Ankara gazetecilerinin bilip de bilmezden, duyup da duymazdan geldiği onlarca hadise yaşanıyor şimdilerde. Herkes ilerde yazılmak üzere arşivler oluşturuyor. Kimisi gerçekten ‘bomba haber’ niteliği taşıyor, kimisi de çerez tadında perde arkası bilgiler içeriyor. Mesela son dedikodulardan biri şöyle: Bülent Arınç ısrarlı bir şekilde Saray’dan randevu istiyor ama bir türlü olumlu cevap alamıyor.
Arınç’ın etrafında kim varsa ya memurluktan atıldı, ya göz altına alındı, ya hapse tıkıldı. Arınç da diğer AKP yetkilileri gibi hukuki sınırların tamamen aşıldığını, meselenin mafyatik bir düzene kaydığını gayet iyi biliyor. Neyse… Hemen her kanalı zorlayarak istediği randevu geçenlerde kabul ediliyor ve parti içinde ve hatta Türk siyasetinde ‘özgül ağırlığı’ olduğunu düşünen Bülent Bey nihayet Saray’a (tenezzülen ve lütfen) çağırılıyor.
Cevap ne? Hiç.
Başkent gazetecilerinin güç odaklarına yakın kaynaklardan öğrendiğine Arınç, ipin ucunun kaçtığını, insanların mağdur edildiğini nazik bir dille ve örnekleriyle anlatmaya çalışıyor. Cevap ne? Kocaman bir hiç! Dinliyor, dinliyor ama cevap vermiyor. Sonra? Özgül ağırlık, sıfıra sıfır elde var sıfır formülü gereğince terk ediyor Kaçak Saray’ı. Şimdilerde eşe dosta diyor ki “Eee ben yapacağımı yaptım, dilim döndüğünce yapılan haksız uygulamaları söyledim ama adam dinlemiyor; bir şey de demiyor. Sorumluluk benden gitti…”
Hakikaten öyle mi? Ikına sıkına söylenen üç beş kelam ‘zulme rıza zulümdür’ hükmünden insanı kurtarır mı? İşler bu noktaya gelmeden yapılması gereken yapılmadığında sonradan söylenecek pişmanlık cümlelerinin bir anlamı kalıyor mu?
Sustular, korktular, sindiler
Mesele Arınç meselesi değil. AKP yavaş yavaş kuruluş amacından uzaklaştırıldı, ortak akıl ve vicdanın yerini bir kişinin ihtirasları ve keyfi aldı; bunu en yakından görenler AK Parti’yi kuranlardı. Sustular, korktular, sindiler. Abdullah Gül’ün en az elli yerde, “Bizim kurduğumuz parti bu değil. Arkadaşlar dünyayı bilmiyor, Ortadoğu’yu hiç mi hiç tanımıyor; Türkiye’yi bir maceranın içine sürüklüyor” dediğini Başkent’in nabzını tutan gazeteciler çok iyi biliyor. Ne yazık ki tek adam sistemine doğru kayılırken harekete geçip haklarını kullanamadılar, korkularının ve istikbal hesaplarının altında kaldılar.
Herkesten işkilleniyor
Geçenlerde Levent Gültekin çok önemli gerçeklerden bahsetti. Yapılan zulmün boyutlarını deşifre etti. Orada dikkatimi çeken bir ayrıntı vardı: Erdoğan’ın yalnızlığı ve hiç kimseye güvenemiyor olması. ‘Sık sık arkasını kollama’ gereği hissettiğini söylediği Erdoğan’ın Binali Yıldırım dahil herkesten ‘işkillendiğini’ ifade etmiş. Doğru bir tespit.
Gültekin’den naklediyorum: “Bakanlardan bir tanesi benim de arkadaşımın olduğu sohbete gidiyor. Bakan diyor ki iyice delirdi, biz de ulaşamıyoruz. Şarteli bize de indirdi, bizi de duymuyor… Bunları duyuyor Tayyip Erdoğan. Bunları duyduğu için, abi bunların sağı solu belli değil, benim etrafımda kim belli değil. O korku psikolojisi insanda herkesten şüphelenmeyi getirir beraberinde. Şizofrenik vaka dedikleri durumdur o. Bir tanımlama için söylüyorum, Erdoğan için değil de. O yüzden bunu sağlama almak istiyor. Başkanlığı alayım.”
Bir günde mi böyle oldu?
Peki, Erdoğan bu sağlıksız ruh haline bir günde mi geldi? Elbette hayır. En yakın ‘dava arkadaşları’ Erdoğan’ın sürüklendiği yalnızlık ve güvensizlik sendromuna yakından tanıklık etti; hatta bunu zaman zaman insanlarla paylaştı.
İşte bir yaşanmış örnek: Avrupa’dan bir heyet gelip bakanlıkları dolaşmaktadır. İçlerinde Türklerin de bulunduğu Ankaralı meslektaşlarımızın da katıldığı küçük buluşmalar da yaşanmaktadır bu arada. Daha ortada ne 17 Aralık vardır ne Gezi olayları… Bakanlardan biri sohbetin koyulaştığı bir esnada der ki: “Maalesef vaktiyle çok sevip saydığımız ve demokratik umutlarımızı bağladığımız Erdoğan’ı tanımakta zorluk çekiyoruz…”
Herkes en önemli bakanlıklardan birinin sorumluluğunu üstlenen ve partinin her aşamasında görev yapmış birinden duyduğu cümleler karşısında şaşkınlık içinde. Adeta duyduklarına inanamıyorlar. Sesini biraz kısarak devam eder Bakan Bey: “Adam git gide gücünü kendi şahsı için kullanıyor ve hiç kimseye acımıyor.” Bir de çarpıcı bir örnek verir. Onun anlattığına göre yolda bir adamı gören patron, o kişiden işkillenir ve arabasının camını açarak etrafındaki koruma ordusundan birine işaret eder. O kuşkulanan kişi yaka paça yakalanır. Korumaların has adamı arabaya doğru bakar. Zırhlı aracın simsiyah camı açılır, uzanan el baş parmağını aşağıya doğru çevirince adamı felç edecek kadar feci bir şekilde döverler.
Bakan bu tabloyu anlatırken baş parmağın yukarıya aşağıya hareket ettirilmesini arenada ölümcül kavgaları seyredip infaz emri veren Roma muktedirlerine benzetmişti liderini.
Bir gün herkes bildiklerini anlatacak
O günlerde demokratik reformalar devam ediyordu. Türkiye’nin AB yolunda ilerlediği sanılıyordu; o yüzden Erdoğan’a yakın bakanın anlattığı o olay inandırıcı bulunmadı ya da gelip geçici bir heves gibi göründü. Ne yazık ki o halet-i ruhiye ileri boyutlara ulaştı, derinleşti ve hem sahibine hem ülkesine zarar verecek hale geldi.
Gültekin’in açık bir dille ifade ettiği ‘psikoloji’yi televizyon programında söylediği ve ‘narsist kişilik bozukluğu teşhisi’ koyduğu için Mustafa Altıoklar hakkında ‘hakaret’ davası açıldı. Ünlü yönetmen kendini savunurken Erdoğan için sarf ettiği sözlerden geri adım atmadı, hakaret etme amacı gütmediğini söyledi ve doktor teşhisinde bulunduğunun özellikle altını çizdi…
Erdoğan şimdi lüks ve şatafatın içinde yalnızlığa kendini mahkum etmiş bir insan. Her geçen gün daha da yalnızlaşıyor; çünkü icraatlarına ‘evet doğru yapıyor’ demek artık akıl işi sayılmıyor. Şimdilik herkes susuyor, korkuyor ama bir gün herkes bildiğini tek tek anlatacak. İşte o zaman kim akıllı kim deli daha iyi anlama imkanı bulacağız….