KONUK YAZAR | Prof. Dr. OSMAN ŞAHİN
Günümüzde sık sık yapılan bazı yanlış kıyaslamaları ve genellemeleri ele almak istiyorum. Bazıları siyasal islamcıların İslam aleminde yol açtığı felaketlerle karşı karşıya kalınca bunun faturasını yanlış bir kıyas ve benzetme yaparak Osmanlı’ya kesmektedirler. Bazıları daha da önceye giderek Hz. Muaviye’ye (ra) fatura etmektedirler. Hatta hızını alamayarak tarafgirlik ruh haletiyle Ümeyye oğullarından olduğu için Hulefay-ı Raşidinin üçüncüsü olan Hz. Osman’a da (ra) ilişmektedirler.
Fethullah Gülen Hocaefendi Yolun Kaderi adlı kitabında ideal devleti ele aldığı yazısında şu önemli hususu ifade etmektedirler: “İslamda ruhban sınıfı olmadığı gibi ruhban sınıfı tarafından kutsallık izafe edilmesiyle ortaya çıkan”kutsal devlet”in de İslamda yeri yoktur. Devlet bir gaye değildir. Devletin görevi insanların hem dünyada hem de ahirette huzur ve saadet bulabilecekleri bir hayatı hazırlamaktır. “
Devlet kutsal değildir. Ancak insanlığa yaptıkları hizmetler, sundukları saadet ve teessüs ettikleri adalet ölçüsünde değer kazanırlar. Devletin kutsandığı bir mantık içerisinde başa gelen idarecilerin zulümleri tarafgirlik mülahazası ile görmezden gelinecektir. Hak, hukuk ve adalet gibi değerlerin doğru anlaşılıp temsil edilmesi mümkün olmayacaktır.
Devletlerin de insanlar gibi doğruları ve yanlışları vardır. Bir devlet hakkında bir hüküm verilecekse insaflı düşüncenin gereği olarak bu yanlışlar ve doğrular teraziye konmalı ve ortaya çıkan sonuca göre bir karara varılmalıdır. İfratlara ve tefritlere girmekten kaçınılmalıdır. Ne her yaptıkları doğru kabul edilmeli ne de bazı yanlışlara bakılarak yaptıkları güzellikler görmezden gelinmelidir. Tarihte yaşamış İslami devletler ele alınırken maalesef bu hususa riayet edilememiştir. Ya her şeyiyle baş tacı yapılmakta ya da yerden yere vurulmaktadırlar. Halbuki meseleleri ifrat ve tefritten uzak külli bir nazarla ele almak gerekmektedir.
Şimdi de mahruti bir bakışa sahip olmadan yapılacak olan tarih yorumlamalarındaki zorlukları ele alalım…
Hadiselerin bütün yönlerini ortaya koyabilecek kaynaklardaki yetersizlik…
Maalesef tarihte yaşanmış hadiselerin bütün yönlerini günümüze kadar aktaran kaynaklara sahip değiliz. Tarihi kaynaklar genel olaylardan bahsetmekte, bütün detayları verememekte, hadiselerin cereyan ettiği ortamları, hadiselerin gerçekleşmesine yol açan maddi ve manevi faktörleri bütün etrafıyla günümüze taşıyamamaktadırlar. İslam Tarihini ele aldığımızda ilk yazılı kaynakların ancak Hicretten sonraki ikinci ve belki de üçüncü asırda yazılmaya başlandıkları görülecektir. Ayrıca günümüze bütün tarihi kaynakların intikal etmediği ve intikal eden bir çok kaynağın halen deşifre edilip kullanıma arzedilemediğini de düşünecek olursak işin zorluğu daha da iyi anlaşılabilecektir. Ali Ünal hoca bu konuyu “Günümüzün aynasından geçmişe bakmak” ve “Din, Bilim, Tarih Hz. Muaviye ve Emeviler” adlı yazılarında detaylı olarak ele almaktadır. Bakılabilir.
Subjektif yaklaşımlar…
Diğer taraftan tarih yazarlarının hadiseleri ele alırken kendi subjektif değer yargılarının etkisinden azade olamadıklarını da kabul etmek gerekir. Kaç tane kılı kırk yararcasına hakkaniyet sahibi tarihçi gösterilebilir ki kendi değer yargılarına aykırı olan, düşman kabul ettikleri toplumlar ve medeniyetler hakkında kaleme aldıkları yazılarında objektif olabilmişlerdir. Kaldı ki batıda da doğuda da çok sayıda tarihçinin yaşadıkları dönemdeki iktidarın menfaatlerine hizmet edecek ya da inançlarını destekleyecek şekilde hareket ettikleri de bilinen bir gerçektir. Batı dünyasında İslam dünyası hakkında tarafgirliğin gölgesinde ve belki de garezle kaleme alınmış bu tarz eserlerin kaynak olarak kabul edilemeyeceği de ortadadır.
Zamanın tesirlerinden sıyrılabilmek…
Bediüzzaman hazretleri Muhakemat adlı eserinde “Araştırmacı dalgıç olmalı, zamanın tesirlerinden sıyrılabilmeli; mazinin derinliklerine dalmalı; mantığın terazisiyle tartmalı; her şeyin kaynağını bulmalıdır” der. Hadiseleri doğru okuyup yorumlayabilmek için bulunduğumuz zamanın kayıtlarından kurtulup olayların yaşandığı zaman dilimine gitmemiz gerekir. Bunda muvaffak olunduğu ölçüde isabetli değerlendirmeler yapılabilecektir.
Mesela, gelişen iletişim imkanları günümüzde bilgiye ulaşmayı çok kolaylaştırmıştır. Bir çok bilgiye klavyenin tuşlarına dokunmak suretiyle ulaşabiliyoruz. Geçmiş değerlendirilirken doğru bilgiye ulaşmadaki zorlukları hesaba katmazsanız isabetli değerlendirmeler yapamazsınız. Aynı zaman diliminde yaşamış oldukları halde bu imkanlardan mahrum olan insanlar birbirlerini tam tanıyıp fikirlerine tam aşina olamadıkları için karşılıklı muhalefet tavrı sergileyebilmişlerdir. Hatta iki tarafı da yıpratacak karşılıklı beyanlar da bulundukları görülmüştür. Tarihte başlangıçtaki bu tarz muhalefetlerin tanışıklıktan sonra dostluğa döndüğünün örnekleri çoktur.
Tarihte yaşanan manevi değer yargılarının anlaşılması zarureti…
Bir diğer örnek de şu olabilir. Pozitivist akımların etkisiyle günümüz dünyasınde dünyevileşme çok ileri seviyeye ulaşmıştr. İster istemez bundan herkes etkilenmiştir. Bir beyanı nebevide (sav) bu durum, müminlerin de bundan etkileneceği, zükkam-nezle benzetmesi yapılarak haber verilmektedir. Bugünün insanının, maneviyatın ön planda olduğu, davranışların belirlenmesinde marziyatı ilahinin esas olduğu dönemlerdeki insanlar arasındaki olayları doğru yorumlayabilmeleri oldukça zor olacaktır. Değerlendirmeler hadiselerin perde arkasında cereyan eden ve kararların alınmasında oldukça önemli olabilen rızayı ilahi, doğruluk, niyet, samimiyet, ihlas, diğergamlık, yaşatma ideali gibi manevi kavramlar tam anlaşılamadığından çok sathi kalmaktadır.
Aynı problemi batılı kaynakların Osmanlı Devletinin gelişip büyümesinde ve altı asır ayakta kalmasının sebeplerini araştırırken bu manevi dinamikleri anlayamamasında ve her şeyi savaşlardan elde edilen ganimetlere bağlamalarında da görmek mümkündür. Maalesef bu yanlışa aynı hastalıktan hissedar olan bizim dünyanın tarihçilerinin de düştüklerini görüyoruz. Yüksek manevi değerlere sahiplik yapan Osmanlı Devleti hakkında, batılı kaynakların gerçeklerden uzak beyanlarını manevi değerleri anlamaktan uzak bu maddeci bakış açısı kolayca kabulenmiştir. Dolayısıyla bütün ilişkiler menfaat, güç elde etme, şehvet gibi nefsani arzuları tatmin ekseninde değerlendirilmiş ve hükümler de buna göre verilmiştir.
Buradan hareketle hadiselerin yaşandığı döneme gidip o dönemi yaşama derken sadece maddi boyutların yeterli olmadığını aynı zamanda manevi boyutlarıyla da o dönemi yaşayıp hissetmenin doğru sonuçlara ulaşma açısından hayati değer taşıdığını söyleyebiliriz.
Burada sadece bir kısmını ele aldığımız bu zorluklar nazara alındığı zaman Kur’an (Haşr 59/10) ve hadisde bize tavsiye veya emredilen geçmişlerimizi iyi ve güzel yönleriyle anma, kötülüklerini sayıp dökmekten sakınmamız gerektiği hakikatı daha iyi anlaşılacaktır. Hususan söz konusu olan sahabe efendilerimiz ranhüm ise bu emri Kur’aniye ve nebeviye’ye riayet etme daha da önemli hale gelmektedir.
Bu konuda Fethullah Gülen Hocaefendi Çatla Sodom-Gomore!.. başlıklı bamtelinde (17/04/2016) tarihi şahsiyetler ve özellikle sahabe ele alındığında çok temkinli olmak gerektiğini ifade ederken şu önemli kriteri elimize vermektedir. “Bugünden durup o günde cereyan eden hadiseleri içinde yaşamış vakanüvis gibi değerlendirip birilerini bir yere birilerini de bir yere koymak recmen bi’l-gayb olur. Bu da doğru değildir. Karanlıkta taş atmak gibidir. İsabet edip etmeyeceği belli değildir.”