YORUM | M. NEDİM HAZAR
“Ta’n u teşnî’ etme ey sûfî görüp şeydâlığım
Cehli ko seyr eyle evvel ol ruh-ı zîbâ nedir.”Bağdâdî
Aslında tamı tamına “başa kakmak” anlamına gelse de, edebi yüksek lügatlerin çoğu kavramı “ayıplama, kötü görme, çirkin bulma” olarak izah ediyor.
“Sakin göllerin kuğusuyduk” derdi Hayaloğlu. Hiç hesabı, kitabı olmayan kimseyle… Yalanı, bühtanı nâmevcut, gözyaşından başka azığa tenezzül etmeyen… Yalan dahi olsa, bir hayal uğruna üzerindeki mintanı seve seve uzatan. Kini, dini olanların aynadaki yüzlerine bakmaya bile utanan, “değildir öyle” kandırmacasına razı hayalperestler işte…
Bugün ‘fişleme çağı’nın zirvesinde pervaz edenlerin vaktiyle, “Sicil dosyalarında pırıl pırıl insanlara düşülen, kırmızı kalemli notları gördüm. Bunları kaldırıyoruz” dedikten sonra “kepazelik” olarak niteleyenlerin el-hak söylediklerini tatbik ettiklerini görüyoruz! Ancak yerine konulan — af buyurun — daha kepaze bir durum var şimdi. Kırmızı kalemle fişlemenin yerini, kırmızı kalem alırken bile fişlere bakılarak hareket edilen bir devrin ahfadı olduk hepimiz.
Yıllardır yaşanan asrın kepazeliğine şahit olup, yüzünü çevirenler, kulaklarını tıkayanların bir dönem, “Fevkalade çirkindir, suçtur, ahlaki noktadan bakarsak ahlaksızlığın ta kendisidir” diyenlerin, günümüz ahlaksızlığına mahcup bir kabulleniş ile rıza göstermeleri ibret-i alem bir durum. Bir cürmün ayıp sayıldığı dönem ile o cürmün, devlet işlerinin vaka-i adiyesi haline geldiği dönem arasında hiç olmazsa beş-on yıl geçmiş olsa yanmayız, diye düşünüyor insan.
Fakat heyhat!
Hermann Göring’lerin sürüsüne bereket…
Vazifesi çöp toplamak olanların, “İşte evleri şurada, verin ateşi” halet-i ruhiyesiyle göze girme adına canavarlaştığı bir çağdan bahsediyorum sevgili okur.
Ya eli kalemli Ilse Koch’lara ne demeli? “Hangi ara bu kadar gaddarlaştınız” dedirten, Blobel’lere, Kramer’lere, Mengele’lere taş çıkartan entelektüel kisveli tıka basa nefret ve intikam dolu, içlerine Goebbels kaçmış kalemşorlar; sayısız Totenkopfverbände gönüllüsü… Boy göstermede sınır tanımayan ekran Theodor Eicke’leri. Kinini, dini olarak gören Hüseyin Avni’nin ruhuna rahmet okutan zalimlikler.
Yüz yıl yaşamıştı Priebke, dile kolay 100 sene!
Gel gör ki, geçmişteki zalimlikleri cenazesini ortalıkta bırakmıştı. Kilise dahi sırtını dönmüştü sadiste. İbretlik bir son.
Bunca akıl ve insaf dışılığa rağmen ehl-i kalp ve vicdana düşen yine telbîs, yine Feyyaz-ı ezelinin ihsanlarına temenna!
Sıfırlama; lakin günümüz yerleşik algısındaki gibi değil şüphesiz. Şahsi derûnilikle, içerik renkliliğini ve muhteva zenginliğini ağyara hissettirmeden kendini sıfırlama. Melâmet mülahazasıyla kınama ve yermeye kapı aralamadan, takdire şayan yanlarını sivriltip, göze sokmadan mazharı göründüğü envâr u esrarın gerçek sahibine yönlendiriş.
Biliyorum kavrayış zor, anlatış ise zorların zoru. Biz diyorum, milletimiz; hızla sürüklendiği katılaşmış cüruflarla bezeli tehlikeli uçurumun kenarında bile Rabbani bir sekineye talip olarak tane tane ve kelime kelime izah ve aktif sabır bendeleri… Müzevirlerin tecessüs asrında bin kat daha dikkatli olmak mecburiyetinde olanlar.
Uyûn-u sâhire… Uyutulmayan, aç bırakılanları görünce aklıma ilk gelen kavram oldu. Efendiler Efendisi’nden (sas) gelen o iltifatlar. Tarih bize aksi ve menfi tabloları defaatle göstermiştir. Hayatını toplumsal uyurgezerliğe iğne batırmaya adayan merhum Seyyid Kutub’un zindanda kaleme aldığı şu cümleler mühimdir: “Biz iman meselesinde zühul etmişiz. Toplumun dertlerine esas derman iman reçetesiymiş. İşte biz bunu görememişiz.”
“İlahi hizlân” diye bir şey var bilir misiniz? Medâricü’s-sâlikîn’de şöyle diyor: “İman ve itaat eden bunu ilâhî tevfîk sayesinde yapar, inkâra ve isyana sapan ise ilâhî hizlân sebebiyle bu duruma düşer.” Tâhâ Sûresi’ndeki şu ayet sarsıcıdır: “Bu böyledir: Nasıl âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttuysan, bugün de sen öyle unutulur, bir kenara atılırsın” (126). Allah tüm inananları hizlândan muhafaza buyursun!