AHMET KURUCAN | YORUM
Geçenlerde okuduğum bir makalede gördüm bu kavramı; sosyal günah… Günahın ne olduğunu biliyoruz ama ona sosyal sıfatı takılmasının sebebi ne acaba dedim. Aklıma gelen ilk şey günahın toplumsal boyutu ve onun önlenmesinin ferdi gayretlerle değil toplumun tüm fertlerinin katkısı ile olabileceği oldu. Makaleyi bitirdiğimde tahminimde yanılmadığımı gördüm.
Nedir ferdi gayretlerle çözülemeyecek toplumsal sorunlarımız bizim bugün? Aklınıza gelen şeyleri alt alta sıralayın. Ardından bunlar karşısında kollektif tavır alınamaması kenara koyun. Nihayet bu alınamayan tavırların maddi manevi maliyetini yazın. İşte bu bilanço sosyal günah ve ona karşı yeterli tepki verememizin sonucu.
Yardımcı olayım ve bir kaç üst başlık vereyim sizlere. Adalet, gelir dağılımdaki eşitsizlik, yer altı ve yer üstü zenginliklerin sömürülmesi, çevreye zarar verecek davranışların bütünü, cins, dil, ırk, din farklılığından dolayı yapılan ayırımcılık, “ya benim gibi düşünecek ve bana destek vereceksin ya da düşmanımsın” cümlesi ile özetlenebilecek hakikat tekelciliği.
Düşünün bugün bu üst başlıkların hepsi dünyanın hemen her ülkesinde sorun olarak karşımızda durmuyor mu? Pekala bunlara karşı devlet yönetim anlayışından hukuk sistemlerine, devletler arası ilişkilerden ülkelerin iç politikalarına, entelektüel ve aydın kesimin yönlendirmelerinden halkın tutum ve tavırlarına kadar geniş bir çerçevede biz bu sosyal günahlarımıza nasıl bir tepki ortaya koyuyoruz. Hak ve hakikatin mi yanındayız yoksa ferdi ve toplumsal çıkarlarımızın mı?
Yöneticilerin hırsızlığı sizi rahatsız etmiyor mu?
Meseleyi dini platforma çekerek daha da basitçe ele almak istiyorum. Günah nedir? 44 yıllık İlahiyat okumalarım esnasında gördüğüm en geniş, en kapsamlı günah tanımı Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (sas) aittir.
O şöyle der: “Kalbini tırmalayan ve insanların muttali olmasından hoşlanmadığın şeydir.” (Müslim, Birr ve’s-Sıla ve’l-Âdâb, 15)
Bu tarifi merkeze koyarak fert olarak benim, senin, onun yapmasa bile içinde yaşadığımız toplumda cereyan eden ve yukarıda saydığım ya da saymadığım sosyal günahlara ve onlar karşısındaki kalbimizin durduğu yere bakalım.
Komşunuzun oğlunun uyuşturucu kullanması sizi rahatsız etmiyor mu? Daha 5-10 gün öncesine kadar tertemiz insanlar dediğiniz kişilerin terörist yaftalamalarına maruz kalıp yıllarca hapiste yatması sizin kalbinizi dağlamıyor mu?
Temsili demokrasinin gereği olarak yetki verip bu ülke gemisini bizim vergilerimizle verdiğimiz paralarla 4 yıllığına yönetsin dediğiniz kişilerin alenen hırsızlık yapmaları kalbinizi acıtmıyor mu? Dinsizlik oranının yüzde ellilerde olduğu ülkelerde yalan söylemenin cezai yaptırımları olan hukuki suç olarak kabul edilmesine rağmen Müslüman bir ülkede Müslüman idarecilerin halkına karşı günde onlarca defa yalan söylemeleri sizin için bir mana ifade etmiyor mu?
Günahın tarifinin ikinci kısmı için de bir çok örneklemeler yapabilirim. Ne demek istediğimin anlaşıldığı zannıyla bağlayayım; bütün bunlara karşı sen, ben, o’lardan müteşekkil olan bizler ne yapıyoruz?
Yarın sizin de kapınız çalınırsa mı anlayacaksınız?
Ne gibi bir rahatsızlık izhar ediyoruz? Kalbimizi tırmalıyor bütün bu günahlar diyelim. İyi de onların toplumumuzun hayatından çıkması için ne yapıyoruz? Bir şey yapmıyor isek, halk tabiriyle “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyorsak bu yanlışların, hataların, suçların yarın bizim de kapımızı çalacağı ve etkileyeceği tahmin etmek çok mu zor?
Aynı gemide yol alıyoruz. Peygamber Efendimizin benzetmeleri içinde gemi okyanusun ortasında su almaya başladığında onun alt veya üst katında bulunma gemiden kurtulmada başat bir rol oynar mı?
14 asır öteden karanlık yollarımızı aydınlatan projektör gibi ışık saçan bir hadisle bitireyim ve sessiz kalarak suça ortak olmanın maliyeti üzerinde sizi daha derin bir muhasebe dünyasına davet edeyim. Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyuruyor: “Mü’min günahı şöyle görür: “O, sanki üzerine her an düşme tehlikesi olan bir dağın dibinde oturmaktadır. Dağ üzerine düşer mi diye endişe eder durur. Fâcir ise, günahı burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür.” (Buhari, Daavât, 4; Tirmizi, Kıyame, 49)
Bu toplumun bu konudaki ahlaksızlığını en iyi anlayan atasözü BANA DOKUNMAYAN YILAN BİN YIL YAŞASIN !!!değil mi
Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla, işte mum kendini aydınlatamıyormuş işte
Sonbaharımız Solmasın
Varıp çalsam Çalabın kapısını,
Gönül telime derman isterim.
Gündoğumunun ilk ışıkları, Palandöken’in ejder tepelerinden usulca süzüldükçe, doğuya bakan karlı yamaçları altın sarısına bürüyerek aydınlatıyor. Güneşin yetersiz ısısı, mevsimin güz olduğunu sessizce fısıldar gibi, her şeyi yumuşak bir ışıkla sarar. Kuzeyden esen poyraz, soğuk ve keskin rüzgarıyla ruhumu okşamak yerine, bedenime sertçe çarparak sararan otları savuruyor; rüzgarla birlikte yapraklar havada dans ederken, otlar kuytu köşelere savruluyor. Ömrümün mevsimi güz olduğunda, sabahlarım kırağıyla donmuş, her şey bir beyaz örtüyle sarılmış gibi. Tabiat, sararmış yaprakların altın ve kahverengi tonlarıyla güzün huzurlu günlerini yavaşça yaşatıyor.
Ortagüzün üçte ikisi geride kalmışken, mevsimin her yönüyle hazan olduğu hissediliyor. Daldan kopan yapraklar, uçup giden göçmen kuşlar… Hepsi birer ayrılığın vedası. Güz rüzgarları, yeri ve göğü savuruyor… Yaşadığım zorluklar, düşüncelerimi, duygularımı ve davranışlarımı şekillendiren birer nakış gibi ruhuma işliyor. Bu atmosferde her bir olay, zincirleme olarak diğerini etkiliyor.
Hayat, hem yorgun hem de yorucuydu. Nihayet ayrılık vakti gelmişti. Bahane, sonbaharın gelişi oldu. Ağaçlar bir gün yeniden yeşerecek, kuşlar belki de ilkbaharda dönecekti. Ama sen, baharın gelişini beklemeden, gurbette ve uzaklarda, sonbaharda veda ettin. Hasretin yükü ağırdı; yollar, aramızdaki mesafeyi daha da uzatmıştı. Son bir kez görmeyi umut ederken, sadece rüzgarın getirdiği bir boşluk kaldı geriye. Şimdi ağaçlar yeniden yeşerse de, kuşlar dönse de, senin olmadığın bir baharın ne anlamı vardı? Gurbette bir ölüm, geride sadece uzaklarda yarım kalan bir hayat ve dinmeyen bir özlem bıraktı.
Yüreğim, karanlık bir gece gibi, sessiz ama içimde yankılanan çığlıklarla dolu. Gurbetin hasreti, gönlüme ağır bir yük gibi çöktü. İçimde eski bir bağlamanın tellerinden yükselen efkarlı türküler dolanıyor, her notasında özlemin izleri var. Bir zamanlar aramızda yalnızca yollar, yalnızca mesafeler vardı. Ama şimdi, ne o yollar kaldı, ne de o mesafeler… Zaman akıp gidiyor, ama ayrılık her geçen gün biraz daha ağırlaşıyor. Sessizlik, kalbimde derin bir boşluk yaratıyor; gurbetin soğuk rüzgarları bu boşluğu her seferinde daha da derinleştiriyor.
“Sensiz dünya hayal düş gelir bana,
Çiçekler açılsa gönlüm açılmaz.
Sensiz yaz ayları kış gelir bana…”
Hazandır; her anım kederle yoğrulmuştur. Gülün rengi solmuş, bülbülün sesi susmuştur. Yüreğimde derin bir hüzün sızısı, gönlümde ise tarifsiz bir mahzunluk… Can evim, sanki sonsuz bir mateme bürünmüş gibi sessiz ve karanlık. Ama sen, sonsuzluğa yâr oldun. “Şeb-i Arus” misali, bir gece ansızın vedayı seçip uçup gittin. Ben ise, ufkun ötesine dalmış gözlerle, seni sessiz gözyaşlarımın arasından izledim. Gidişinle içimdeki boşluk büyüdü, büyüdü ve ardında çaresiz bir bekleyiş bıraktı. Gözlerim ufka takılı, ruhum ise yalnızlığın derinliklerine saplandı.
Varıp çalsam, Çalabın kapısını,
Gönül telime derman isterim.
Gidip varamadan gül yüzlü yare,
Vuslata ermeye ferman isterim.
Kalbimdeki derdi dile döksem ben,
Sözler aciz, dilim susar yine.
Lokman hekim saramamış bu yarayı,
Merhem de yetmez, kulda aciz yine.
Gönlümden geçeni sana diyemedim,
Tabip gel, bu yarayı saramadım.
Gitme, bizimle bir ömür kal diyemedim,
Aklımdan çık diyemedim, unutamadım.
“Korkaklığın sükûtu kol geziyor her yerde,
Sanki tek başımayım, tek kişilik mahşerde.”
Mevsim hazan olsa da, bu kaderi yazan Rahman’dır. “Hoştur, dedin, ondan gelen; ya taze gül ya da diken. Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” Bu sözlerin, gözyaşlarının arasından bir dua gibi yükseldi semaya. Dile gelen bu hakikat, gönlümüze sabır ve teslimiyetin mühürlenişi oldu. Seninle her acı, her neşe ilahi bir hikmetle anlam buldu; biz de öyle gördük, öyle benimsedik. Şimdi asra bedel bir günde, gönlüm güz gülleri gibi solgun, ama bilirim ki her soluşun ardında bir baharın müjdesi gizlidir. Senin gidişinle hüzün sardı kalbimizi, ama bu hüzün, Rahman’a vuslatın nuruyla teselli buldu.
Gün batıyor… Palandöken Dağı’nın Ejder Tepesi, adını hak edercesine alev alev yanan bir ejderhanın sırtı gibi kızıllığa bürünüyor. Güneşin son ışıkları, zirvenin haşmetli siluetine dokunurken, gökyüzü adeta bir savaş alanı gibi; kızıl ve mavi renkler birbirine karışıyor, sonra mavi galip geliyor ve derinleşiyor. Gökyüzü, kudretin fırçasından çıkmış bir şaheser gibi karşımda. Ejder Tepesi’nin bu ihtişamına bakarken, içimde bir başka manzara beliriyor: sana olan hasretim. Her kızıl veda, her mavi umut, yüreğimde sana dokunan bir nakış gibi işleniyor. Dağın sessizliği, içimdeki çığlıkları yankılıyor, gökyüzünün sonsuzluğu ise senin yokluğunda büyüyen boşluğu haykırıyor.
“Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım.”
Ağlamak istiyorum, ama gözyaşlarım bile isyan ediyor. Hıçkırıklar boğazıma düğümleniyor; sesim çıkmıyor. Hani derin bir acıyı yüreğine gömüp soluğunu tutarsın ya, kimse duymasın diye; işte öyleyim şimdi. Gözlerim göğe dikili, yıldızlar bile sanki benden kaçıyor. Gökyüzü sonsuz bir uçurum gibi, erişilmez ve kayıtsız. Yere bakıyorum, soğuk ve kaskatı bir kara toprak karşılıyor beni. Kalbimden kopan feryatlar, bu toprakta yankı bulmadan kayboluyor. İçimde kasırgalar kopuyor, ama dışım bir taş heykel gibi, hareketsiz ve hissiz. Her nefes, göğsüme bir ağırlık daha koyuyor; her an, bir ömür kadar uzun ve karanlık. Sanki dünya susmuş, yalnızca benim içimdeki sessiz çığlık yankılanıyor.
Palandöken’in eteğinde, her yanı keskin bir soğuk kaplamış. Ama dışarıdaki bu ayaz, içimdeki sessizliğin soğukluğu yanında nedir ki? İçimde yankılanan bu yalnızlık, sanki zamanın kalbimi durdurduğu bir boşluk. Duygularım susmuş, kelimeler yetim kalmış. Ufukta güneş, gökyüzünü kızıllığa boyayarak yavaşça batıyor, ama benim içimdeki karanlığa dokunamadan kayboluyor. Her şey sanki bir vedanın eşiğinde; ben de kendi içimdeki derin sessizliğe doğru adım adım ilerliyorum. Her adımda bir umut daha yitiyor, her nefeste karanlık biraz daha büyüyor. Bu yalnızlık, sadece bir his değil, içimde yankılanan sonsuz bir uçurum…
“Hüma kuşu yükseklerden seslenir,
Yar koynunda bir çift suna beslenir.
Sen ağlama kirpiklerin ıslanır,
Ben ağlayayım ki belki gönül uslanır.”
Evet gül yaprağı gibi olmayı öğretmiştin. “Yük olmayıp yük almayı, gül gibi incelikle geçinmeyi,” demiştin. O sözlerin, yüreğime nakış gibi işlenmişti. Zordu ama her zerresine değerdi. Şimdi o günlerin tatlı anıları, birer yara gibi kanıyor içimde; acı ama silinmez bir iz bırakıyor. Sen ise… O gül bahçesinin en nadide gülüydün, Güldün gülbahçende gülen güllerle uğurlandın …
Her şeyin, o zarafetinle dolu olduğu o günleri düşündükçe, bu beyit zihnimde yankılanıyor:
“Gül alırlar, gül satarlar,
Gülden teraziler tutarlar.
Gülü gül ile tartarlar,
Kurusu güldür, yaşı gül.”
Sen, gül bahçesinin çok uzağında, sonsuzluğun bahçesine adım attın. Ama geride bıraktığın gül kokun, her hatıranda bir ömürlük özlemle yankılanıyor.
Ekim ayının keskin soğuğu iliklerime işlerken, yalnızlığım derinleşiyor, yüreğimdeki boşluk büyüyor. Zaman durmuş gibi, ama özlem… O dinmek bilmiyor. Soğuğun keskin nefesi parmak uçlarımı sızlatırken, düşüncelerim tipi gibi savruluyor, her biri ayrı bir yara açıyor içimde. Hava kar kokusu taşırken, yüreğimde sönmeyen bir yangının alevleri yükseliyor.
Dolunayın soğuk ışığı, karla örtülmüş bu yüksek şehre vuruyor; ama içimdeki karanlık, o ışığı bile içine çekip yutuyor. Gönlüm, soğuğun kırağında donmuş, kökleri derinlere işlemiş bir ağaç gibi; sessiz, ama kırılgan. Alacakaranlık her yanı sararken, gölgelerle örtülü bir yolun üzerinde yürümeye devam ediyorum. Bu yolun nereye çıkacağını bilmiyorum. Bildiğim tek şey, her adımda senden daha da uzağa düştüğüm ve her nefesle sana biraz daha hasret kaldığım.
“Kim demiş ki her şey yalanmış?
Korkma, bahçede güller gözyaşıyla sulanmış.
Gidenin ardında binlercesi bak civanmış,
Asla kurumaz güller, hepsi bir bahçıvanmış.”
Yaprakların sararıp dökülmesi, havanın serinlemesi… Bunlar sadece mevsimin değişiminin işaretleri değil, içimdeki değişimin de bir yansıması. Güz, her kırgınlık, yorgunluk ve hüzünle toprağa karışırken, benim içimdeki sonbahar hiç dinmiyor.
Sevdanın yağmur gibi üzerime yağıyor, ama yine de o eski günlerin sıcaklığına hasretim. Sesin, sonbahar rüzgarı gibi kulaklarımda yankılanıyor. Ve ben… O anılarla, bu soğuk şehri, yalnızlığıma doğru adım adım ilerliyorum.
Bir gün, bu hasret vuslata dönüşür mü? İçimdeki yangın, karanlıkların içinde sönüp bir ışığa kavuşur mu? Belki… Ama şimdilik ….
“Bizi bu hasretle bırakma,
Bir gün eski günlerin sıcaklığını geri getir.”
Gözlerim seni bekliyor… Ama sen, şimdi çok uzaktasın. Yanımda olamasan da, her anımda seni hissediyorum; her adımımda seni takip ediyorum.
Gittin, ama hep dimdik durarak gittin. Umut oldun da gittin. Sislerin içinde ışık olup yol gösterdin. Şimdi herkes düşünsün, kendi payına ne düşerse. Sonbahar, bana göre ayrılıkların vedasıdır. Gidenle kalan arasında bir hüzün vardır. Ama unutulmamalıdır ki, ayrılığın ardında her zaman bir vuslat gizlidir.
Sonbahar esintisi gibi sesin hâlâ kulaklarımda. Her şey vaktini bekler. Güller, ne kaygıyı taşır ne de zorluklardan kaçar. Umudunu yitirme; her bitiş, başka bir başlangıca yol açar. “Şimdi ne olur, kesin bir takvim sorma bana,
Ihlamurlar çiçek açtığı zaman…”
Songüz, tüm kırgınlıkları, hüzünleri alır, umudun yeşiline ve arzunun kırmızıya boyar. Sonra, onları toprağa bırakır, toprak ise baharda her şeyi daha güzel geri verir. Hayat da böyledir; her zorluk, sonunda bir güzelliğe dönüşür.
Bulanık akan sular, zamanı gelince durulur, sessiz bir dinginlik içinde kendi mecrasına kavuşur. Tıpkı hayatın içindeki karmaşaların bir gün sükûnete ermesi gibi. Umut, yüreğin en derin köşesine dokunan bir ışık gibidir; kaybolmaz, tükenmez. Ve umulur ki, bu hazanın sonunda, içimizi aydınlatan bir bahar olur.
Zamanın elinde biçim bulan bu günler, soğuğun ve hüznün içinde bir rahmet taşır. Her sonbaharın sararmış yaprakları, aslında toprağa yeni bir hayat armağan eder. Bize düşen, o toprakta filizlenecek baharı beklemektir. Çünkü her karanlık gecenin ardında bir sabah saklıdır; her hüznün bağrında bir umut filizi…
Bu hazan, yalnızca bir imtihan… Her solan yaprak, aslında yeni bir başlangıcın habercisidir. Ve bilirim ki, beklenen o güzel günler yaklaşmakta. Sabırla beklemek, her karanlığın sonunda gelen ışığı kucaklamak değil midir zaten?
Bu bekleyişte, gökyüzünde parlayan yıldızlar gibi, umutlarımı diri tutuyorum. “Sakın ümitsiz olma,” diyor bir ses içimde. “Her sonbahar, baharın habercisidir. Her dondurucu kış, bir cemre ile erir. Ve unutma; Allah’ın rahmeti, kışın kar taneleri gibi üzerimize iner, ancak bahar geldiğinde anlamını bulur.”
Sonsuz bir huzurla, bu kışın sonunda bir bahar geleceğini biliyorum. Ve biliyorum ki, o bahar yalnızca dallarda değil, gönüllerde de çiçek açacak.
Bu ayrılığın ve bu hasretin sonunda, bizleri vuslatın en güzel haliyle kavuştur. Kalbimizde yeşeren umutları hiçbir fırtına söndüremez. Her zorluktan sonra verdiğin kolaylıkla, bizleri ferahlığa ulaştır. Ve bir gün, bu hazanın ardından bahar gelecektir. Bizi bekleyen o güzel günlere doğru, sabır ve ümitle adım adım ilerliyoruz. Bitsin ve son bulsun artık bu hüzünlü fasıl, bu sonbahar. Solmasın artık sonbaharlarımız.
Fuat Çomaklı
yahu sen Amerika’dasin ,Amerika Filistin’dekileri öldürüyor, sen bu günaha ortak oluyorsun senin mantığınla