HABER-İNCELEME | YAVUZ ALTUN
1996’da yapılan bir ankete göre Amerikan halkının yüzde 27’si eşcinsellerin evlenmesine olumlu bakarken, yüzde 68’i buna karşı çıkmış. 2017’deki bir ankette ise destekleyenlerin oranı yüzde 62’ye ulaşırken, karşı çıkanlar yüzde 32’ye düşmüş.
Aradan geçen yirmi yılda ne olmuş olabilir?
Amerikan toplumu (genelde), birçok yönden Türkiye’ye benzer. Muhafazakârdır, dindarlık önemlidir, dahası gününün çoğunu TV başında geçirir.
ABD’nin bir önceki Başkan Yardımcısı Joe Biden’a göre Amerikan halkının eşcinseller konusundaki algısını değiştiren şey, 1998’de yayın hayatına başlayan ve hâlen devam eden Will & Grace isimli TV dizisiydi. Eşcinsel kimliğiyle öne çıkan bir karakter diziye dâhil edilmişti ve kıyamet kopmamıştı.
Bu diziden bir yıl önce TV’de eşcinsel olduğunu açıklayan Ellen DeGeneres – ki kendisi o dönem Amerika’nın en ünlü ekran yüzlerinden biriydi – oynadığı dizinin yayından kaldırılmasına sebep olmuştu oysa.
Ama Will & Grace’in gettodaki eşcinsel kültürünü, ana akıma taşıdığı bugün hemen herkesin uzlaştığı bir konu. Tek başına olmadı elbette. Arada politik tartışmalar, eşcinsel evliliği lanetleyen sokak hareketleri, kimliğini açık eden bazı TV starlarının konumlarını kaybedişi yaşandı.
Barack Obama yönetimi bile bu konuda açık bir pozisyon belirleyebilmek için 2012 yılını bekleyecekti. Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin 2015’teki eşcinsel evliliği onaylayan kararıyla kritik eşik aşıldı.
Bugünlerde Donald Trump yönetiminin de etkisiyle fikri değişenler olmuştur. Bu türlü konular, hâlen bıçak sırtında ilerleyen meseleler. Soykırım yaşanmış olmasına rağmen bugünlerde Yahudi karşıtlığının arttığını gözlemek mümkün mesela. Çok ünlü, çok sevilen Yahudi ekran yüzleri olmasına karşın üstelik.
Gelgelelim, çok dar bir kesimde destek bulan bir fikrin zaman içinde geniş kitlelere mal olmasının en önemli yollarından birinin, popüler kültür olduğunu göstermesi açısından ABD’deki bu dönüşüm iyi bir örnek.
***
2010’da gösterime giren Inception filmini pek çoğunuz hatırlar. Filmde, insanların rüyalarına giren bir hırsız (Leonardo Di Caprio) onların herkesten sakladığı sırlarını öğrenebilmekteydi. Bir iş adamı ona şöyle bir teklifle gelecekti: Bir insanın zihnine, sanki onun kendi düşüncesiymiş gibi, bir fikri aşılayabilir miydi?
Inception’ın (fikir aşılama) nasıl mümkün olabileceğiyle ilgili filmde kısa bir tartışma bölümü var. Burada, fikre sahip olması istenen kişinin rüyasında, bu fikri hayli basit bir biçimde aktarıp finalde duygusal boşalma (katharsis) yaşatmak suretiyle, kişinin fikre sahip çıkacağı düşünülüyor.
Bu, aynı zamanda “drama” dediğimiz, hikâye anlatıcılığının da temeli.
Eski çağlardan bu yana toplumları “eğitmede” hikâyeler kullanılmış. Antropologlar, ilk çağlardaki insanlarla bugünkü modern toplumun hikâye üretme ve bunu yaygınlaştırmada aynı amacı güttüğünü söylüyor: Sosyal normları tartışmaya açmak ve yerleştirmek.
Kutsal kitaplarda karşımıza çıkan hikâyeler de aynı şekilde düşünülebilir. Avrupa’da gelişen resim, tiyatro, edebiyat gibi hikâye odaklı sanatların kökeninde İncil’deki kıssaların halkın anlayacağı şekilde adapte edilmesi yatar. İslam’la ilgili fikirlerin bugünlere aktarılmasında, Kuran’daki kıssaların dilden dile zenginleştirilerek dolaşmasının etkisi büyüktür.
Hazreti Muhammed (sav) de hadis-i şeriflerde bazı meseleleri hikâyeler üzerinden açıklamıştır.
20.yüzyılda televizyonla birlikte her eve giren görsel hikâyecilik, yani sinema ve TV dizileri, toplumumuzu tahminimizden fazla dönüştüren etkilere sahip. İngilizce’de “celebrity” denilen “ünlü figürler” TV sayesinde insanların hayatlarında yer ediniyor. O kişiler, sıradan insanlar için rol model olarak görülüyor.
Bugünlerde Amerikan TV dizileri, Netflix gibi araçlarla birlikte dünya gençliğine ulaşıyor ve biz istesek de istemesek de “ortak bir kültür” oluşturuyor. Denemesi bedava: 20-40 yaş aralığında herhangi bir ülke vatandaşıyla konuşun, mutlaka bir Amerikan TV dizisi üzerinden paylaşacağınız şeyler olacaktır.
Birçoğumuzun burun kıvırdığı Türk dizileri bile, şu anda ABD dizilerinden sonra dünyada en hızlı yayılan yapımlar arasında. Ortadoğu ve Balkanlarda, çok sayıda insan Türk dizilerinin “cazibesine” kapılmış durumda.
Basit “drama” tekniğine dayalı, ortalama kalitede bir ekran hikâyesi – 21. yüzyıl için konuşuyorum – bir konuda yazacağınız sayfalarca yazıdan daha etkili. Hikâye olmasa bile, ekran vasıtasıyla kurulan iletişim, çok daha “kısa yollu”. YouTube videoları aracılığıyla yayın yapan vlogger’lar, çok hızlı şekilde binlerce insanın hayatına, zihin dünyasına etki edebiliyor.
İnternet âleminde bu insanlara “influencer” (etki edici) deniyor. YouTube’un dünya çapında en çok takip edilen hesaplara özel ihtimam gösterdiği biliniyor. Toplumların bakışlarını değiştirebilecek bir potansiyele sahip oldukları düşünülüyor.
Ekran yüzlerinin bu etki gücünden ötürü, Türkiye’de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan durup durup “ünlüleri” bir araya topluyor ve onlar üzerinden topluma bir mesaj veriyor. Donald Trump’ın beklenmedik bir şekilde ABD Başkanı olmasının arkasında onun ülkede en tanınmış ekran yüzlerinden biri olmasının önemi yadsınamaz. Hâli hazırda “yerleşmiş” bir isim ve sima, etkili bir propaganda aracına dönüşebilir.
Görsel hikâyecilik, akılda kalıcılık açısından da pek çok başka medya aracıyla yarışır vaziyette. Ekranda görüp bir kez kendinizle özdeşleştirdiğiniz bir karakteri ve onun hikâyesini unutmak zordur. Çünkü hikâyesini kendi hayatımıza yakın bulduğumuz bu karakter, artık kimliğimizin de bir parçasıdır.
Çocukken her gün birlikte anne babamıza bakarak onları taklit ettiğimiz gibi, büyüdüğümüzde de sıklıkla ekranda gördüğümüz karakterleri ister istemez taklit etmeye başlıyoruz. Taklit, öğrenmenin aşamalarından birisi çünkü.
Son yıllarda popülist liderlerin güç kazanmasından sonra toplumda bazı duyguların dışa vurulmaya başlanması, o liderlerin o duyguları “genele mal edebilme gücü” ile ilişkili. Trump’ın bütün televizyonlarda yayınlanan bir konuşmada göçmenlere hakaret etmesi, toplumda bu konuda üstü örtülü bir biçimde de olsa böyle düşünenlere cesaret veriyor ve örtüleri kaldırıyor.
Sansürü, boykotu ya da her türlü susturmayı aşmanın yolu da burası. Herkese mal olmuş insanların öne çıkıp belirli konuları gündeme taşıması, toplumda da bir “açılma” meydana getiriyor.
Türkiye’deki 2010 referandumu öncesinde, biraz da Kürt oylarına talip olunduğu için, iktidar kanallarında sıklıkla Diyarbakır Hapishanesi’nden ve 12 Eylül dönemindeki işkencelerden bahsediliyordu. O günlerde babaannem, “Kürtlere neler yapmışlar, içim gitti,” diye bana bunları anlatmıştı. Kendi hâlindeki yaşlı bir kadıncağızın Diyarbakır Hapishanesi’nden 2010’da haberdar olabilmesi için, “takip ettiği kanaldaki” birilerinin bu konudan bahsetmesi yeterliydi. Aynı iktidar, 2015’ten itibaren farklı bir “Kürt hikâyesi” anlatmaya başladı ve şimdi aynı kanalları seyredenler ona inanıyor.
“Bir şehri helak etmek istersek ileri gelenlerine emrimizi tebliğ ederiz, buyruktan çıkar, orada isyana koyulurlar da azabı hak ederler, biz de onları tamamıyla helak eder, orasını yerle yeksan ederiz.” İsrâ Suresi’ndeki bu ayet, bir toplumun ileri gelenlerinin “etkisini” göstermesi açısından da önemli.
***
Toparlayacak olursak, bir toplumu dönüştürmek, hem de taban tabana farklı düşünmesini sağlamak mümkün.
Tabi genelde “toplumun dönüşümü”nden bahsederken, kendimizi işin içine katmayız ama bizim de fikirlerimiz sık tekrarlanan “ana akım” söylemlerle biçimlenir. Çok güçlü şekilde beslendiğimiz alternatif kaynaklar yoksa, çoğu zaman “akışa” kapılıp gideriz. Daha eğitimli olmak bile, buna engel olmayabilir. Herhangi bir konuda, vakit ayırıp farklı fikirleri, görüşleri, gizlenmiş olabilecek somut gerçekleri araştırmadığımız sürece, bir başkasının fikrini kendimize rehber ediniriz. Bu “başkası” da genelde sevdiğimiz, hoşumuza giden ya da çok sık göre göre otoritesinden emin olduğumuz birisi olabilir.
Kendi kültür havzamız, sosyalleştiğimiz insanlar, takip ettiğimiz medya kaynakları, bizi farkında olduğumuzun çok üstünde şekillendirir. (Bu büsbütün pasif bir eylem değildir ve karşı konulabilir fakat bu konu başka bir yazı konusu.)
Hikâyeleştirme, sadece karşı tarafa anlatmak için değil, kendi hikâyemizi anlamak için de en etkili yöntemlerden birisi. Bir insan düşüncelerini kâğıda döktükçe, onların eksik ve gediklerini daha rahat bulabilir. Böylece başkalarına anlatırken daha samimi noktalara temas edebilir. Hele ki konuyu hiç bilmeyen birine anlatıyor gibi, kendi başından geçenleri oturup yazmak, insanı pasif tüketici konumundan aktif üretici olmaya taşıyacaktır.
İnsanlar “doğrudan” mesajlara karşı genelde kapalı. Sosyal medya üzerine araştırmalar, insanların genelde “kendi kamplarında” yaşadıklarını, kamplar arası iletişimin çok cüzî seviyede olduğunu ortaya koyuyor. Bu kısır döngüyü aşmanın yegâne yolu, sanat (hikâyeleştirme).
Ortalama bir insan, normalde karşı çıktığı görüşleri bir filmde ya da dizide gördüğünde, başta yadırgasa da, zamanla onunla ilgili farklı yönler olduğunu kabul ediyor.
Amerika’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yahudi komedyenler çağı başlamıştı mesela. 1978’de Times dergisi stand-up komedyenlerinin yüzde 80’inin Yahudi olduğunu ortaya koydu. Bu komedyenler, Yahudi Soykırımı’nın tanınmasında, Yahudi toplumunun “normalleşmesinde” ve kabul görmesinde bir hayli etkili oldular.
Bunda, yaşadıkları trajedinin bir noktadan sonra akıl ve mantığı aşarak, “trajikomik” bir noktaya evrilmesinin payı büyüktü.
Ama yalnızca komedi sektöründe değil, 20. yüzyılın en şahane hikâyelerinin bir kısmını Yahudiler ve hatta Ermeniler yazdı. Yaşadıkları tecrübe, onları sıradan insanların “bakış zaviyesinden” kurtarmış, daha büyük meseleleri ele alıp yorumlamaya hazır hâle getirmişti.
Bir kez bu hikâyeler anlatıldığında, karşılığını da buldu. Bugün hâlen okuduğumuz klasik romanlar, konjonktürel değerlerini kaybetseler bile, insanlığın durumunu ortaya koymada hâlen en öndeler. Bugün anlatacağımız hikâyeler de, yarın aynı etkiyi uyandırabilir.
Kabaca iki şey söylüyorum: (1) Söyleyecek bir sözünüz varsa hikâyeleştirin. (2) Bunu mümkünse görselleştirin.
cok guzel bir yazi..
elinize saglik…