Toplumu çürüten ters menfez: Gulûl!

“Yeni Faz” Kavramları (8)

İslam Ansiklopedisi kavramı: “Sözlükte “gizlemek, bir şeyi gizlice almak, hırsızlık yapmak; hıyanet etmek” manalarına gelen Gulûl kelimesi, örfte umumiyetle “ganimet malına hıyanet etmek” anlamında kullanılır.” şeklinde açıklıyor.

M. NEDİM HAZAR | YORUM

‘Yeni Faz’ kavramlarını irdelemeye çalıştığımız bu seride, Fethullah Gülen’in ‘Yenilenme Cehdi’ kitabının analizine başlıyoruz. Kanaat-i âcizanemce bu eser Gülen’in kendi uzayında ‘rönesans’ kavramının izdüşümlerini taşır. 2012 yılında ilk baskısı yapılan kitap, tüm Gülen eserlerinde olduğu gibi, geçmişte kendisine sorulan sorular ve verdiği cevapların belli bir konsept çerçevesinde redaksiyondan geçirilmesinden oluşuyor.

Hocaefendi bu eserinin başlarında benim ilk kez bu kitapta karşılaştığım bir kavramdan bahsediyor: Gulûl. Âl-i İmran suresi 161. ayeti alıntılanarak sorulan soruya cevap olarak oluşan bu fasıl oldukça enteresandır. Hatırlatayım; bu kitap yayınlandığında henüz 17/25 Aralık yaşanmamıştır.

Önce mezkûr ayete bakalım: “Emanete hıyanet etmek, bir peygamberin yapacağı iş değildir. Her kim hıyanet edip de ganimetten veya kamuya ait hâsılattan bir şey aşırır, bunu da gizlerse, kıyamet gününe o vebalini aldığı şeyler, boynuna asılı olarak gelir. Sonra her kişiye kazandığı şeylerin mükâfatı veya cezası eksiksiz verilir. Ve onlar asla haksızlığa uğratılmazlar.” (Âl-i İmran:161)

Esbab-ı Nüzule bakmak için şöyle bir arka plan verelim: Uhud Savaşı’nda Hz. Peygamber’in stratejik bir noktaya yerleştirdiği okçuların bir kısmı, başlangıçta Müslümanların müşrik saldırılarını püskürttüğünü görünce zaferin kazanıldığını ve herkesin aldığı ganimetin kendisinin olacağını zannederek nöbet yerini terk ettiler. Onların bu şekilde görev yerlerini bırakmaları sürecin Müslümanların aleyhine dönmesine sebep oldu.

Hz. Peygamber, “Bizim ganimetleri taksim etmeyip gizleyeceğimizi mi sandınız?” buyurarak bu konuda onların zihninde uyanan bu şüphelere imada bulunarak böyle bir davranışın kendisine asla yakışmayacağına işaret buyurmuştu. Bahsi geçen ayetin de bu tür kuşkulara cevap olmak üzere indiği rivayet edilir. Başka bir rivayete göre ise ayet Bedir Savaşı’nda elde edilen ganimetlerin taksimi sırasında, kayıp bir eşya için, münafıkların fitne çıkarmak için, “Herhalde Muhammed almıştır!” demeleri üzerine inmiştir.

Hakkı olmayan bir şeye el uzatmak!

İslam Ansiklopedisi kavramı: “Sözlükte “gizlemek, bir şeyi gizlice almak, hırsızlık yapmak; hıyanet etmek” manalarına gelen Gulûl kelimesi, örfte umumiyetle “ganimet malına hıyanet etmek” anlamında kullanılır” şeklinde açıklıyor.

Fethullah Gülen ise bu kavramı ve anlamını çok daha geniş bir perspektiften ele alıyor: “Umumî manasıyla Gulûl, hakkı olmayan bir şeye el uzatma, ondan yararlanma, emanete hıyanet etme demektir. Daha hususî çerçevede ise, taksimat yapılmadan önce ganimet malından bir şeyler aşırma, kamu malından gizlice bir şeyler alma, devlet malında suistimalde bulunma manalarına gelir.”

Demek ki mesele sadece peygamberlik makamı ya da savaş ganimeti olarak algılanırsa hem mesajın evrenselliğine hem de kutsal kitabın zaman mekân üstülüğüne gölge düşecektir.

Hocaefendi önce kavramı dar perspektifle ele alıyor: “Âyet içine alan umumî bir ifade kullanılmıştır. Böyle bir üslûbun tercih edilmesiyle şu iki önemli hususa dikkat çekilmiştir: Bir; sadece Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) değil, hiçbir nebi Gulûle girmemiştir. Evet, ne Hazreti Âdem, ne Hazreti Nuh, ne Hazreti Hud, ne Hazreti Salih, ne Hazreti Musa, ne Hazreti İsa ne de diğer peygamberler (aleyhimüsselâm), içinde umumun hakkı bulunan hiçbir şeye el uzatmamışlardır. Onlar ancak yüzde yüz hakları olduğuna inandıkları şeyleri almışlardır. 

İki; peygamberlerden hiçbirisi Gulûle girmediğine göre, bütün bu şecere-i mübarekenin en münevver meyvesi olan Hazreti Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) Gulûle girmesinin söz konusu olamayacağı evleviyetle anlaşılır. Zira peygamberlik halkası bir tesbihin taneleri konumundaysa, İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) o tesbihin imamesidir. Tesbih ancak O’nunla tesbih olmuş, O’nunla tamamlanmıştır. Zira varlık O’nunla başlamış, O’nunla kemale ermiştir. Neyin nerede başlayıp nerede bittiği O’nunla anlaşılmıştır. Eşya ve hâdiseler O’nunla şerh edilmiş, O’nun sayesinde doğru okunabilmiş ve mârifet adına değerlendirilerek onlardan doğru mânâlar çıkarılabilmiştir. O hâlde her güzel hasleti zirvede temsil eden İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) iffetin de serdarı, sernüması, serkârı, pîşuvası ve rehnümasıdır.”

O (sas), kalkanını bir Yahudi’ye rehin vermişti!

Ardından nüzul sebebi yönüne değinme geliyor: “Âyet-i kerime için muhtelif nüzul sebepleri rivayet edilmiştir. Bunlardan biri de bu âyetin Uhud muharebesi münasebetiyle nazil olduğu şeklindedir. Buna göre bir kısım toy insanlar, belki ekseriyeti itibarıyla da münafıklar –hâşâ ve kellâ– Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaşta elde edilen ganimetleri alarak kendi hesabına değerlendireceği şeklinde uygunsuz düşüncelere kapılmışlardı. İşte âyet-i kerime beliğ bir ifadeyle daha başta bütün hayatını kemal-i hassasiyetle yaşayan O Kâmet-i Bâlâ için gulûlün asla söz konusu olamayacağını ifade ediyor. Esasında sadece şu vak’a dahi O’nun o baş döndüren iffetini gösterme adına yeterlidir: Düşünün ki, Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman mübarek kalkanı bir Yahudi’nin elinde rehin bulunuyordu. Evet, O, eşlerinin nafakalarını temin edebilmek için kalkanını bir Yahudi’ye vermiş, ondan borç para almıştı. Zira O, kendi iç dünyasında hayat-ı seniyyelerini çok engin ve derince yaşadığı gibi, hakkında en küçük bir şüphenin meydana gelmemesine de kemal-i hassasiyetle dikkat ediyordu.”

Bazı klasik müfessirlerin gerek siyasi angajmanları, gerekse dar görüşlülükleri sebebiyle kavramı ve özneleri daraltarak aktarmalarının belasını Müslümanlar günümüzde ziyadesiyle yaşamaktadır. İslam topluluklarına bakıldığında neredeyse harama, irtikaba bulaşmamış yönetici yoktur maalesef!

Ki Hocaefendi gelmek istediği nokta da esasen budur:

“Âyet َو َمـ ْن ْ يَ ْغُلــل ِ buyruluyor. Gulûl, ganimet mallarından gizlice bir şeyler alma mânâsına geldiği gibi, insanın hakkı olmadığı hâlde el uzattığı her şey gulûl kategorisine girer. Mesela insanın, iş başına geçtiği zaman bir kısım spekülasyonlarla mal edinmesi, tahsisât-ı mestureden (örtülü ödenek) kendi hesabına bir şeyler kaydırması ve bu tür haksızlıkları irtikâp ederken, bir de kılıf bularak, “Ben de burada çalışıp çabalıyorum. Ben olmasaydım bunca birikim yapılamazdı.” gibi ifadelerle gayr-i meşru fiilleri meşru gibi göstererek kendi hesabına bazı şeylerden istifade etmesi gibi hususların hepsi Gulûl kategorisi içine girer. Hatta hakkı ve liyakati olmadığı hâlde milletin idaresine talip olan bir insan da milletin hukukunu gallediyor, onların hukukuna tecavüz ediyor demektir. 

“Vaz-ı hâs, mevzûun leh âmm” şeklinde anlaşılması gereken bu âyet-i kerimeye göre madem peygamberler bunu yapmamışlardır, o hâlde ümmetleri de yapmamalıdırlar. Bu mevzuda onlar, hep kararlı olmalı ve hep doğru çizgiyi takip etmelidirler. Aksi takdirde âyet-i kerime onların gallettikleri şeylerle birlikte kıyamet gününde Allah’ın huzuruna getirileceklerini haber veriyor. Dolayısıyla âyet-i kerimeye, Allah (celle celâluhu) enbiya-i izâmın şahsında ümmet-i Muhammed’i talim buyuruyor, şeklinde bakabiliriz. 

Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu âyet-i kerimenin tefsiri, tebyini sayabileceğimiz bir hadis-i şeriflerinde bir gün sahabe-i kirama gulûlden bahsetmiş, onun ne kadar büyük bir günah olduğunu ifade etmiş ve sonra da, “Sakın sizden birini, kıyamet günü, boynunda böğürmekte olan bir deve olduğu hâlde bana gelmiş: ‘Ey Allah’ın Resûlü, bana yardım et!’ diye yalvarıyor ve kendimi de cevaben: ‘Senin için hiçbir şey yapamam, Ben sana tebliğ etmiştim!’ der bulmayayım…” der. 

Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) hadis-i şerifin devamında bu tarz hayvanları ve ganimet mallarını tek tek zikrederek onlar için de aynı hususları dile getirmiştir. Âyet-i kerimenin sonunda ise şöyle buyuruluyor: “ Sonra her kişiye kazandığı şeylerin mükâfatı veya cezası eksiksiz verilir. Ve onlar asla haksızlığa uğratılmazlar.” 

Cenâb-ı Hak hepimizi gulûl gibi bir çirkinlikle öbür tarafa gitmekten, hakkı olmayan şeylere el uzatmaktan muhafaza buyursun. Bazı dönemlerde bankaların boşaltılması, milletin malının çarçur edilmesi, devletin sırtına yüklenen borçlarla insanların fakr u zaruret içine itilmesi gibi hâdiselere bakılacak olursa, gulûlün uzak durulması gereken nasıl büyük bir günah olduğu daha iyi anlaşılır, zannediyorum.”

Aslında anlatılanın belki de son bir asrın İslam aleminin en büyük belası bir hastalığın septomları olduğunu bilmem vurgulamaya gerek var mıdır?

Yenilen bir lokmanın hesabını yapmak!

Peki bu hastalıktan korunmak ve hatta kurtulmak için ne gerekmekte? Gülen bu konuda da öncelikli olarak kendi cemaatini kast ederek şöyle diyor: “Esasında bu mevzuda adanmış ruhların daha bir hassas, daha bir dikkatli olması gerekir. Mesela, hizmet veya ibadet ü taat için bile bir araya gelinmiş olsa, oturulan şu halının üzerinde oturma hakkımızın olup olmadığını içten içe alıp vermiyorsak, bunun hesap ve muhasebesini yapmıyorsak, bu mevzudaki hassasiyetimiz sönmüş demektir. Ben size “Böyle bir hakkınız yok” demek istemiyorum. Çünkü bu müesseseleri yapanlar, buralarda hizmet edilmesi niyet ve mülâhazasıyla yaptılar ve yine aynı düşünceye binaen bu halıları aldılar. Bu ayrı bir meseledir. Fakat biz muhasebemizi yaparken şu soruları kendimize sormamız gerekiyor: “Acaba bizim bu halılar üzerinde secde etme hakkımız var mı? Acaba bunların aşınması bizim için bir vebal olur mu? Acaba çanağına kaşık çaldığımız bu yemekler bizim için meşru mudur, onları hak ediyor muyuz?” 

İşte bu mevzudaki endişe, tereddüt ve hassasiyet çok önemlidir. Zira ağzına koyduğu bir lokmanın nereden geldiğini, kime ait olduğunu, bunun, kendisi için meşru olup olmadığını araştırması ve bu konuda kılı kırk yararcasına kemal-i hassasiyetle yaşaması bir mü’mine düşen çok önemli bir vazifedir. Siz dinimize, milletimize hizmet adına değişik hizmet sahaları içinde bulunabilirsiniz. Fakat ben, şu an aklıma “Kimse Yok mu Derneği” geldiği için onu misal vereyim. Bilindiği ve görüldüğü üzere “Kimse Yok mu”, günümüzde çok önemli bir hizmet îfa ediyor. Dünyanın her neresinde bir kırılma ve çatlama olsa hemen onu tamir etmek ve ona bir sargı sarmak için bütün imkânlarıyla seferber oluyor. Ancak unutulmamalıdır ki, dünyanın farklı yerlerinde yaşayan insanların yardımına koşan bu kurumun arkasında milletin himmeti vardır. Çünkü televizyonlar bu konuda reklam yapıyor, telefonlarla yardımın önü açılıyor ve böylece falan 3 kuruş, filan 5 kuruş vererek yardıma koşuyor. 

Derken yapılan bu yardımlar teraküm edip birikiyor, belli bir yekûn teşkil ediyor. Şimdi aslında böyle bir yerde çalışan bir insanın şayet imkânı varsa bu çalışmayı, herhangi bir ücret talep etmeksizin, herhangi bir karşılık beklemeksizin sırf Allah rızası için yapması gerekir. Fakat burada vazifeli olan bir şahsın başka bir geliri yoksa ona belli ölçüde bir maaş takdir edilebilir. Ancak takdir edilen bu maaşın da mukannen (miktarı belirlenmiş ödenek, tahsisat) olması gerekir. Yoksa, “Nasıl olsa burada böyle bir imkân var. O hâlde biz de, çalışanlara üst seviyede bir gazetecinin aldığı kadar maaş verelim. Çünkü biz dünyanın birçok farklı ülkesine giderek ciddî fedakârlıklara katlanıyoruz. Dolayısıyla alacağımız bu yüksek maaş bizim hakkımızdır!” şeklindeki bir düşünce gulûlün bir başka şeklidir. 

Burada yapılması gereken bu organizasyonu yöneten ekip veya kurulun tespit ettikleri belli kurallar çerçevesinde, “Senin hakkın budur. Ancak bu kadar maaş; şu kadar harcırah alabilirsin” vs. demeleridir. Artık bunun dışında ekstradan bir şey alınması caiz değildir. Aksi takdirde insan, hak yolunda bulunuyorken kaybeder, Allah’a doğru giderken –hafizanallah– şeytanın çelmesine hedef olur ve netice itibarıyla doğru yolda yürüme imkân ve fırsatı yakalamışken dökülüp yollarda kalır.”

Kur’an diyor; ‘zerre’nin hesabı sorulacak”

Bu lokal fokustan sonra çerçeveyi âlemşümul bir hatta çekiyor Hocaefendi: “Bir yerde bir arpanın yedide biri kadar bile olsa bir gulûl yaşandığında onun ahirette hesabı sorulur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Kim zerre ağırlığınca bir şer irtikâp etmişse mutlaka onun karşılığını görür.” buyurarak arpanın yedide birinden daha küçük günahların bile hesabının sorulacağını ifade ediyor. Çünkü zerre maddenin en küçük parçası demektir. Eskiden buna molekül deniyordu. Sonra atom oldu. Sonra da atom parçaları oldu. Hatta siz buna iyon ya da eter de diyebilirsiniz. İşte âyet-i kerimeye göre sizin mikroskop veya “X” ışınlarıyla göremeyeceğiniz kadar küçük olan kötülüklerin hesabını da Allah (celle celâluhu) soracaktır. Asrımızın başında hayatını iman hizmetine vakfetmiş olan o büyük zat da, ömrünü böyle bir hassasiyet içinde geçirmiştir. Toplumdaki güveni sarsmama adına çok defa topluma hesap vermiştir. 

Mesela bir yerde, “Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim.” diyerek hakkında şüphe ve töhmetlerin oluşmasına fırsat vermemiştir. Ardından bir tavuğu olduğunu, kış olmasına rağmen onun her gün yumurta verdiğini, tavuğun yazın kuluçkadan çıkan küçük yavrusunun da yumurtlamaya başladığını anlatmıştır.  Bütün bunlar basit bir hikâye anlatımından ibaret değildir. Esasında Üstad Hazretleri bu ifadeleriyle topluma hesap vermiştir. 

Bediüzzaman, Gülen’in dedesinin misafiri oluyor

Ben, bizim köyün eşrafından birisi olan Hacı Münir Bey’den dinlemiştim. Üstad Hazretleri Erek Dağı’ndan derdest edilip götürülürken kıtmirin köyüne getiriliyor ve orada dedemin hanında misafir kalıyor. Hacı Münir Bey, Üstad’ın o anki durumunu şu ifadeleriyle anlatıyor: “Onun hâlini görünce gözlerim doldu. Çünkü ayakkabıları yırtılmış olduğundan ayakları ve çorapları su içindeydi. Ben o lastik ayakkabıları alıp eve gittim ve evden ona yeni bir çift ayakkabı getirdim. –Kim bilir onu da ne zorluklarla kabul ettirdi.– Daha sonra ona bir iftar vaktinde çorba ve komposto getirdim. O, çorbadan birkaç kaşık aldı ve sonra, ‘İsraf olmasın bu kompostoyu da sahurda yeriz.’ dedi.” 

Demek ki, Üstad’ın o günkü imkânları itibarıyla yeni bir çift lastik ayakkabı alacak durumu bile yoktu. İşte Hazreti Pîr, kemal-i hassasiyetle böyle bir hayat yaşamış, halkın güven ve itimadını sarsmamak için elinden gelen her şeyi yapmış ve bize de bu konuda örnek olmuştu. Topluma ait değişik ünitelerde belli konumu olan insanların hayatlarını böyle bir hassasiyet içinde yaşamaları gerekir. İnanan insan olarak bizim en büyük kredimiz, halkın güvenidir. Değirmenin suyu halktan geliyor. Halk, “bunların hayatında spekülasyonun zerresi dahi yoktur.” inancında olduğu için bu işe sahip çıkıyor. Dolayısıyla eğer siz hakkınız olmayan şeylere el uzatmak suretiyle bir gulûle girerseniz, öncelikle bu güveni yıkmış olursunuz. Diğer yandan, halk size güvenecek, siz ise onlara hıyanet edeceksiniz. Böyle bir hıyanetin hesabını Allah insana sorar. Ama bu öyle bir hesap sormadır ki, insan onun hesabını verebilir mi, veremez mi veya nasıl verir bilemiyoruz? 

Mahşerdeki bu hâl, hiç şüphesiz Efendiler Efendisi’ni de mahzun, mükedder ve mahcup edecek bir durumdur. Bu mevzuda dinimizin bize sunduğu öyle temel değer ve disiplinler vardır ki, bu da ayrıca üzerinde durulması gereken bir husustur. Evet, Cenâb-ı Hak bize Kur’ân-ı Kerim, Sünnet-i Sahiha, Din-i Mübin-i İslâm ve onun hayata hayat olması gibi çok büyük nimetler ihsan etmiştir. Eğer biz başımızın üzerinden sağanak sağanak boşalan bunca nimetten sonra hâlâ kendi ruhumuzun heykelini ikame edemiyorsak, hayatımızı boşa geçirmiş ve onu heder etmişiz demektir. Dolayısıyla ahirette Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ı (aleyhi ekmelüttehâyâ) mahcup etmek istemiyor, dünyada da güzel işler adına akıp gelen ihsan ve bereketin devam etmesini arzuluyorsak, bu mevzuda fevkalâde hassas davranmak mecburiyetindeyiz.”

Ve final dersi çok enteresan:

“Ben 40-45 senelik arkadaşlarıma, “Sizin şahsî bir eviniz ve arabanız dahi olmasın!” demiştim. Ben o ölçüde hassas bir insan değilim. Fakat size bir hâlimi arz edeyim. Nice defa ellerimi açıp Rabbime şöyle yalvarmışımdır: “Allah’ım bahtına düştüm. Sana kurban olayım. Benim (öz) kardeşlerime dünyevî imkân verme.” Çünkü bir yerde onlarda az bir fazlalık görülse derler ki: “Demek ki bu, bir yerlerden bir şeyler alıyor.” Rabbime hamdolsun, şu anda onların her biri, bir yerde bir işçi olarak çalışıyor. Ve ben –yedi cihan şahit– bu durumdan hiç rahatsız değilim. Çalışsınlar ve çalışırken de o çalışmanın ağırlığı altında kalsınlar ve sonra da –Allah uzun ömür versin– bu hâl üzere vefat etsinler. Ben buna hiç üzülmem. Ben onların –Rabbim muhafaza buyursun– kirli bir şekilde ölüp gitmelerine, arkalarından dedikodu yapılmasına üzülürüm. Çünkü bu, milletimizin gönülden sahip çıktığı bir mefkûrenin itibar ve kredisini yeme demektir.”

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. İtica edilen ülkelerde çalışmak yerine sosyal yardım alma işini fazlaca uzatmak da Gulul’ e girer mi? Hassasiyetlerimiz ülke değişince değişebilir mi?

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin