Bir FBI ajanının neo-Nazi örgütünü takip hikayesi, 1980’lerin Amerika’sından günümüze uzanan tehlikeli bir yolculuğun haritasını çiziyor. Bu haritada Trump’ın retoriği ve Musk’ın dijital imparatorluğu, geçmişin karanlık mirasının modern yansımaları olarak beliriyor.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Bugün okuyacağınız film analizinin esas sebebi, Almanya’da yapılan seçim neticeleri ve Trump üzerinden Amerika’yı tekrar okuma çabaları aslında. Bahsini edeceğimiz film, Donald Trump ve Elon Musk’ın şahsında sembolleşen günümüz Amerikan zihniyetinin yetişme vasatını anlatıyor.
Ancak…
Önce size bir kitaptan bahsedeceğim. Ve hatta bunun da öncesinde tarihin en kahredici terör eylemlerinden birini hatırlatacağım.
19 Nisan 1995’te, Amerika Birleşik Devletleri tarihinin en kanlı iç terör saldırılarından biri olan Oklahoma City Bombalaması gerçekleşti. Saldırgan Timothy McVeigh, ortakları Terry Nichols ve Michael Fortier’in yardımıyla Oklahoma City’deki Alfred P. Murrah Federal Binası önüne bomba yüklü bir kamyon yerleştirerek binayı havaya uçurdu.
Patlama sonucu 168 kişi hayatını kaybetti, 600’den fazla kişi yaralandı ve binanın büyük bir kısmı yerle bir oldu. Kurbanların arasında çocuklar da vardı, çünkü bina içerisinde bir kreş bulunuyordu. McVeigh’in saldırıdaki motivasyonu, federal hükümete duyduğu öfkeydi; özellikle 1993’teki Waco kuşatması ve 1992’deki Ruby Ridge olayı gibi hükümetin aşırı güç kullanımı iddiaları saldırının tetikleyici unsurları arasında gösterildi.
Saldırgan Timothy McVeigh’in düşünce yapısının şekillenmesinde en büyük rolü oynayan eserlerden biri, William Luther Pierce tarafından yazılan The Turner Diaries adlı romandı.
William Luther Pierce’ın 1978’de Andrew Macdonald takma adıyla yayımladığı “The Turner Diaries”, Amerikan radikal sağının en etkili metinlerinden biri haline gelmişti. Kitap, distopik bir gelecekte geçen bir iç savaş hikayesi anlatırken, ırkçı ve antisemitik fikirleri sistematik bir şekilde işliyordu. Başkahraman Earl Turner’ın günlükleri üzerinden ilerleyen anlatı, şiddet yoluyla bir devrim gerçekleştirme fikrini romantize ediyordu.
Kitabın yayımlanma süreci bile başlı başına dikkat çekici. Pierce, National Alliance adlı beyaz üstünlükçü örgütün lideri olarak, kitabı önce örgütün yayın organında tefrika halinde yayımladı. Daha sonra kitap formatında basılan eser, ana akım yayınevleri tarafından reddedildi ve underground dağıtım ağları üzerinden yayıldı. Bu yeraltı karakteri, kitabın kült statüsünü güçlendiren faktörlerden biri oldu.
Yukarıda anlattığımız gibi, “The Turner Diaries”in etkisi, edebiyat dünyasıyla sınırlı kalmadı. 1995’te Oklahoma City bombacısı Timothy McVeigh’in, saldırıyı planlarken kitaptan ilham aldığı ortaya çıktı. McVeigh’in aracında kitabın sayfaları bulundu ve saldırının detayları, kitaptaki bir bölümle benzerlikler gösteriyordu. Bu olay, kitabın tehlikeli potansiyelini gözler önüne serdi ve “terörist el kitabı” olarak anılmaya başlanmasına neden oldu.

Kitap, popüler kültürde de yankı buldu. Çeşitli filmler ve TV dizileri, “The Turner Diaries”in etkisini ve tehlikelerini işledi. Bugün derinlemesine analiz edeceğimiz The Order filmi, bu metinlerarası ilişkiyi açıkça kuran en son örnek. Ancak daha önce de “Betrayed” (1988) ve “Imperium” (2016) gibi filmler, kitabın radikal gruplar üzerindeki etkisini ele almıştı.
Akademik dünya, “The Turner Diaries”i özellikle radikalleşme süreçleri ve nefret söylemi bağlamında inceledi. Kitap, modern aşırı sağ hareketlerin “kutsal metinlerinden” biri olarak görülüyor. Sosyologlar ve politik bilimciler, kitabın propaganda teknikleri ve anlatı yapısını analiz ederek, radikal fikirlerin nasıl popülerleştirildiğini anlamaya çalışıyor.
Sanat dünyası, kitabın yarattığı etkiyi eleştirel bir perspektifle ele aldı. Çeşitli sanatçılar, kitabın temalarını ve yarattığı toplumsal etkileri inceleyen enstalasyonlar ve performanslar üretti. Özellikle post-9/11 dönemde, kitabın temsil ettiği şiddet ve radikalleşme temaları, çağdaş sanatta sıkça işlenen konular haline geldi.
İnternet çağında “The Turner Diaries”in etkisi yeni bir boyut kazandı. Kitap, çevrimiçi radikal sağ forumlarda sürekli referans verilen bir kaynak haline geldi. Sosyal medya platformları, kitabın paylaşımını ve tartışılmasını kısıtlamaya çalışsa da, metin yeraltı ağları üzerinden dijital formatta yayılmaya devam ediyor.
Kitabın güncel politik olaylara etkisi de devam ediyor. 6 Ocak 2021’deki Kapitol baskını sırasında, bazı katılımcıların “The Turner Diaries”den ilham aldıkları ortaya çıktı. Bu durum, 45 yıllık bir metnin hala günümüz politik şiddetini nasıl etkileyebildiğini gösteriyor.
Edebiyat eleştirmenleri, “The Turner Diaries”i teknik açıdan zayıf bir roman olarak değerlendirse de kitabın propaganda gücünü kabul ediyor. Metin, basit bir anlatı yapısı ve stereotipik karakterler kullanmasına rağmen, hedef kitlesini etkilemekte başarılı oluyor. Bu durum, edebi değerin her zaman toplumsal etki ile doğru orantılı olmadığını gösteriyor.
“The Turner Diaries”in mirası, günümüzde de tartışılmaya devam ediyor. Kitabın yasaklanması veya erişiminin kısıtlanması konusundaki tartışmalar, ifade özgürlüğü ve kamu güvenliği arasındaki hassas dengeyi gündeme getiriyor. Bu tartışmalar, demokratik toplumların radikalleşme tehdidiyle nasıl başa çıkacağı sorusunu da beraberinde getiriyor.
Gelelim filmimize…
Justin Kurzel’in yönetmenliğini üstlendiği “The Order”, 1980’lerin Amerika’sında geçen bir hikâyeyi anlatırken, aslında günümüz Amerika’sının toplumsal çatlaklarına ışık tutuyor. Film, FBI ajanı Terry Husk’ın (Jude Law) neo-Nazi bir örgütü takip etme sürecini merkeze alırken, Amerika’nın geçmişten bugüne taşıdığı ırkçılık, beyaz üstünlücülük ve toplumsal kutuplaşma gibi derin yaraları ustalıkla işliyor.
Kurzel’in kamerasından Amerika’nın kırsal bölgeleri, yalnızca coğrafi bir mekân olmaktan çıkıp ideolojik bir savaş alanına dönüşüyor. Bu noktada film, günümüzde Trump’ın “Make America Great Again” sloganıyla yeniden alevlenen kültür savaşlarının tohumlarının nasıl atıldığını gösteriyor. Bob Matthews karakterinin (Nicholas Hoult) temsil ettiği radikal sağ görüş, bugün sosyal medyada ve politik arenada karşımıza çıkan aşırılıkçı söylemlerin erken bir örneği olarak karşımıza çıkıyor.
Hadi filme biraz kapsamlı bakalım…
Adam Arkapaw’ın görüntü yönetmenliği, Pasifik Kuzeybatısı’nı hem güzel hem de ıssız bir mekân olarak resmediyor. 1980’lerin Amerika’sının soluk renk paleti, bölgenin yemyeşil ormanlarıyla çarpıcı bir kontrast oluşturuyor. Bu görsel zıtlık, kırsal saflık görüntüsünün altında yatan ideolojik çürümeyi yansıtıyor. Arkapaw’ın kamerası, özellikle takip sahnelerinde ve çatışma anlarında, karakterlerin psikolojik durumlarını yansıtan bir araç olarak kullanılıyor.
Nick Fenton’ın kurgusu, özellikle soygun sahnelerinde kendini gösterirken, Fenton, klasik aksiyon filmi klişelerinden kaçınarak, daha gerçekçi ve ham bir yaklaşım benimsemiş. Soygun sahneleri, Michael Mann ve Sidney Lumet’in filmlerini ziyadesiyla hatırlatan bir tempoyla ilerliyor. Kurgu, karakterlerin hata yapabilirliğini ve insani yönlerini vurgulayacak şekilde tasarlanmış.
Nicholas Hoult’un Bob Mathews performansı, filmin karanlık kalbini oluşturmakta. Hoult, karakteri karikatürize etmeden, tatlı gülümsemesinin arkasında acımasız bir gündem saklayan karizmatik bir lider portresi çiziyor. Mathews’in Aryan Nations’dan kopuş süreci ve kendi örgütünü kurması, günümüz aşırı sağ gruplarının parçalı yapısını yansıtan bir mikrokozmos gibi işlev görüyor.
Tye Sheridan’ın canlandırdığı idealist polis memuru ve Jurnee Smollett’in deneyimli FBI ajanı karakteri, hikayeye derinlik katıyor. Marc Maron’un Alan Berg performansı, özellikle karanlık bir hikayede parlayan bir nokta olarak öne çıkıyor. Ancak eleştirmenler, Alison Oliver ve Odessa Young’ın canlandırdığı kadın karakterlerin yeterince geliştirilmediğini not etmişler, ben de katılıyorum bu görüşe.
Filmin müziğine gelecek olursak: Jed Kurzel’in müzikleri, gerilimi artırmak yerine atmosfer oluşturmaya odaklanmış. Minimal yaklaşım, filmin gerçekçi tonunu destekliyor. Ses tasarımı, özellikle orman sahnelerinde ve takip sekanslarında, gerilimi artırmak için etkili bir şekilde kullanılıyor.
Bazılarına göre zayıf olan, ancak benim hayli beğendiğim senaryosunu Zach Baylin, gerçek olayları dramatize ederken dengeli bir yaklaşım ile yazmış. Klasik polis prosedürü anlatısını, karakter gelişimi ve toplumsal yorumla harmanlıyor. Mathews ve Husk arasındaki kedi-fare oyunu, basit bir takip hikayesinin ötesine geçerek, düzen ve kaos arasındaki mitolojik bir çatışmaya dönüşüyor.
Filmin kendisine fon olarak seçtiği mekanlar da çok sahici. Pasifik Kuzeybatısı’nın doğal manzaraları, filmin atmosferinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiş. Karen Murphy’nin prodüksiyon tasarımı, dönemin detaylarını titizlikle yansıtırken, mekânları karakterlerin psikolojik durumlarını yansıtan birer ayna olarak kullanıyor.
Filmde mebzul miktarda şiddet ve aksiyon da var. Kurzel’in aksiyon sahneleri, Hollywood’un süslü yaklaşımından uzak, ham ve gerçekçi bir tarzda çekilmiş. Şiddet, glorifiye (Kutsallaştırma) edilmeden, sonuçlarıyla birlikte gösteriliyor. Çatışma sahneleri, karakterlerin hatalarını ve insani zayıflıklarını vurgulayacak şekilde tasarlanmış.
Film, FBI’ı süper kahraman ajanlara değil, yorgun ve kusurlu insanlara sahip bir kurum olarak resmediyor. Teknoloji öncesi dönemin araştırma yöntemleri, günümüzün gözetim devletiyle ilginç bir kontrast oluşturuyor. Bu yaklaşım, kurumsal otoriteye yönelik şüpheciliği yansıtırken, adaletin kusursuzluktan değil, kararlılıktan doğduğunu vurguluyor.
Ve bence filmin en önemli özelliği günümüz Amerika’sına getirdiği eleştiri. The Turner Diaries’in hikayedeki rolü, basit bir plot unsuru olmaktan çıkıp, fikirlerin toplumsal etkisini tartışmaya açan bir araç haline geliyor. Film, radikal ideolojilerin yayılma biçimlerini ve bunların bireyler üzerindeki etkilerini incelikli bir şekilde ele alıyor.
Film, klasik üç perdelik yapıyı takip ederken, konvansiyonel thriller kalıplarını kırmaya çalışıyor. Kurzel’in “düz kuvvet momentumu” yaklaşımı, gereksiz detaylardan kaçınarak hikayeyi yalın ve etkili bir şekilde anlatıyor. Bu yaklaşım, bazı eleştirmenlerce “formüle bağlı” bulunsa da filmin aciliyetini artıran bir unsur olarak işlev görüyor.
“The Order”, Amerika’da kök salmış beyaz üstünlük ideolojisinin 1980’lerdeki yükselişini anlatırken, aslında Amerikan Rüyası’nın kime ait olduğuna dair rahatsız edici bir soru soruyor. Filmde, Bob Matthews’un liderliğindeki aşırı sağcı militanlar, The Turner Diaries adlı nefret dolu romandan ilham alarak bir beyaz ütopya hayali kuruyorlar. Bu tür ideolojilerin günümüzde hâlâ nasıl yankı bulduğunu düşünmek zor değil — özellikle de 6 Ocak 2021’de ABD Kongre Binası’na yapılan saldırı sonrası.
Donald Trump’ın başkanlığıyla birlikte Amerika’da aşırılıkçılık, ana akımın bir parçası haline geldi. “The Order” filminde, Richard Butler’ın “ılımlı” olarak sunulması bile rahatsız edici. Çünkü filmdeki bu “ılımlı” lider, beyaz üstünlükçü ideolojiyi politik arenaya taşımakla meşgul. Günümüzde Trumpizm, benzer bir stratejiyle aşırı sağ söylemleri meşrulaştırarak milyonlara ulaşmayı başardı. Bob Matthews’un silahlı devrim arzusu ile Trump’ın seçim sonuçlarını tanımama tavrı arasında korkutucu bir paralellik kurmak mümkün. Her ikisi de “Amerika’yı yeniden büyük yapma” hayalini farklı yollarla gerçekleştirmek istiyor: biri silahlarla, diğeri siyasi retorikle.
Peki Elon Musk bu denkleme nasıl oturuyor? Musk’ın Twitter’ı (şimdiki adıyla X) satın alması, bilgi akışını manipüle edebilme gücünü sıradan bir CEO’dan çok daha ileri bir seviyeye taşıdı. “The Order”’ın temelinde yatan nefret söylemleri, bugün sosyal medya platformlarında daha görünür ve erişilebilir durumda. Musk, “ifade özgürlüğü”nü savunma bahanesiyle nefret söylemlerini meşrulaştıran bir ortam inşa etti. Tıpkı filmde Bob Matthews’un propaganda araçlarını kullanarak radikalizmi yayması gibi, günümüz dijital dünyasında da nefret ideolojileri algoritmalar sayesinde geniş kitlelere ulaşıyor.
Terry Husk’un karakteri, Amerika’nın ahlaki pusulasını bulma arayışını temsil ediyor. Husk’un yorgunluğu, başarısız evliliği ve içsel çatışmaları, Amerikan toplumunun dağılmış yapısının bir yansıması. Günümüz Amerika’sında pek çok insan kendisini Husk gibi, kırılgan ama savaşmaya devam eden bir figür olarak görebilir. Öte yandan, Bob Matthews’un radikalleşme süreci, bugün birçok gencin çevrimiçi ortamlarda nasıl aşırı sağ ideolojilere yöneldiğini anlamak için ipuçları sunuyor.
Aslında alt katmanlara indiğimizde filmde (her ne kadar kötü kopya olsa da) Türkiye ile ilgili ipuçları da bulmak mümkün. Filmde Marc Maron’un canlandırdığı radyo sunucusu Alan Berg’in hikayesi, medyanın aşırılıkçı hareketlerle savaşta oynadığı rolü vurguluyor. Berg’in suikaste kurban gitmesi, bugün gazetecilerin ve medya figürlerinin karşı karşıya kaldığı tehditleri hatırlatıyor. Elon Musk’ın sosyal medyayı kontrol etme gücüyle birlikte, medya manipülasyonu artık sadece radyolarda değil, cep telefonlarımızın içindeki uygulamalarda gerçekleşiyor.
Bu noktada film, radikal ideolojilerin nasıl yayıldığını ve sıradan bireyleri nasıl aşırılığa yönelttiğini sorguluyor. Tıpkı Elon Musk’ın platformunda nefret içeriklerinin yayılması gibi, bu tür metinler de dijital çağda yeni bir ivme kazandı.
Justin Kurzel’in filmografisine baktığımızda (Snowtown, Nitram), aşırılık ve şiddetle ilgili anlatıları cesurca ele aldığını görüyoruz. “The Order” da bu çizgiyi sürdürüyor. Ancak Kurzel, aşırılığı yüceltmeden, onun nasıl sıradanlaştığını ve kök saldığını gösteriyor.
Jude Law’un canlandırdığı Husk karakteri, sistemin kusurlarını bilen ama yine de adalet için savaşan bir figür. Bu karakter, günümüz Amerika’sında hukukun üstünlüğü konusundaki tartışmaları da yansıtıyor. 6 Ocak olayları sonrası FBI ve diğer kurumların aşırı sağ gruplarla mücadelesi hâlâ tartışmalı bir konu olduğu ise malum.
Filmde Richard Butler karakteri, ideolojik olarak aşırıcı ama taktiksel olarak “ılımlı” bir figür. Günümüzde de aşırı sağ söylemler, popüler medya aracılığıyla yumuşatılarak yayılıyor. Trump’ın ve Musk’ın zaman zaman aşırı sağcı figürlere verdiği örtük destek, bu stratejinin modern versiyonları olarak görülebilir.
“The Order” filmindeki propaganda mekanizmaları, günümüz sosyal medyasının nasıl bir radikalleşme aracına dönüştüğünü hatırlatıyor. Özellikle Twitter’ın algoritmalarının nefret söylemlerini yayma biçimi, filmdeki aşırı sağcıların taktikleriyle benzerlik gösteriyor.
Elon Musk gibi figürler, hem kapitalizmin hem de anarşizmin uç noktalarını temsil ediyor. Musk’ın teknoloji ve ifade özgürlüğü kılıfıyla yarattığı kaotik ortam, “The Order” filmindeki anarşist neo-Nazi grubunun anti-sistem yaklaşımıyla paralellik taşıyor.
Trump döneminde aşırı sağın popüler kültürle iç içe geçtiğine tanık olduk. “The Order” filminde de aşırıcı ideolojiler, popüler söylemlerle harmanlanarak yayılıyor. Bu, modern dünyada faşizmin yeni maskelerle karşımıza çıktığını gösteriyor.
Bob Matthews’un sıradan bir bireyden militan bir lidere dönüşmesi, radikalleşmenin kişisel boyutunu sorgulatıyor. Bu dönüşüm süreci, özellikle çevrimiçi ortamlarda yalnızlaşan bireylerin nasıl aşırılığa yöneldiğini anlamamıza yardımcı oluyor.
Bir diğer ifade ile; “The Order”, Amerika’nın bölünmüş kimliğini gözler önüne seriyor. Bir yanda adaleti temsil eden Terry Husk, diğer yanda ise bölücülüğü temsil eden Bob Matthews var. Ancak her iki karakterin de kişisel zaafları ve travmaları, Amerika’nın kendi içindeki çatlakları temsil ediyor. Bu ise pek çok kimsenin ıskaladığı bir çatlak aslında.
“The Order”, gerçek hayattaki olayları dramatize ederken, belgeselci bir titizlik de gösteriyor. Bu ince denge, izleyiciyi hem eğlendiriyor hem de düşündürüyor. Aynı zamanda, bu tür olayların tekrar yaşanmaması için bir uyarı niteliği taşıyor. Alan Berg’in hikayesi, aşırılığa karşı direnişin sembolü haline geliyor. Berg’in radyo programı aracılığıyla nefret söylemlerine karşı durması, bugün de gazetecilerin ve aktivistlerin nasıl hedef haline geldiğini hatırlatıyor.
Son olarak; “The Order”, geçmişin karanlık anılarını gün yüzüne çıkararak, günümüz Amerika’sına aynalık ediyor. Film, aşırılığın nasıl sıradanlaştığını ve sistematik hale geldiğini gözler önüne seriyor. Bu durum, Trumpizm’in sebep olduğu bölünmüşlükle ve Elon Musk gibi figürlerin medya üzerindeki etkisiyle daha da derinleşiyor. “The Order”, sadece bir dönem filmi değil, aynı zamanda bugünün Amerika’sı için de tüm dünyaya yapılan önemli bir uyarı.