Türkiye yakın tarihin en büyük krizlerinden birini yaşamakta. 21. yüzyılın “Türk Yüzyılı” olmasını hayal ederken, 2016 yazı itibariyle devletin tüm kurumlarının içi boşaltılmış, tüm demokratik kazanımlar kaybedilmiş ve toplum paramparça hale getirilmiş durumda. Siyasi, bürokratik ve toplumsal hayat ölümcül yaralar içinde. Öyle ki, bugün ülkemizi ancak suni olarak pompalanan adrenalin ayakta tutmakta ve yine bu adrenalin sayesinde toplum acı hissini unutarak güçlü olduğu zannına kapılmakta.
Peki, yanlış giden neydi? Türkiye’yi güçlü bir ülke haline getirmek isteyenlerin hatası mıydı? Ya da bu kriz parlak bir istikbal yolunda aşılması gereken tepelerden birisi olarak mı görülmeli miydi?
Süreçte birçok kesimin sorumluluk sahibi olduğu tartışılmaz bir gerçek. Ancak bu dönemin kriminal yönünü bir tarafa bırakarak, süreci Tanzimat’tan bu yana Türk siyasi tarihi içinde konumlandırmak istersek 2013 Aralık ayından bu yana yaşanılanlar klasik Türk siyasi sisteminin yeni Türkiye’ye bir tepkisi olarak değerlendirilebilir.
Yani, klasik Türk siyasetinin üç ana akımı olan Batıcılık (çağdaşlaşma), Milliyetçilik (Türk ve Kürt) ve İslâmcılık (siyasal İslam) ittifak hâlinde yeni Türkiye’ye karşı savaş vermekteler.
Üç tarz-ı siyaset ve toplumsal karşılıklar
Bu üç siyasi akımın Türkiye’nin problemlerine çözüm olarak sundukları cevapları inceleyecek olursak, üçünün de hemen hemen aynı olduğu görülecektir. Evet, modernleşme, din, seküler hayat gibi konularda derin farklılıklar ortaya çıkmakta. Ancak, bunlar toplumsal kimliklerden kaynaklanan ve şekli sayılabilecek ayrımlardandır.
Türkiye’nin fikri toplumsal sorunlarına karşılıksa, Avrupa’dan ithal edilen liberalizm, sosyalizm, muhafazakârlık ve milliyetçilik akımlarının değişik karışımları teklif edilmekteydi. Bir diğer deyişle, Avrupa siyasi sisteminin ufak farklılıklarla Türkiye’ye uyarlandığı ve bu üç ana siyasi akımın üzerinde ikame edildiği söylenebilir.
Öte yandan, bu üç siyasi akım Türk siyasetinde iktidarı eşit olarak paylaşmadılar. Batıcılığı temsil eden CHP ve Türk milliyetçiliğini temsilen MHP, uzun süre politik ve bürokratik olarak Türk siyasetini domine ettiler. Siyasal İslamcılar ise bu süreçte dışlandılar.
Dip dalga hareketleriyle gelen revizyon
Cumhuriyetin ilk yıllarında Batıcılık akımı, tek parti döneminde, Türk toplumunu dönüştürme ve çağdaşlaşma adına büyük bir projeye girişmişti. Çeşitli eğitim projeleri, propaganda ve din üzerinde kurulan baskıyla topluma istenilen şekli vermek istediler. Ancak devlet, bazı dip dalga hareketlerinin bu projeyi engelleyerek, tarihi, dini ve kültürel kökleri yeniden canlandırdığını Demokrat Parti’nin seçim başarısıyla fark etti.
Toplumsal dönüşüm projesinin başarısızlığı zamanın Türk siyasi sistemini riskli bir konumda bırakıyordu. Bu risk demokrat partinin politikalarından, alternatif bir parti olmasından ya da Adnan Menderes’in kişiliğinden kaynaklanmıyordu. Risk toplumun dini, tarihi ve kültürel köklerine bağlı kesiminin canlılığının azalmak yerine artmasından doğuyordu. Diğer bir ifadeyle, Demokrat Parti tecrübesi sistemin açığını ortaya koymuştu.
Bunun üzerine, toplumsal dönüştürme projesi yerini toplumu kontrol projesine bıraktı ve Batıcılık akımı diğer iki kardeşini de yardıma çağırdı. Bürokratik alanda, yüksek yargı, askeriye ve üniversiteler düzenlenirken, siyasi alanda milliyetçilik ve İslâmcılık hareketleri politikaya girdiler. Böylece, hem bürokraside 1960’tan 2010’a kadar sürecek vesayet rejimi kuruldu hem de Türk siyaseti Batıcılık, Milliyetçilik, İslâmcılık ve türevleri arasındaki bir tiyatroya dönüştürülerek, irtica, laiklik, şeriat, başörtüsü, dincilik gibi suni fay hatları sayesinde kontrol altında tutuldu.
Sistemi asıl sarsan hareket
Ancak bir kişi küçük ama hayatî hamleyle sistemin dengesinin bozulmasına yol açtı. Turgut Özal, Türk toplumunda özgürleşmeyi, dışa açılmayı, sermayenin topluma yayılmasını sağlayacak birkaç önemli adımla, toplumun derin köklerinden beslenen dip dalga hareketlerin güçlenerek fikri ve sosyal sorunlara alternatif ve etkili çözümler ortaya koyabilmesini sağladı.
Bu dönemde Anadolu’dan yeni işadamları, öğrenciler, eğitim kurumları, sivil toplum örgütleri, basın-yayın kuruluşları ve kamu görevlileri ortaya çıktı. Tabi ki, sistem bu yeni aktörleri hoş karşılamadı ve kendi varlığına bir tehdit olarak gördü.
2002-2010 arasındaki dönem
3 Kasım 2002 seçimleri beklenildiği gibi AKP’nin zaferiyle sonuçlandı. Ancak bu zafer her şey demek değildi. AKP hem pozisyonunu korumak hem de kendisini kontrol altına almaya çalışan vesayet rejimi karşısında güç kazanabilmek için daha çok genç ve zayıftı. Bu durum AKP’yi, toplumda Özal döneminden bu yana güçlenen, eğitimli, dışa açık, özgürlükçü kesimle – ki Hizmet Hareketi de bu kesime dâhil edilebilir – işbirliğine zorladı.
AKP’ye destek vermek karşılığında bu kesimlerin hükümetten talepleri, Türkiye’nin gelişmesinin önünde bir engel olarak gördükleri antidemokratik vesayet rejimiyle ve çetelerle mücadele edilmesiydi. Bu çerçevede, siyasal İslam’ın Türkiye’deki kurulu düzenle mücadeleye mecbur kalması, Özal’dan bu yana Türk siyasi hayatındaki en büyük kırılmaydı.
Nitekim daha zor bir dönemde daha radikal bir tutuma sahip olan Necmettin Erbakan ve mücahitleri 1960’lardan 2000’li yıllara vesayet rejimi Türkiye’sinde varlığını rahatlıkla korurken, dönemin başbakanı vesayet rejimiyle mücadele edildiği dönemde birçok suikast girişimine maruz kalmıştı.
Bu dönemde, demokrasi ve insan hakları adına edinilen kazanımlar 2010 referandumuyla garanti altına alınmış oldu. Ancak bu süre içinde AKP, güçlendikçe siyasi destekçilerine olan ihtiyacının azaldığını hissetmeye başladı ve siyasal İslam’ın genleri çevre etkisine baskın geldi. Ait olduğu klasik Türk siyasi sistemini koruyabilmek ve tek adam rejimini kurabilmek amacıyla, bu döneme kadar mücadele ettiği kesimlerle işbirliği yolları aramaya başladı.
* Emekli Bürokrat – Okurumuzdan gelen makalenin 1. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz.
Eski Türkiye’den Yeni Türkiye’ye [2]
Üç Tarz-ı Siyaset’in uyanışı ve dip dalga [GÖKSEL İLHAN*]