Ama bu ‘giderek gençleşme’ anlamında değil. Adım adım eskiye dönme, olgunluk çağından çocuklaşmaya doğru gerileme, silbaştan yapma anlamlarında… Kurulduğu tarihten itibaren ilk 3 seçimde ‘yeni, sivil, demokratik, özgürlükçü, çoğulcu, kısa ve öz anayasa’ vaatleri ile oy isteyen AKP’nin Türkiye’yi getirip bıraktığı yer, 1920’lerin, 30’ların Türkiye’si oldu maalesef. Türk demokrasisi AKP’nin ilk yıllarında tam da en olgun seviyelerine yaklaşıyor derken, gelinen nokta bir ‘Benjamin Button’ sendromundan başka bir şey değil. AB ile tam üyelik müzakerelerine başlamış, reform üstüne reform yapan, askeri vesayeti gerileten, işkenceyi sıfırlayan, azınlık haklarını genişleten ve açılımlar yaparak dezavantajlı kesimlere el uzatan Türkiye’den, tek parti Anayasası’na öykünen, kuvvetler birliğini yücelten, diktatörlük peşinde koşan, 70 yıl sonra ‘açık oy’ ilkelliğini yaşatan, dilinden ‘Yeni Kurtuluş Savaşı’ ve ‘Sevr’ söylemlerini düşürmeyen iptidai bir Türkiye’ye geldik… Gerçek bir irtica varsa, o da budur.
‘Türk tipi başkanlık’ için Meclis’te başlayan anayasa değişikliği görüşmelerinde yaşananlar, adeta bir yakın tarih belgeseli gibi. AKP bize, siyasi tarihin bütün utanç sayfalarını zip’lenmiş olarak yeniden okutuyor.
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, oylamalar başlarken Meclis’te yaptığı konuşmada eleştirilere, “Bizim yaptığımız Atatürk anayasalarına dönmektir” cevabını verdi. Bozdağ, “Partili cumhurbaşkanı Türkiye’nin yeni tanıştığı bir şey değil. Cumhuriyetin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk partili, milletvekili, genel başkan. İsmet İnönü de öyle. Ne oldu tarafsızlığına halel mi geldi?” görüşlerini dile getirdi.
DAHA İYİ İTİRAF OLAMAZDI
AKP’nin 16 yıl sonra nasıl bir Türkiye hayal ettiğini, Türkiye’yi nereye götürmek istediğini bundan daha iyi anlatan bir itiraf olamazdı. Bütün siyasi kariyerlerini Atatürk ve İnönü karşıtlığı üzerine kuran; 1930’lar Türkiye’sine bir tepki olarak siyasi arenada temerküz eden, yeni bir Türkiye söylemi ile ezilen kesimlerden oy isteyen AKP’nin geldiği nokta acıklı. Bekir Bozdağ, bu resme Kurtuluş Savaşı diskurunu da ekleyerek tabloyu tamamladı: “OHAL’de anayasa değişikliği görüşülemez mantığını kabul etmek mümkün değil. Çünkü bu Gazi Meclis Kurtuluş Savaşı’nın devam ettiği yıllarda, 1921 Anayasası’nı yapmış ve yürürlüğe koymuştur. O gün hiç kimse çıkıp da ‘Kurtuluş Savaşı var, anayasa yapma vakti değildir’ dememiştir.”
Bu cümleler, 15 Temmuz ile başkanlık sistemine geçiş arasında nasıl bir bağ olduğu bahsi için çok kıymetli. Ancak biz şimdilik ‘geriye doğru yolculuğumuz’ devam edelim. Zaten Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bir süredir bu Kurtuluş Savaşı, Sevr, seferberlik söylemleri ile gerekli psikolojiyi oluşturmuştu. Sıra ‘başkomutan’ seçmeye gelmişti. Savaş ortamında Meclis’in ve dolayısıyla bütün bir milletin iradesini tek başına kendi şahsında temsil edecek bir ‘ulu önder’e ihtiyaç vardı. Bu, birkaç ‘baldırı çıplak’ AKP milletvekilinin keyfine bırakılamayacak kadar önemli bir karardı. Bu nedenle de güven duyulmayan her vekile, açık oy kullanma talimatı verildi.
AKP Grup Başkanvekili Bülent Turan, Genel Kurul görüşmeleri başlamadan 2 gün önce, Anayasa’ya aykırı bir şekilde ‘açık oy’ kullanacaklarının sinyalini vermişti. TBMM’de düzenlediği basın toplantısında, “Kişilerin oyunu nasıl vereceği, açıktır-kapalıdır bu şahısların kendi takdiridir” dedi. Ama kendi takdirlerine bile bırakılmadı. 9 Ocak gecesi başlayan oylamalarda, neredeyse her bir AKP’li vekil, başlarına ‘vasi’ tayin edilen diğer bir milletvekilince ‘kafa-kol’a alındı. Bazı vekillerin etrafında 3 tane birden ‘parti komiseri’ bitiverdi. Vekiller, zarfa atmadıkları pulları ‘parti komiseri’ gibi hareket eden diğer vekillere göstermek zorunda kaldılar. Kabine girip de gizli oy kullanmak isteyenler, “Açık kullan, açık açık. Niye açık kullanmıyorsun?” tacizleri ile karşılaştı. Hatta bazen hızını alamayan ‘AK komiserler’, yanlışlıkla CHP’li vekillere tosladı.
Bazıları bunu mecburiyetten bazıları da gönüllü olarak yaptı. Kimi vekillerin doğrudan kendisi tutuklanma tehdidi altında, kiminin de yakınları… Bazı milletvekilleri de yaranma arzusuyla gönüllü bir gayretkeşliğin içerisine girdi. Açık oy kullanan Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın, “Suç işliyorsun” uyarısı üzerine “Hadi lan! Suç işliyorum, seni ne ilgilendiriyor! Sana mı soracağım!” şeklindeki sözleri, yapılan değişikliğin ruhuna da çok uygun düşen sözlerdi.
CHP Muğla Milletvekili Ömer Süha Aldan, “Bununla da yetinilmedi bazı MHP milletvekillerine eşlik edildi. Kendi partisindeki milletvekillerine müfettişlik yapan milletvekilleri vardı.” dedi.
Hâlbuki Türkiye, bu ‘açık oy-gizli tasnif’ utancını tarihe gömdüğünü sanıyordu. 21 Temmuz 1946 seçimlerinde bu çağdışı yöntem kullanılmıştı. 14 Mayıs 1950 seçimlerinden 3 ay önce bu uygulamaya son verilmişti.
Bundan dolayı da 1946 seçimleri, tarihe ‘şaibeli seçim’ veya ‘hileli seçim’ olarak geçti. O zamanlar valiler CHP’nin il başkanı, kaymakamlar da ilçe başkanlarıydı. Bugün de aslında fiili olarak durum aynı.
SİVİL ANAYASA HEDEFİ: NEREDEN NEREYE
Benjamin Button gibi, siyasi hayatımızı geriye doğru sardığımızda, en önce son gürbüz ve sağlıklı günlerimiz çıkacak karşımıza. AKP’nin ‘yeni ve sivil Anayasa’ söylemleri nasıldı? Örneğin 3 Kasım 2002’deki ilk seçim beyannamesinde ‘yeni anayasa’ için ‘toplum sözleşmesi’ tanımı yapılıyor ve mutlaka bütün kesimlerin görüşlerini yansıtacak şekilde hazırlanacağı vurgulanıyordu. “Ak Parti, temel yasal düzenlemelerin ve anayasal değişikliklerin yapılmasında, Meclis’teki sayısal üstünlüğü yeterli olsa bile, mümkün olabilecek en geniş toplumsal mutabakatı arayacaktır” taahhüdü vardı. Hedeflenen yeni anayasa ise şöyle tarif ediliyordu: “Hazırlanacak yeni anayasa, kısa, öz ve açık olacak, yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki ilişkiler açık, net ve anlaşılabilir bir şekilde belirlenecek, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçişi sağlamak için referandum yolu yaygınlaştırılacak, idarenin hiçbir eylem ve işlemi yargı denetimi dışında bırakılmayacaktır.”
2007 Seçim Beyannamesi de bunun bir tekrarı gibiydi. Aynı prensiplerin altı çizilirken parlamenter sistemin esas alınacağı belirtiliyordu. “Cumhuriyetimizin 100. yılına yaklaşırken, ülkemiz sivil bir uzlaşma anayasasını hak etmektedir. Hazırlanacak yeni anayasa, kısa, öz ve açık olmalı; yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki ilişkiler parlamenter sistem esas alınarak açık, net ve anlaşılabilir bir şekilde belirlenmeli; bu çerçevede Cumhurbaşkanının konumu ve yetkileri yeniden tanımlanmalı; temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş sağlanmalıdır. Yeni Anayasa en geniş toplumsal uzlaşmayla hazırlanmalıdır” deniyordu.
AKP, 2011 seçimlerine ‘yeni anayasa’ vaadiyle gitti. Beyannamede şöyle deniyordu: “Tüm toplumsal kesimlerin katılımıyla oluşturulacak bu yeni anayasa, Türkiye’de demokratikleşmenin kusursuz işleyebilmesi için vazgeçilmezdir. Ancak tam manasıyla demokratikleşmiş, tüm kurumların kendi yetki alanlarına çekildiği, millet iradesinin bütünüyle egemen olduğu bir Türkiye, muasır medeniyet seviyesine ulaşmış olacaktır. 12 Eylül askeri müdahalesiyle derinleşen demokrasi açığının bütünüyle kapatılması ve normalleşme sürecinin tamamlanması yeni, sivil ve demokratik anayasanın hazırlanmasına bağlıdır. Şu ana kadar savunduğumuz çağdaş demokrasi anlayışını yansıtan, mümkün olan en geniş mutabakatla ve demokratik yöntemle hazırlanan, toplumların bütün kesimlerinin sahipleneceği bir anayasa hedefliyoruz. Dışlayıcı değil kapsayıcı, ötekileştirici değil kucaklayıcı, ayrıştırıcı değil bütünleştirici, bastırıcı değil özgürleştirici, aynılaştıran değil çeşitlilikte birliği savunan, çoğulcu ve özgürlükçü bir anayasa hazırlanacaktır. Temel felsefesi bireyin özgürlüğü ve korunması olan, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığını sağlamaya yönelik kurumsal güvenceleri içeren ve aynı zamanda da siyasi sistemin işleyişindeki belirsizlikleri ortadan kaldıran yeni bir anayasanın yapılması, Türkiye’de demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğünün kökleşmesi bakımından önemli bir aşama olacaktır.”