsın beşyıldızlı bir otelin öğlen 11 de boşaltılmaması nedeniyle, otelin lobisinden ısrarla lütfen odanızı boşaltın ikazının alınması gibi. Otel değildi orası elbette, ama duygum aynıydı. Apor topar çıkarıldık hepimiz. Bizim için herşeye rağmen en son tazyik yeri orasıydı orası, nitekim prosedürdü tüm yapılanlar, yapmaları gereken birşeydi elbette bunun farkındaydık.

    Dışarı çıkınca öyle güzel bir Nisan güneşi yüzümüze vuruyordu ki, unuttuk herşeyi o an. Ama o Mardinli ve Emniyet Müdürü öyle değildi, yüzlerinde kaygı okunuyordu. Sonradan öğrenecektik, ceplerinde hiç paranın olmadığını. Kemal Sunal ile Ayşen Grudanın başrollerinde oynadığı, “İbo ile Güllüşah” filminin en son sahnesi gibiydi çünkü duyguları, düğün bitmiş ama cebinde para olmayan Kemal Sunalın nereye gideceğiz sorusuna karşın, eşeğin “Ben söyleyim İbo şimdi …. yediniz” halinden başka değildi.

    Mülteci vicdanı diye bir kavram var mı bilmiyorum ama o kavram oluşursa ilk örnekleri o esnada yaşananlar olacaktır elbette. Tanımadığımız insanlara aramızda para topladık. Maliye Bakanlığında uzman arkadaşım bir miktar, Matematik öğretmeni olduğunu söyleyen kişi bir miktar, bir Başbakanlık Müfettişi ve ben de bir miktar derken, bu Mardinli ile Emniyet Müdürünün Atinaya uçak parasını çıkarmıştık.

    Allahın işine bakın ki, sabahleyin Meriçin sularında botları patlamış, ölmekten son anda kurtulmuş, arkasından KDV olarak birkaç el silahla Türkiye tarafından kendilerine ateş edilmiş, farklı hikayelerin farklı yolcuları o akşam göklerdeydik.

    İndiren de kaldıran da bir Allah, öyle de gerçekten. Daha sabah botumuz su almış, girdaba yakalanmış, aralarında bebekli kadınlarında olduğu onbirkişi donup kalmıştık.

    Hani tarihçi Heredot’un anlattığı, Mısır Firavunun bir çobana verdiği ve onla hiç konuşulmamasını istediği bebeğin ağzından çıkan ilk kelime “Ma” imiş denir ya, işte bende şunu söyleyim ki, o tazarru anında ağzımdan çıkan bilincim dışında dua “Hasbiyallahu la ilahe illahu, aleyhi tevekkeltü ve hüve rabbül arşil aziym” olmuştu o an. Bir balerin gibiydiydik, döndükçe dönüyorduk.

    Uzun lafın kısası kurtulduk oradan, kurtuldukta bir bataklığa bırakıldık orası ayrı tabi ardından. Sylvester Stallone’nin bu bataklıklarda geçen filmleri halt etmişti o an. Oradanda kurtulmuştuk tabi. Mevzu uzunda işte demem o ki, Ali bey, sabahleyin bataklığa tam batarken iple çekilip tekrar yeniden yol aradığım halden akşam sizle birlikte o uçaktaydık. Elbette Mardinli ve Emniyet Müdürü de.

    Neden Emniyet Müdürünü anıyorum, Mardinlinin yanında. Şunun için. Emniyet müdürü telefonunu herşeyini kaybetmişti. Kimsenin kimseyi buyur edecek hali de yoktu elbette. Kimse kimseden bunu beklemiyordu da o atmosferde. Ama ne oldu biliyor musunuz. O Emniyet Müdürüne dayanamamış, birkaç arkadaş inince bu sefer borç olmak üzere para vermiştik. Verdiğimiz para çok değildi ama yinede o kişi ısrarla boç kesinlikle vereceğim söz demişti. Avusturya da yakınlarının olduğunu belirtmişti.

    Ama işte ne oldu biliyor musunuz, ortada kalan Emniyet Müdürüne Mardinli yardım etmiş ve bir gece Mardinlinin tanıdığı arkadaşların yanında kalmış. Daha sonra, bana ulaşıp borcunu ödemek isteyen Emniyet Müdürü anlatıcaktı bunları.

    Bu hayatta herşeyi düşünürdüm ama herşeyi ama bir gece bilmediğim insanların böyle bir ortamında kalacağımı düşünemezdim demiş, gülerek anlatmıştı bunu.

    O geceyi bizimle birlikte yaşayan başkaları bu yazıyı okur mu bilmem ve benzerleri yüzlerce defa yaşandığı için sıradanlaştığı ortada.

    Bu nedenle ben bu yazıyı bitirmek yerine birgün kalındığı yerden devam edilmek üzere şöyle bitireyim:

    Bir gün Meriç nehrini geçen, bir Diplomat, bir Emniyet Müdürü, bir Denetçi bir de Mardinli gözaltında karşılaşırlar…..

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin