M. NEDİM HAZAR | YORUM
Suskunluk her zaman büyüleyicidir. Ve susmak büyük cüsselerin işidir.
Şair, deniz ile yaptığı hasbihalde anlar bunu:
“Gittim, gittim, denizin,
Sınır yerine vardım.
Halin bana da geçsin!
Diye ona yalvardım.
Bir çılgın vesvesede,
İçim didiklense de,
Olaydım o cüssede,
Onun gibi susardım…”
Bir gıpta, imrenme vardır esasen: Olaydım o cüssede, onun gibi susardım… Bunları henüz 24 yaşında kaleme almıştır şairler sultanı.
Başka bir şair…
Fransız… Alfred De Vigny… 19. Yüzyıl; Romantik dönemin en büyüklerinden. Soylu bir aileden ve asker kökenli. Az biraz pesimist lakin felsefi derinliği boldur şiirlerinin. Eserlerinde sıklıkla yalnızlığa övgü vardır. Dışlanmışlığa ve ötekiye dair muazzam derinliğin kıyısında gezinir durur Vigny.
Bir lirizm şahikası olan “Kurdun Ölümü – La Mort du Loup” isimli eseri muazzamdır.
Üç bölümden oluşan şiir, enteresan bir olayı anlatır. Hikaye yönü de vardır anlayacağınız. Bir av esnasında köşeye sıkıştırılan bir kurdun asil suskunluğuna övgüdür Kurdun Ölümü.
İlk bölümde sürek, takip vardır. İkinci bölüm av anını resmeder.
Üçüncü bölümde ise kurdun vakur sessizliğini yüceltir. Şöyle der: “Sadece sessizlik büyüktür; geri kalan her şey zayıflıktır.”
Vaktiyle okuduğum bir çevirisinde şöyle deniliyordu: “Ulvi olan sükuttur, gayrısı zaaftır!”
Seneca ise küçük acıların geveze olduğundan, büyük acıların dilsizliğinden bahseder.
Dönecek olursak Alfred de Vigny’nin “Kurdun Ölümü” şiirinde kristalleşen suskunluk teması, insanlık tarihinin en derin felsefi miraslarından biridir. Vigny’nin kurdu, acı çekerken bile tek bir inilti çıkarmadan ölen asil bir varlık olarak, stoik felsefenin somutlaşmış halidir. Ancak bu suskunluk, zayıflığın değil, tam tersine ruhani gücün bir göstergesidir.
“Suskunluk bir arkadaştır ki asla ihanet etmez.” diyen Konfüçyus’un bu sözü, Vigny’nin kurdunun tavrıyla derinden örtüşür. Her ikisi de suskunluğun güvenilir bir sığınak olduğunu vurgular. Buna paralel olarak Lao Tzu’nun “Bilen konuşmaz, konuşan bilmez.” sözü, suskunluğun bilgelikle olan yakın ilişkisini gözler önüne serer.
Keza Thomas Carlyle’ın, “Suskunluk, kelimelerin asla ifade edemeyeceği düşüncelerin dilidir.” sözü de bu bağlamda anlam kazanır. Rainer Maria Rilke’nin, “Çoğu insan gerçek suskunluğu bilmez.” sözü, Vigny’nin vurguladığı asil suskunluğun nadir bir erdem olduğunu hatırlatır. Gerçek suskunluk, içi boş bir sessizlik değil, derin bir anlam ve güç kaynağıdır. Virginia Woolf’un, “Suskunluk, düşüncenin en yüksek perdesidir.” sözü de bu gerçeği destekler.
Çok fazla alıntıya boğmak istemem okurumu ancak, suskunluk neredeyse tüm büyük ruhların ortak tercihidir. Maurice Maeterlinck, “En derin düşünceler her zaman sessizlikte olgunlaşır.” derken, Vigny’nin suskunluk felsefesine modern bir boyut katar. Suskunluk, sadece acıya karşı bir tavır değil, aynı zamanda düşünsel olgunlaşmanın da bir aracıdır. Nietzsche’nin “Büyük olaylar büyük sessizliklerle gelir.” sözü de bu bağlamda enteresandır mesela.
Suskunluğun gücünü en iyi anlayan düşünürlerden Martin Heidegger, “Dil, varlığın evidir; ama suskunluk, varlığın özüdür.” diyerek, suskunluğun varoluşsal boyutuna dikkat çeker. Bu bakış açısı, Vigny’nin kurdunun suskunluğundaki varoluşsal asaletle örtüşür.
Japon düşünce geleneğinde önemli bir yere sahip olan “ma” kavramı, boşluğun ve suskunluğun muazzam gücünü vurgular. Japon şair Basho’nun “Suskunluk içinde, kainatın sesi duyulur.” sözü, Vigny’nin suskunluk anlayışına Uzak Doğu’dan bir pencere açar gibidir.
William Shakespeare’in “Suskunluk, acının en saf ifadesidir.” sözü, Vigny’nin kurdunun son anlarındaki vakur tavrını açıklar nitelikte. Her iki yazar da suskunluğun, acının en derin ve asil ifade biçimi olduğunu vurgular.
Çağdaş düşünür Roland Barthes’ın “Suskunluk bir göstergedir.” sözü, modern göstergebilim açısından suskunluğun anlam yüklü doğasına işaret eder. Vigny’nin kurdunun suskunluğu da tam olarak böyle bir göstergedir; onur, vakar ve direnişin sessiz ama güçlü bir işareti.
Son olarak, Susan Sontag’ın “Suskunluk, her türlü söylemin ötesinde bir ifade biçimidir.” sözü, Vigny’den günümüze uzanan suskunluk felsefesinin özünü yakalar. Suskunluk, bazen kelimelerin yetersiz kaldığı yerde başlayan, en derin ve en asil iletişim biçimidir. Vigny’nin kurdu, işte bu evrensel hakikatin zamansız bir sembolü olarak edebiyat tarihindeki yerini korumaktadır.
Şiir özetle şunu anlatır:
Dişisiyle birlikte iki yavrusunu kurtarmak için, ay ışığının alaca karanlığında vahşi bir ormanda bir erkek kurt kendisine ve yavrularına saldırmak üzere olan avcıları hissetmiştir. Kurdun bütün kaçış yolları kesilmiş, karşı koymak ve hayatından kahramanca feragat etmekten başka çaresi yoktur. Pençelerini az sonra kendisine mezar olacak karlara saplar ve bekler. Av köpeklerinin en amansız olanını gözüne kestirir ve onu tek ısırıkta haklar. Yavuz köpeğin boynu erkek kurdun dişleri arasında, bedeni cansız kalmıştır. Avcılar durmaksızın tüfeklerini ateşlerler. Bellerinden çektikleri keskin kamaları da bir yandan kurdun vakur bedenine en dibine kadar saplarlar.
Ancak kurt hiç tepki vermez. Yüzünde hele gözlerinde acıdan hiçbir eser yoktur. Hele korkudan! İnlemez de… Izdırabı adeta yudum yudum içmekte ve derin gözlerle düşmanlarına bakmaktadır. İşte tam bu anda kurdun gözlerindeki derin heybeti yakalar Vigny. Bilir ki, yalvarıp yakarmak zillettir. Kurt kaderin kendisine yüklediği vazifeyi ihdas etmiş, ızdırap çekmiş lakin inlemeden can vermiştir.
Peki bu kadar uzun girizgahı niye kaleme aldım?
Hocaefendi’nin vefatıyla zihnime üşüşenleri yazarken, bir anda cenazedeki suskunluk dikkatimi celbetti.
Muazzam bir kitle tıpkı Vigny’nin kurdu gibi sessiz ve vakur bir şekilde ebediyete uğurluyordu hocalarını.
İster alim ister seküler ya da siyasetçi…
Mesleğim gereği yüzlerce cenaze merasimine katıldım.
Hiçbirinde görmemiştim böylesine muazzam bir suskunluğu.
Sanki hepsi Vigny’nin Kurdun Ölümü’nü okumuş ve son satırlardaki “Kaderin sizi çağırdığı yolda,
O zaman benim gibi acı çek ve konuşmadan öl.” dizelerini hıfzetmiş gibiydi.
Diyeceklerim bu kadar…
Kulaginizi zoomladiginizda hickiriklar duyardiniz o suskunlukta
Nedim Bey umarım sağlık yönünden bir sıkıntınız yoktur. Bir süredir ne burada ne de sosyal medyada göremeyince merak ediyor insan…
“Muazzam suskunluğu” tarif ederken de muazzam bir suskunluğu seçmiş gibisiniz…
Uzuuuuun uzuuuun girişler yaparak yaptığınız tarif enteresan geldi. Aslinda ben yazsaydım uzuuuun uzuuun bir boşluk bırakırdım. Belki bir dörtlük veya beyit yazardım. Sonra yazının son bölümünü eklerdim. Tamamdır işte bu kadar…!
Yıllar önce Muzaffer Ecevit abi büyük bir kalabalığa sohbete geldi. Çok çok kısa konuştu. Sanırım 10 dakikayı geçmedi. Entresan bir şekilde en az 15/20 dakika sohbet etmedi. Sessizce, sükunetle oturalım, düşünelim dedi. Ve bu kadar büyük bir kalabalık grup sessizce düşündü….Telefon yok Televizyon yok, neredeyse herhangi bir teknolojik alet yok…. Sükunetle düşündük. Sonra sohbet, yani suskunluk bitti ve abi selam verip dua isteyip öylece gitti. Yıllarca, onlarca abiden sohbet dinledim. Ama bu sohbetten daha tesirlisini görmedim. Sizin yazınızı nedense bu sohbete benzettim. Ellerinize emeğinize sağlık.
Muhteşem yazı olmuş.
Cenazede sükutun çığlıkları vardı.
Selam ve duayla teşekkür ederim.
His ve fikirlerime tercüman oldunuz. Bunca alçaklık karşısında susmaktan başka bir şey yapılamazdı zaten.
Dünyadaki türk okullarının birinde eğitimini almış bir yabancı olarak Hocaefendinin vefatından beri yorum sayfalarını okuduktan sonra, sayfayı aşağıya doğru kaydırıyorum, acaba kerdeşlerim bir yorum yazmış mı bu yazıya diye. Genellikle Nedim beyin takdirle ve zevkle okuduğum yazıları daha çok yorum alır. Bu yazıyı okumaya başlayıp, sonunda herbirimizin derinliğimize ve/veya yakınlığımıza göre Hocamızdan geçici ayrılık günlerimize ve cenaze gününe dair bizi nasıl bir SESSİZLİGİN kapladığıyla ilgili yazı olduğunu görünce, kardeşlerin niye yorum yazmadan sessizlik içinde olduğunu okumuş oldum. Başımız sağolsun kardeşlerim! Allah sonsuzluğa dek beraber olmayı nasip etsin!
Sizi tanımak gurur verici