SALİH HOŞOĞLU | YORUM
Daha önceki bir yazımda baskıcı yönetimlerin kendi ideolojilerini topluma kabul ettirmek için yoğun bir eğitim ve medya faaliyeti yaptığını anlatmıştım. Ancak bu yoğun beyin yıkamaların olmasına rağmen genellikle toplumun bu dayatmayı birebir kabul etmediğini de belirtmiştim. Bununla beraber yapılan propagandanın ciddi bir tortusu toplumda kalmaktadır.
Sosyal medyada dolaşan bir videoda Meksika sınırını geçip ABD’ye sığınan bir Türk gencinin sınırdaki kontrolsüzlüğü eleştirdiğini ve göçe karşı çıkan Amerikalılara hak verdiğini görmüşsünüzdür. Anlaşılan bu çelişkili düşünce tarzı asla tekil bir olay değil, Türkler arasında oldukça yaygın ve kabul gören bir anlayış. O kadar yaygın ki ülkeden haklı ya da haksız bir gerekçeyle kaçıp uzak diyarlara sığınanlar bile bu mülteci düşmanlığından kurtulamıyorlar. Geçenlerde bunun benzeri bir örnekle bizzat karşılaştım.
Türkiye’den kaçıp bir Avrupa ülkesinde mülteci kampına sığınan bir aile ile olan görüşmemizdeki müşahadelerimi özetleyeyim….
Aile son 8 yıldır her şeyiyle bir eziyet ve işkence dönemi yaşamış. Anne ve baba Hizmet kurumlarında çalışırken, KHK ile çalıştıkları işyeri kapatılmış ve işsiz kalmışlar. Baba ceza alıp uzun süre hapis yatmış. Anne de gözaltı, soruşturma, dava derken epeyce süründürülmüş. Bu süreçte nasıl geçindiler, nasıl hayata tutundular kısmı ayrı bir hikaye. Artık Türkiye’de kendilerine hayat hakkı olmadığına ikna oldukları için mecburen ülkeyi terk etmişler. Birkaç ülkeyi aştıktan sonra nihayet hedef ülkede sığınma başvurusu yapmışlar ve bir kampta sığınma prosedürlerinin tamamlanmasını bekliyorlar. Yani şu anda iltica başvuru işlemleri bile henüz tamamlanmamış.
Ailenin 15 yaşındaki oğlu, son 10 yılda yaşadığı bu çalkantılı çocukluktan ciddi şekilde etkilenmiş. Annesinin kendisiyle konuşurken, ona laf arasında, “Sen de bir mültecisin!” demesine fena halde kızdı ve “Ben mülteci değilim, beni Suriyelilerle bir tutamazsın!” diyerek tepki gösterdi. Ben burada devreye girme ihtiyacı hissettim ve ona Türkiye ile Avrupa’da mülteci olmanın farklı şeyler olduğunu anlatmaya çalıştım. Sonunda da, “Sen şu anda mülteci değilsin ancak mülteci adayısın. Mülteci olmak kolay bir prosedür değil.” dedim.
Delikanlıyla biraz sohbet edince niye Suriyelilere benzemek istemediğini anlatmaya çalıştı. Türkiye’deki Suriyeliler ve diğer mültecilerle ilgili görüşleri tanıdıktı. Sosyal medyada her gün dolaşan videolardaki görüşlerle örtüşüyordu. Bu delikanlı yaşadığı bunca olumsuzluk içinde kendisi gibi mağdur olan Suriyelilerin Türkiye’yi adeta işgal ettiğini düşünüyor ve “Ülkede 10 milyon mülteci de olmaz ki canım!” diyerek tepki gösteriyordu.
Oysa artık “o ülke” (Türkiye) onun için uzak hatta erişilmesi neredeyse imkânsız bir vatan olmuştu. Orası onun belki 10 yıl belki de daha uzun zaman ziyarete bile gidemeyeceği ve kendisini artık doğrudan pek de ilgilendirmeyen bir yer haline gelmişti. Ülkedeki boğucu hava içinde gerçek sorunları ve sorumluları ustalıkla gözden saklayanlar, günah keçisi olarak sığınmacıları önlerine koymuşlardı ve bu delikanlının bunu görmesi kolay değildi.
Bu yaştaki bir çocuğun böylesine ustalıkla hazırlanmış bir oyunu çözmesini bekleyemeyiz elbette. Avrupa’da doğup büyümüş veya bir şekilde sonradan gelmiş (iltica veya normal yoldan) nicelerin otoriter rejimlere ve hatta Putin’e hayranlığını görünce bu gencin böylesine yoğun propagandadan etkilenmesini garipsemedim.
Buradan çıkarılabilecek önemli bir sonuç; tamamına yakını İslami değerlerle örtüşen temel evrensel değerleri toplum olarak anlama ve benimseme konusunda ne kadar zayıf kaldığımızdır. Dindar/muhafazakar çevrede yetişen gençlerimize bile İslam’ın temel prensiplerini maalesef öğretemiyoruz.
“Temel İslami Prensipler” denilince herkes namaz, oruç gibi ibadetleri anlıyor ama nedense başka bir ülkeden size sığınan insanlara insanca davranmayı anlamıyor. Öyle ki takipçisi olmakla övündüğümüz Peygamberimiz (sas) de Hicret etmişti, kendi memleketini bırakıp başka bir diyara gitmişti. Kendi arkadaşlarını Hristiyan bir kralın ülkesine göndermişti. Medine’ye Hicret edenlere orada vatandaşlık belgesi sorulmamıştı. Bir ülkenin vatandaşlığı veya bir etnik kökenden olmak gibi insanların kendi tercihleri olmayan hususların bir rüchaniyet vesilesi olamayacağını, hele de ülkemize sığınan çaresiz insanlara düşmanlık yapmanın mertlik ve yiğitlik ol(a)mayacağını öğrenemedik, öğretemedik.
Günümüz Müslümanları olarak, ki buna çoğumuz dahiliz, beyinlerimize işlenen ırkçı kodlarla ülkeleri, toprakları, vatandaşlıkları kimseyle paylaşmak istemiyoruz. Sanki Suriye’den gelen bir çocukla Türkiye’de doğan bir çocuğun insanlık ve İslam nazarında bir farkı varmış gibi saçma bir yerellik ve bağnazlık gösteriyoruz.
Günümüzde evrensel insan hakları bağlamında aşılmış olan birçok tabu bizim insanımızın beyninde dipdiri duruyor. Temel İslami değerler yerine Fransız İhtilali sonrası oluşan nasyonalist dogmalar kolayca okullarda, şimdilerde camilerde, derneklerde ve sosyal medyada gençlerin beyinlerine yerleştiriliyor.
Türkiye’de ırkçılık bir grup veya partiye has değil. Yüzyılı aşkın süredir tekrarlanıp duran bu dogmalar her vesileyle yeniden hortluyor ve kendini gösteriyor. Kendisi sığınmacı olsa bile bir sığınmacı ile empati kuramayacak kadar insanlarımızın beyinlerini uyuşturuyoruz. Üstelik bu iddialar dini argümanlarla sarmalanıp soslanarak sunuluyor.
Dünyada evrensel değerler üzerinden olan bu ayrışma gittikçe daha fazla kendini gösterecek, yerellik ve korumacılık duvarlarının arkasına saklanmaya çalışanlarla evrensel değerleri savunanlar ayrışacaklar. Müslümanlığı bir grup aidiyeti olarak anlayan ve bundan nemalanmaya çalışan, başına sarık sarmış, hocalık iddiasında nefret vaizleri din adına konuşma tekeli oluşturmuş durumdadır.
Öte yandan gizli-açık yabancı fonlarla desteklendikleri halde vatanseverliği, milliyetçiliği ve yerliliği kimseye bırakmayan bağnazlık çığırtkanları Türkiye’de meydanı boş bulmuşlar. Bütün bir toplumu ileri derecede enfekte etmektedirler. Kanaatimce öncelikle bu gerçeği bütün açıklığı ile konuşmakta fayda var.