Tembelliğime kılıf

YORUM | YUSUF ÜNAL

Öyle tanıdıklarım var ki arabalarında bir çizik görseler kaportacıya seğirtir, kitabın köşesindeki ufak bir kıvrığa, gömleğin kolundaki kırışıklığa katlanamazlar. Rahmetli babam böyleydi mesela. Tutunamayanlar’ın Selim Işık’ı da kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmaz, kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamaz.

Bana gelince; kullandığım eşyaların bir yanının eksik veya bozuk olması, çoğunluk, onlarla araya mesafe koyma sebebim olmaz. Tamir ettireyim diye acele etmem. Kumanda tuşlarından biri bozulsa dert etmem, diğer tuşlarla işimi sürdürebiliyorsam sorun yoktur. Arabanın uzaktan kumandası bozulunca kilitçi hiç heveslenmesin, elimle açıp kapatmaya başlarım. Bir ayağı kırık sandalyeye oturmam mümkünse, bunu eğlenceye dönüştürebilirim. Dizüstü bilgisayarımın faresi çalışmıyorsa, parmak uçlarımı aktif etmenin zevkini tadarım. Limon bulamamışsam, salataya sirke koyarım. Biraz abartmış olabilirim ama aşağı yukarı böyledir benim yaşamam.

Kolayca fark edilebileceği üzere bir ‘Oblomovluk’ değil benimkisi. Onda kasıtlı bir tembellik ve atalet hali vardır. O bezgin ve bıkkındır. Olayların birkaç adım ötesini hayal edebildiği için oraya kadar yapılması gerekenleri yapmaktan vazgeçiverir o, beklemeyi de terk eder. Benim tavrımsa önüme çıkan arızalarla barışık olma, onlarla geçinmesini bilme hali daha çok.

Oblomov’un değil fakat Montaigne’nin tutumuna benziyor benimkisi. Diyor ki: “Sağ yanıma dönemeyecek olursam sol yanıma dönerim. Kendimi ata binemeyecek kadar kötü hissedersem, mola veririm… Unuttuğum bir şey mi var? Geri dönerim; nasılsa yol, benim yolum.”

Peki bütün bunların sebebi tembel olmam mı? Kendimi savunacak değilim, bu işlerde tembel olduğumu kabule hazırım. Ama bu durumuma kılıf uydurma konusundaki gayretkeşliğimi, sizinle paylaşmaktan yüksünmem.

Efendim, zannımca meselenin insan — insan ve insan — tabiat ilişkileriyle alakası var. Evvela şurada anlaşalım; insan eksik ve kusurlu bir varlıktır. Herkes bunun farkındadır ve noksanlıklarının hoş görülmesini bekler. İnsan ilişkilerinin temeli bu beklentiye bağlıdır desek, mübalağa etmiş sayılmayız.

Yeryüzü, kusursuzlara göre değildir. Dünya bir yapboz tahtasıdır; bir yandan yapılır, öte yandan yıkılır. Bir yandan yazılır, öte yandan silinir. Burası acemi oğlanlar ve kızlar ocağıdır, her gelen yeniden başlar. Buraya alışan ve burada ustalaşan henüz görülmemiştir. Bunu bilen Anadolu’nun kimi eski yapı ustaları mükemmellik iddiasından kaçarak binaların bazı yerlerini bilerek eksik bırakırlarmış. O hesap, bütün işleri bütün sakinleri eksiktir buranın, ‘kamışlık’tan ayrıldığından beri eksik. Bilgelerin ömür dediğimiz şeyden anladıkları, kendini tamamlama çabasından ibarettir.

Kendini tamamlamak, işte dünyaya geliş sebebimiz. Eksik ve kusurlarının farkında olmak, erdemlerin en büyüğü. Bunun farkına varan, diğer insanlarda hatta nesnelerde eksik ve kusurların olmasını çok görmez, görmemelidir. Benim başta sözünü ettiğim yaşama tarzım, bu çok görmeyişten ibaret.

İkinci olarak, burada anlaşamayabiliriz ama ziyanı yok, eşyaya karşı müsamahalı yaklaşmanın, onlardan her halleriyle istifade etmeye çalışmanın, insan ilişkilerine de yansıdığını düşünüyorum. Eşyaya hoyrat yaklaşan, insana da hoyratlaşıyor. Yemek yediği kaba tüküren biri, insana ne yapmaz. Senelerce hizmetini gören bir cihazı, hemen ilk arızasında yenisiyle değiştiren; sadece müsrif midir? Yoksa vefasızlığı da söz konusu edilebilir mi? Bu, bir karakter, acaba fıtrat mı demeliydim?, meselesiymiş gibi geliyor bana; eşyayla münasebetin nasılsa insanla münasebetin de öyle oluyor, ondan mükemmellik beklersen insanda da mükemmellik arıyorsun. Hayat tecrübem bana böyle söylüyor.

Japonların ‘kintsugi’ adında eski bir sanatları var. Çatlayan ve kırılan eşyaları altın veya gümüş kullanarak tamir etmeye dayanan bir sanat. Kusurunu benimseme sanatı diyorlar. Bu sanatın yöntemiyle tamir edilen eşyalar, sağlam hallerinin birkaç katı değerleniyor. Bu, restorasyondan farklı bir şey. Nesne hiç kırılmamış gibi onarılmıyor burada; bilakis yara izleri ve kusurlar daha da belirginleştirilerek, o kırılmaları unutturmayacak şekilde onarılıyor. 

Mevzumuz açısından, insanlar da eşyalar gibidir, bir yanları eksik olsa bile onları sağlam yanlarıyla kabul edebiliriz. Kırılmış, yamulmuş veya çatlamışlarsa onarabiliriz. İnsanca yaşamak için başka çaremiz yoktur zaten, “Kusursuz dost arayan, dostsuz kalır.”

Bu dünyada, bir şeyin tamam olmasını beklemek beyhudedir. Burada her şey biraz eksik kalmaya yazgılıdır. Çorba bulsak kaşık, kaşık bulsak kâse noksan olur. Bu bakımdan insanın serüvenini en güzel anlatan atasözü şu olmalıdır: “Sac düzene girdi hamur tükendi, iş düzene girdi ömür tükendi.”

Ancak bu pek üzülünecek bir durum sayılmaz. İstiridye, içinde inci büyütmek istiyorsa bünyesindeki çatlağa razı olacaktır. Leonard Cohen’in dediği gibi, “Hâlâ çalabilen zilleri çalın, kusursuzluğu unutun. Her şeyde bir çatlak vardır. Işık içeri böyle girer…”

Galiba ben bu yüzden ancak acıyı, ızdırabı, yenilgiyi, kaybı en koyu halleriyle yaşadıkları halde hayata tutunabilen, bir çıkış bulabilen insanların ışık olup ışık yayabileceklerine kaniyim. Dostlarımı mağluplar arasında arayışım da bu yüzden sanırım…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin