YORUM | KEMAL AY
Turgut Özal, 1989 yılında Anavatan Partisi’nin (ANAP) yeni binasının açılışında el yazısı ile şunları yazmış:
‘Üç önemli prensibe sarılırsak, bu parti 2000’li yılların en güçlü partisi olacak. Hür ve serbest düşünce, din ve vicdan hürriyeti, serbest teşebbüs (serbest pazar). Davranışlarımız: Zikzak yapmamak, doğru olmak, hoşgörülü olmak, uzmanlığa önem vermek, ekip çalışması yapmak. Özel önem verdiğimiz gruplar: Gençler ve çocuklar.’
Bu satırlar, rahmetli Özal’ın felsefesini aşağı yukarı özetliyor. Bir de ANAP’ı kurarken bir araya getirmek istediği ‘dört eğilim’den bahsetmişti. Bunlar 12 Eylül darbesinden hemen önce Meclis’te olan dört partiyi temsil ediyordu: AP (merkez sağ), MSP (İslamcı sağ), MHP (milliyetçi sağ) ve Ecevit’in CHP’si (demokratik sol). Gerçekten de partide bu yönelimde isimler kendine yer bulabilmişti. Nitekim siyaset yapmak için başka mecra da kalmamıştı.
2,5 PARTİNİN KATILDIĞI YENİDEN SEÇİMLER
1983 yılında yapılan seçimlere ‘2,5 parti’ katıldı. Askerlerin organizasyonu ile kurulan Milliyetçi Demokrat Parti (MDP) ve Halkçı Parti’nin (HP) yanı sıra ‘buçuk’ olarak görülen ve toplumda karşılığı olacağına pek inanılmadığı ifade edilen Anavatan Partisi. Bu süreçte siyasî yasaklı olan liderler ‘paravan partiler’ kurmaya yeltendi ancak Milli Güvenlik Kurulu bunları onaylamadı. Bir de üstüne seçim barajı getirildi. Nihayet 3 yıl sonra yapılan genel seçimlerde Özal, tek başına iktidar olarak ayrıldı. Sahil kesimleri ve büyük şehirler Necdet Calp’in kurucusu olduğu HP’ye, Güneydoğu illeri Turgut Sunalp’in partisi MDP’ye ve başta İç Ege ve Anadolu olmak üzere ‘taşra’ kesimi çoğunlukla Özal’ın kadrosuna oy vermişti.
Özal şapkadan çıkmadı elbette. Bürokrat kökenliydi. Dünya Bankası’nda çalışmış, yükselmiş, başarılı bir beyindi. Darbeden önce Demirel’in Başbakanlık müsteşarı olmuş, meşhur 24 Ocak kararlarına imza atmıştı. 1980’le 1983 arasında kurulan teknokrat hükümetlerinde görev almış, ülkenin darbeden sonra küresel ekonomiye adaptasyonunu sağlayan ekipte bulunmuştu. 1970’li yıllarda yaygın yoksulluğun ardından 1980’lerde ekonominin toparlanması, 12 Eylül rejiminin de öncelikleri arasındaydı.
EKONOMİ BÜYÜDÜ AMA DENGESİZLİKLER ORTAYA ÇIKTI
Türkiye’nin bu yıllarda küresel tüketim ekonomisine dâhil olması, ithalat yasaklarının kalkması, ihracat için çok çabalanması ve teknoloji transferinin sağlanması her açıdan dönüştürücü etkilere sahipti. 1950’de yüzde 20’lerde olan şehirli oranı, 1980’e kadar yüzde 40 civarına tırmanmıştı. Yeni iş alanları oluşması ve istihdamın artmasıyla bu oran 10 yıllık süreçte yüzde 60’a çıkacaktı. Bu da tüketim ekonomisini doğrudan etkileyen bir faktördü. (Tüketim artmış, orta sınıf genişlemiş ve ekonomi hacmi büyümüştü ancak 1980’li yıllar ekonomik dengesizliklerle ve krizlerle de hatırlanacaktır.)
Özal’ın ‘özgürlükler’ vaadi, darbelerle ve iç çatışmalarla yorulmuş bir halka ilaç gibi gelecekti. Nitekim bunun altyapısı da hazırlanmıştı. Serbest teşebbüs, orta ve üst sınıfın zenginleşmesini ve kalabalıklaşmasını sağladı. Bu, şehir kültürlerinin de zenginleşmesi anlamına geliyordu. Üniversite sayısı 1987’de 28’den 1992’de 51’e çıkarılmıştı. Yine Özal’ın hayallerinden biri özel televizyonlardı ve 1989’da bu hayalini gerçekleştirecekti (hatta – lüzumsuz yere – oğlunu ortak etmişti). 1950’lerde Demokrat Parti’nin sağladığı sosyal mobilizasyon, yani çevreden merkeze yürüyüş, 1980’lerde Özal’la devam ediyordu. Sivil toplum böylece daha da güçlenmiş ve çeşitlenmişti. Toplum, 1983 seçimlerinde Kenan Evren’in temsil ettiği zümreye olan tepkisini göstermişti. Şimdi de yeniden ‘hayat buluyordu’.
1990’LARIN TOHUMLARI BU YILLARDA ATILDI
Siyaset, daha önce de bahsettiğim gibi, üst otoritenin fikirleri test edilmek suretiyle üretilen bir olgu. Yani işleyen bir düzenle ilgili yeni fikirler sunabiliyorsanız, siyaset yapıyorsunuz demektir. Yoksa 1980-83 yılları arasında da bir hükümet vardı fakat siyaset yoktu çünkü kimseye hesap vermek zorunda değildi ve test edilme, itiraza muhatap olma gibi siyasete has durumlara maruz kalmıyordu. Özal’ın varlığı hem siyasete hem de medyaya canlılık getirmişti. Bunun da elbette toplumsal izdüşümleri olacaktı.
1982’de kabul edilen yeni Anayasa, 1961’e göre daha az özgürlük içeriyordu ancak temel kaideleri itibariyle evrensel hukuk kurallarına riayet edilmeye çalışılmıştı. Dil, etnisite ve laiklik konularının özellikle ‘vurgulanması’, ileriki yıllarda bu konuların tartışma doğuracağının habercisiydi. Kenan Evren’in ‘fevri bir hareket sonucu’ Kürtçe’yi yasaklatması, bu arada Diyarbakır Hapishanesi’nde işkence görenlerin ve 1970’lerde Ankara’da ‘Apocu’ olarak bilinen solcu gençlerin ‘dağa çıkması’, PKK meselesinin temelini oluşturacaktı.
MGK REJİMİNİN İCADI
12 Eylül rejimi, ülkeyi Milli Güvenlik Kurulu (MGK) eliyle yönetmeyi öngördü. Cumhurbaşkanı’nın başkanlık ettiği MGK’da sivil ve asker oranı neredeyse eşitti. 27 Mayıs darbecileri Senato eliyle siyaseti ‘kontrol etmeyi’ denemişti. 12 Eylül darbecileri ise MGK’yı oluşturarak ‘kontrol’ işlevi yüklediler. 1983 seçiminde MGK’nın ‘adayı’ MDP yüzde 23, HP yüzde 30 ve ANAP yüzde 45 civarı oy almıştı. Bu da 1970’lerdeki sağ-sol çatışmasından sonra seçmenin ‘sınırlarını’ belirleyen bir denklem sunuyordu bize. İstikrardan ve devletten yana olan yüzde 23; taşrada bulunan ve merkeze göz diken, ekonomide liberal, düşüncede ‘sağ’ yüzde 45; CHP’nin devamı olarak görülebilecek yüzde 30.
Darbeciler 12 Eylül öncesi siyasîleri için 10 yıllık bir siyaset yasağı öngörmüştü. Ancak Turgut Özal, belli ki Meclis’teki rekabetsiz ortamdan sıkılmıştı ve 1987’de af edilmeleri için bir referandum düzenleme sözü verdi. Sonradan pişman olsa da, ‘kıl payıyla’ siyaset yasakları kalkmış oldu. Hemen o yıl yapılan seçimlere ANAP’ın yanı sıra Erdal İnönü’nün SODEP’i, Süleyman Demirel’in DYP’si, Bülent Ecevit’in DSP’si, Necmettin Erbakan’ın RP’si ve Alparslan Türkeş’in MÇP’si katıldı. Yüzde 10 barajı sebebiyle Meclis’te yalnızca ANAP, SODEP ve DYP bulunacaktı. Özal bir kez daha tek başına iktidar olmuştu. Ancak baraja hayli yaklaşan DSP (yüzde 8,5) ve RP (yüzde 7,2) geleceğin siyasetinde etkili olma emareleri göstermişti.
ÖZAL’IN AYAĞININ ALTINDAKİ HALI KAYDI
Bu seçimde Özal, Demirel, Erbakan ve Türkeş’in temsil ettiği ‘sağ’ oylarının toplam oranı yüzde 65 civarıydı. Bu veri, Türkiye’de solun darbeyle geriletildiği ve sağın da yükseltildiği şeklinde okundu özellikle sol literatürde. Ancak geçen yazının sonlarında bahsettiğim üzere, Türkiye şartlarında en önemli mesele ‘yukarı tırmanmaktı’ ve bunun formülünü de sağ politikacılar bulmuştu. Demokrat Parti’den başlayarak şehirleşmeyi (istihdamı) arttırmak ve bürokrasiyi şişirmek, en mühim iki meseleydi. Özal’ın performansı da haliyle ‘sağ popülizm’ için büyük fırsattı.
Sol literatürde Özal dönemi için şu türlü kritiklere de rastlayabilirsiniz: (1) Pragmatizmi kültür hâline getirdi, (2) rüşvet ve hayali ihracat gibi üçkâğıtçılıklar bürokrasiye ve ticarete yerleşti, (3) tüketim kültürüyle birlikte ‘değerler’ aşındı, (4) özelleştirme politikası devlet eliyle ‘yeni zenginler’ doğurdu ve bunun yönetimi ‘sağcılığa yaradı’, (5) aşırı Amerika yanlısı tutum, Türkiye’yi bölgede zora soktu, (6) dindar-laik tartışmalarının fitilini ateşleyecek eylemlere imza attı. (Liste uzayabilir ama genel hatlarıyla böyle.)
Bütün bunlar ‘sağ siyaset’ açısından muhtemelen alkışlanacak gelişmelerdi. Mesela pragmatizm konusu. Yıllarca ‘sağ’ mahfillerde, Türk halkının darbe dönemlerini hep sineye çektiği fakat sandığa gidince ‘gereken cevabı verdiği’ ve bu sebeple ‘sessizliğinde hikmetler olduğu’ anlatıldı. 1987 seçiminde 1. parti olarak Meclis’e giren ANAP’ın 1989 seçimlerinde 3. parti olması da, bunun göstergelerindendi sözgelimi. Halk, ‘şımaran’ Özal’a gereken dersi vermişti. Ancak bu seçimde 2 unsur ön plana çıkıyordu: (1) 1986’da baş gösteren ekonomik problemler, 1988-89 arasında yoğunlaşmıştı ve eski Başbakan Demirel, ‘alternatif’ adayı olarak kendini pazarlamayı başardı. (2) İnönü’nün SODEP’i ve Erbakan’ın Refah Partisi, yoksullara yönelik bir propaganda ile belediyecilik hizmetlerinin ‘oy getireceğini’ gösterdi.
SAĞ SEÇMENİN ÖNCELİKLERİ BELLİYDİ
Buradan da anlaşılabileceği gibi Türk seçmeni genelde ekonomik refah, yerelde ise ‘sosyal devlet’ tercih ediyordu. Bu çıplak gerçekliğin üstüne, ideolojiler, dinle mesafe, muhafazakârlık ve şehir-taşra ikiliği gibi unsurları eklemek mümkün. Ancak Özal’ın 1989’daki yerel seçimlerden hemen sonra Cumhurbaşkanı seçilerek Köşk’e çekilmesi, Türk siyasetini bir anlamda 1970’lerdeki koreografisine döndürdü. Özal faktörü, Türk sağında liberal seslerin de yükselmeye başlamasını, özellikle tüccar sınıfının daha da etkili hâle gelmesini ve taşranın merkezi dönüştürme kabiliyeti olduğunun görülmesini sağladı.
Ancak Özal, ANAP’ın dört eğilimini bir arada tutmayı başaramadı ve eski siyaset Meclis’e döndüğünde, ANAP ‘liberal sağ’ bir parti olmaktan öteye geçemedi. Muhafazakârlığı RP’ye, ‘merkez sağı’ DYP’ye ve sosyal demokratlığı SHP’ye kaptırmıştı. 1990’larda ise siyaseti, ‘MGK rejiminin’ Refah Partisi ve SHP’den Meclis’e giren Kürt vekillere yönelik tutumu belirleyecekti. Özal, ‘her eğilime kulak veren’ bir siyasetçi profilinin gereği olarak Kürt meselesinde ilerici adımlara meyletmiş, devletin adını değiştirmekten başkanlık ve federatif yapı gibi önerilere kadar çeşitli projeleri dillendirmişti. Bunlar 1960’larda başlayan ‘anayasal çerçeve’ ile mücadelenin devamı gibi düşünülebilir zira Özal da, diğer sağ siyasetçiler gibi ‘çok hızlı projeler üretip uygulamaya koyma’ eğilimindeydi. Bunlara itiraz edilmesi, prosedürlerle konunun uzatılması ve icraatın ‘yavaşlaması’ canını sıkıyordu. Oysa demokrasi, biraz da işleri yavaşlatmak suretiyle işlerlik kazanıyordu.
Özal, dinî referansları olan bir liderdi ancak siyaseten ‘muhafazakâr’ olmaktan uzaktı. Hatta o yıllarda hem siyasete hem de magazine angaje olan aile hayatı da, dindar seçmeni uzaklaştırmaya başlamıştı. Cumhurbaşkanlığında ‘yalnızlaştığı’ bir dönemde, 1993’te hayatını kaybetti. ANAP’ı 2000’li yılların en güçlü partisi olamadı.