Irak’ın kuzeyinde kimyasal silah kullanıldığı iddiaları nedeniyle başta AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere rejimin hedef aldığı TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı, konuyla ilgili açıklamasını TSK’nın neden üzerine alındığını anlamadığını söyledi. Kronos’tan Selahattin Sevi’nin sorularını cevaplayan Fincancı, “İncelemelere izin vermeyen Irak Kürdistan yönetimi. TSK neden alıngan davranıyor?” ifadelerini kullandı.
Türk Tabipleri Birliği (TTB) Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı hakkında TSK’nın Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) topraklarında sürdürdüğü operasyonlarda kimyasal gaz kullanıldığı iddialarına ilişkin ifadeleri nedeniyle soruşturma açılmıştı.
Recep Tayyip Erdoğan da önceki günkü konuşmasında Fincancı’yı hedef alarak, “Türk Tabipler Birliği Başkanı ile ilgili yargı harekete geçmiştir. Hem bu kişiyle, hem bu kurumla ilgili adımlar atılacak.” ifadelerini kullanmıştı. Rejimin ortaklarından MHP lideri Devlet Bahçeli de bugünkü grup konuşmasında Fincancı’nın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılmasını istedi.
Şebnem Korur Fincancı, Kronos’a konuştu. Türkiye’de kimyasal silah kullanımıyla ilgili bir tartışma olduğunu ama tartışmanın doğru bir yerden yürütülmediğini söyledi. Söz konusu röportajdaki soru ve cevaplardan bazı bölümler şöyle:
Kimyasal silah iddiaları nedeniyle hakkınızda yeni bir soruşturma açıldı. Ne söylediniz, nasıl anlaşıldı, tartışmanın geldiği nokta nedir?
Bir grup kimyasal silah kullanıldığını ifade ediyor. Bir grup da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin asla böyle yapmayacağını ve bizim Türkiye Cumhuriyeti’ne iftira attığımızı ifade ediyor.
Bu tartışma Medya TV yayınına katılmamla başladı. Skype üzerinden katıldım, Berlin’deydim. Daha önce izlediğim videolar vardı. IPPNW’dan (Nükleer Savaşın Önlenmesi için Hekimler) meslektaşlarımız vardı. Bir rapor çıkmıştı ve birtakım deliller tartışılıyordu. Kimyasal silaha da dair doğrudan bir veri olmadığını ama dolaylı delillere rastladıklarını aktarıyorlardı. Irak Kürdistan Yönetimi izin vermemişti incelemeler yapmalarına, onu tartışıyorlardı.
O bilgilerle ben yayına katıldım. Videoyu göstermişler ne yazık ki ve “biz haber merkezi olarak gösterme kararı aldık” dediler. Ben de “keşke bu görüntüleri göstermeseydiniz” dedim. Çünkü biliyorum nasıl olduğunu görüntülerin. Sonrasında da o görüntüleri daha önce de izlediğimi ve birtakım belirtiler olduğunu, kişilerde istemsiz hareketler olduğunu, sinir sistemini etkileyen bir kimyasal kullanımının söz konusu olabileceğini ama bunun için bir araştırmaya ihtiyaç olduğunu…
Fakat öyle anlaşılmadı, tartışma nasıl devam etti?
Sanki “Kimyasalı kanıtladım ben. İşte elimde de delilim” demişim gibi bir tartışmaya döndü. Videolar nasıl tanı koyduğuma dair bir tartışma yürüdü. Oysa tabii ki biz adli tıp uzmanları olarak her zaman olgulara doğrudan ulaşma olanağına sahip olmuyoruz.
Tabii orada sanki ben Türk Silahlı Kuvvetleri’ne laf söylemişim gibi bir algı var. Oysa, örneğin, incelemeye izin vermeyen Kuzey Kürdistan yönetimi. Dolayısıyla ben herkesi sorumlu kılıyorum.
NEDEN ALINGAN DAVRANIYORLAR?
Orada bir örgüt var, o örgüt birtakım görüntüler ortaya yayıyor. Raporda da birtakım bidonlar var içinde gaz oluşumu sağlayabilen. Oradaki o bidonların kime ait olduğunu da bilmiyoruz. Dolayısıyla ben sadece sorumlular hakkında işlem yapılabilmesi için etkili bir soruşturma yürütün diyorum ama kendi üzerilerine alıyorlar.
Tabii bu kendi üzerine alma bu sefer şöyle bir soru işareti oluşturuyor, ya suçlu oldukları için mi bu kadar alıngan davranıyorlar? Bunu da tabii ben kamuoyunun takdirine bırakırım doğrusu.
TÜRKİYE’DE OLSAM DA AYNI ŞEYİ SÖYLERDİM
Türkiye’de ne ile karşılaşacaksınız? Bir sürpriz bekliyor musunuz?
Türkiye’de de olsam benzer bir durumda bana mikrofon uzatsalar ben yine düşüncemi, orada değerlendirmemi sunarım, herkesle de paylaşırım. Ayrıca “Bunlar kimlerdir?, Bana bu mikrofonu kim uzattı? Kamera kimin elinde?” diye bakmam ben. İfade özgürlüğü diye bir durum var, herkesin haber alma hakkı var. Dolayısıyla burada da, orada da ben, ne gördüysem onu söyleyeceğim zaten.
Ha gördüklerimi yanlış diye değerlendirebilirler ama gördüklerimi bir suça dönüştürme hakları yok. Bu bir suç değil. Çünkü ben adli tıp uzmanıyım, bu alanda çalışıyorum.
Türkiye’de her şey sürpriz bence. Benim elimi kolumu sallayarak girmem de bir sürpriz olur. Uçağa kadar gelip beni almaları da bir başka sürpriz olur. Ama sürprizlere alışığız biz Türkiye’de. Öyle yaşıyoruz çünkü belirsizlikler ülkesi Türkiye.
KORKU AĞI OLUŞTURULMUŞ, İNSANLAR SUSUYOR
Bu belirsizliği yarattıklarında aslında bir korku ağı da oluşturmuş oluyorlar toplumda ve toplum susuyor. En büyük risk budur. Toplumda susma hali ve hakları için ayağa kalkıp mücadele etme gücünü bulamama hali yaratmış oluyorlar böylece. Bu çok tehlikeli aslında, bu zaman içinde içimize kapanmamızı, bir arada olma becerimizi yitirmemizi ve toplum olma vasfımızı asıl olarak yitirmemize olanak sağlıyor.
“Sansür yasası” mevcut durumu daha da kötüleştirebilir mi?
Şimdi tabii adına Dezenformasyon Yasası dedikleri ama aslında bir sansür yasası olan yasa ile karşı karşıyayız. Gerekçelendirmede çok ciddi sorunlar var. Toplumda doğru veriyi, hakikate ulaşma çabası içinde olanlara yönelik bir sansür yasası olarak tanımlamak mümkün bunu.
Tabii öyle olunca da herkes bir adım daha geri çekilecek zaten yeterince geri çekilmiş durumda ve susacak bu koşullarda. Hakikatin ortaya çıkması çok zorlaşacak. Hakikatin olmadığı yerde komplo teorilerine alan açılır. Biz salgında onu gördük, hakikatin olmadığı yerde komplo teorileri oldu.
Komplo teorileri oluşturulan ve toplumu korkuya sevk edenler hakkında hiçbir işlem yapılmazken, Türk Tabipleri Birliği her gün terörist olmakla suçlandı. Biz sağlık verisi de paylaşsak, meslektaşlarımızın özlük hakları için mücadele ediyor da olsak devletin işlediği iddia edilen suçların araştırılması için talepte de bulunsak, her koşulda teröristiz diyebilirim ben. Sansür yasası hepimizi daha da terörist kılacak.
En büyük dezenformasyonu iktidar çevrelerin yaptığına dair yaygın bir kanaat var. Bu yasa onlara uygulansa en büyük mağduru belki de kendileri olur, ne dersiniz?
Evet… tabii ki. Şöyle, bu kadar dezenformasyon yayan, bilgiyi paylaşmayan, gizleyen, vak’a, hasta ayrımı yaptılar. 2020’nin temmuz ayında bir anda vak’alar, hasta oldu. “Hastalar, vak’a değildir.” dendi. Sonra aralık ayında bir gecede bir milyon vak’a bildirmek zorunda kaldılar ellerinde biriken vak’aları dağıtabilmek için. O nedenle, hani, dezenformasyonu zaten asıl yapanlar ne yazık ki bu siyasi otoritedir. İşletilirse hakkıyla ve hakkaniyetle onlar yargılanacaktır, biz değil.
Başta KHK’lılar olmak üzere cezaevinde ve cezaevi dışında intiharların artmasını neye bağlıyorsunuz?
Tabii bir belirsizlik rejimi var Türkiye’de ve haklar ellerinden alınmış insanların. İnsanlar açlığa, yoksulluğa, yokluğa terk edilmiş durumda. Bütün bu çaresizlikler yani çaresizlik duygusu yaşanan bu tablo kaçınılmaz olarak insanlarda umutsuzluk ve bu umutsuzluk da intihara doğru bir gidişe neden olabiliyor. Mutlaka destek alması gerekiyor insanların, mutlaka insanlara yeniden insanlıktan çıkarma davranışı yerine, bir hak öznesi olduklarını hatırlatmamız gerekiyor hep beraber.
SOSYAL DAYANIŞMA, İNSANLARA YARDIM KRİMİNALİZE EDİLİYOR
Derin bir yoksulluğun olduğu Türkiye’de cezaevindeki ve dışındaki insanlara yardımlar da soruşturma konusu oluyor. Dayanışma iddiaları nedeniyle 704 kişiye gözaltı kararı verilmesi bunun son örneği. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizi ayakta tutan aslında toplumsal dayanışmadır. Tabii ki bu toplumsal dayanışma birbirimizi desteklemekle, zor durumda olan insanları o zor durumdan çıkartmakla mümkün ama ne yazık ki bu dayanışma kriminalize ediliyor Türkiye’de. Dayanışma kriminalize edilirken, insanlar, sadaka kültürüne mahkum ediliyorlar ne yazık ki. Sadaka kültürü üzerinden de bir rıza üretiyor siyasi otorite. Çünkü başka hiçbir çaresi kalmadığı için o sadakaya mahkum oluyor insanlar ve o sadakayı verene de rıza devşirmiş oluyor sadakayı veren.