YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU
İnsanlığın bir gerçeği olan sürgün, bir taraftan devletin suçlu gördüğü insanlara ceza olarak uygulanırken bazen de zor durumda olan insanlar doğdukları ve yaşadıkları yerleri terk ederek başka ülkelere gitmek zorunda kalmışlardır.
Sürgünün en acı yönü ise sürgünlerin büyük bir kısmında terk ettikleri yurtlarına geri dönme arzusunun hiç sönmemesidir. Ancak geçmişe bakıldığında sürgünlerin çok azının memleketlerine dönebildikleri görülmektedir.
FİZAN’DAN SİNOP’A
Sürgün, bir kişinin veya bir topluluğun ceza veya güvenlik tedbiri olarak bir yerden başka bir yere belli bir süre veya ömür boyu kalmak üzere gönderilmesidir. Bunun yanında çeşitli zorunlu nedenlerle ülkesini terk etmek zorunda kalanlar da kendilerini “sürgün” olarak nitelemişlerdir.
Osmanlı tarihinde siyasi muhalefet nedeniyle sürgün cezasının en fazla öne çıktığı dönem II. Abdülhamit devridir. Abdülhamit bir taraftan sürgün cezasıyla muhalif kişileri çeşitli yerlere sürerken diğer taraftan bu tür ağır cezalara çarptırılmaktan korkan muhalifler de “siyasi sürgün olarak” yurt dışına kaçmışlardır.
Kuşkusuz Abdülhamit devrinin sürgün yerleri arasında en çok Taif ve Fizan öne çıkmıştır. Buralara genellikle siyasi nedenlerle cezalandırılan muhalifler gönderilmiştir.
Libya’nın güneyinde bulunan ve ülkeyi oluşturan üç bölgeden biri olan Fizan, 570.000 km2 genişliğinde olup %95’i çöllerle kaplıydı. XIX. Yüzyılda önce kaza sonra da Trablusgarp vilayetine bağlı bir sancak haline getirildi. Abdülhamit, Fizan’ı bir sürgün yeri olarak kullandı ve Jön Türkleri buraya sürgüne gönderdi. Ayrıca muhalif memurlar da “tayin” adı altında buraya gönderilince bölge tam bir sürgün yeri oldu.
Birçok İttihatçı sürüldükleri Fizan’dan geri dönemeden orada vefat ettiler. Fizan sürgünlerinin en meşhurları “Şeref Kurbanları” olarak anılan Tıbbiye öğrencileri ve hekimlerdir. 1896’da büyük bir tutuklama furyasına girişen Abdülhamit, 78 Tıbbiye öğrencisi ve hekimi Şeref vapuruyla Fizan’a sürgüne gönderdi.
Sürgünlerin bir kısmı burada vefat ederken esaret ve sefalet çok sıkıntılı günler geçirmelerine neden oluyordu. Arada bir çıkan “af” söylentileri ise sürgünler için önemli bir ümit vesilesiydi. Nitekim Abdülhamit 1898 yılında bazı sürgünleri affetti ve görevlerine dönmelerine imkân tanıdı. Ancak affa mazhar olmanın şartı padişaha sadakat yemini etmekti. Geri kalanlar ise II. Meşrutiyetin ilanıyla geri dönebildiler.
Diğer sürgün yeri olan Taif ise özellikle Abdülaziz’in ölümünde parmağı olduğu iddiasıyla sadrazam Mithat Paşa ve arkadaşlarının sürülmesiyle adını duyurmuştur. Burada sürgün yeri olarak Taif kalesi kullanılmıştır. Mithat Paşa’nın yanında Abdülmecid’in damadı Fethi Paşazade Mahmut Paşa da buraya sürülmüş ve çok kötü şartlarda bir süre burada yaşamışlardır.
Mithat Paşa’nın sürgünü üç yıl devam etti. Bulunduğu zor şartlara rağmen hatıratını yazabilen Paşa, ailesinin aktarımına göre kendisini ibadete, din ilimlerine ve tasavvufa vermişti. Ancak Paşa’nın İstanbul’a dönmesi mümkün olmayacak ve Taif zindanında boğularak öldürülecektir. Mithat Paşa’nın ölüm gerekçesi “şirpençe” olarak belirtilecek, Mahmut Paşa’nın ölüm raporunda da gerekçe “mide nezlesi” ve “tifo humması” yazılacaktır. Mithat Paşa yıllar sonra da bu kez “Şehid-i Hürriyet” ilan edilecektir.
ATATÜRK’ÜN SÜRGÜNLERİ
Abdülhamit’in muhalifleri cezalandırma yöntemi olarak başvurduğu sürgün cezasının en büyük hedef kitlesi İttihatçılardı. Onların bir kısmı bazen ceza bazen de memuriyetle bir başka yere tayin edilme olarak sürgüne gönderildiler. İttihatçıların önemli bir kısmı da baskılar nedeniyle çeşitli Avrupa ülkelerine ve Mısır’a kaçarak “gönüllü sürgün” oldular.
Sürgün İttihatçıların hayatta kalanlarının geri dönüşleri 23 Temmuz 1908’de meşrutiyetin ilanından birkaç gün sonra çıkarılan genel afla gerçekleşti. Genel af bütün kişileri kapsamakta hatta siyasi nedenlerle “mülteci” olup yurt dışında yaşayan Rum, Ermeni, Süryani, Türk, Arnavut bütün unsurların yurda dönmelerine izin verilmekteydi.
İttihatçılar yıllarca maruz kaldıkları Abdülhamit’in sürgün politikasını aynen devam ettirdiler. Önce 31 Mart Olayı, dört yıl sonra da Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın bir suikastla öldürülmesi üzerine muhalif kesimi sürgüne gönderdiler. Bazı muhalifler de hayatlarının tehlikede olduğu endişesiyle yurt dışına kaçtılar.
31 Mart Olayı sonrasında sürgüne gönderilen 139 kişi arasında eski İttihatçı liderlerden Mizancı Murat olduğu gibi yargılamalar öncesinde Prens Sabahattin, Ali Kemal, Mevlanzade Rıfat ve Ahmet Cevdet gibi kişiler de yurt dışına kaçmayı tercih etmişlerdi.
Mahmut Şevket Paşa suikastı sonrasında da İttihatçılar faturayı yine muhalefete kestiler ve iki yüzden fazla muhalifi Bahr-i Cedid vapuruyla Sinop’a sürgüne gönderdiler.
Ali Kemal, Mevlanzade, Refik Halid gibi yazarlar bu hukuksuz uygulamalar nedeniyle amansız birer İttihat ve Terakki düşmanı olacaklardır. Bunların bazıları da Lozan Antlaşması’nın Türkiye’ye verdiği yüz elli kişiyi sınır dışı etme ve vatandaşlıktan çıkarma izni çerçevesinde bir kez daha sürgüne maruz kalmışlardır.
Cumhuriyet yönetiminin ilk sürgün uygulamasının hedef aldığı kesim olan Yüzellilikler için “siyasi sürgün” ifadesini kullanmak yanlış olmaz. Refik Halid, Refi’ Cevad, Filozof Rıza Tevfik gibi meşhur edebiyatçı ve yazarların da aralarında bulunduğu bu kişiler vatandaşlıktan da çıkarılmışlardı. Yüzellilikler 1933’te cumhuriyetin ilanının onuncu yılı dolayısıyla çıkarılan afta kapsam dışı kalsalar da 1938’de çıkarılan afla yurda dönme hakkını elde etmişlerdir.
Yüzelliliklerin büyük bir kısmı hep vatan hasretiyle yaşamış ve geri dönme ümitlerini muhafaza etmişlerdi. Özellikle Refik Halid’in Atatürk’e gönderdiği mektup ve şiirler affın çıkmasında etkili olmuştu.
Yazarların sürgününün başka bir yönü de olmuş, örneğin Refik Halid Anadolu sürgünündeki gözlemlerinden hareketle “Memleket Hikayeleri” adlı eserini kaleme almıştır. Karay, sürgüne pek çok kimse katlanamazken kendisinin sürgünü “dört buçuk yıl süren bir mektep tatili, uzun bir weekend gibi” gördüğünü yazacaktır. İkinci sürgününde Suriye ve Lübnan’da yaşayan Karay, bu sefer de “Sürgün” romanını ve “Gurbet Hikayeleri” adlı hikâye kitabını kaleme alacaktır.
Yurtdışı sürgününe gitmek zorunda kalanlar arasında birçok üst rütbeli subay da vardır. Bunlardan birisi de Çanakkale Muharebelerinin Güney Grubu Komutanı olan, 1918’de ileri harekatla Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’yu işgalden kurtaran III. Ordu’nun komutanı Vehip Paşa (Kaçı)’dır. Paşa Romanya, Almanya, İtalya, Yunanistan ve Mısır’da sürgün olarak yaşamış hatta 1935-1936’daki İtalya-Habeşistan Savaşı’nda İmparator Haile Selasiye’nin ordusunda görev yapmıştır.
Önce askerlik mesleğinden uzaklaştırılan Paşa, 1928’de vatandaşlıktan da çıkarılmış ve 1929’da M. Kemal Paşa’ya mektup yazarak “af” dilemiştir. Ancak Atatürk ne 10. Yıl Affında ne de 1938’de Yüzelliliklerin affında kendisini affetmemiştir. Vehip Paşa II. Ordu Komutanlığı sırasında erkanı harbi olan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün onayıyla tekrar vatandaşlığa alınarak Türkiye’ye dönmüşse de birkaç ay sonra 1940 Haziran’ında vefat etmiştir.
Kuşkusuz en meşhur sürgünlerden birisi de “vatan şairi” Mehmet Akif’tir. Ali Kemal’in İzmit’te linç edilmesi, kendisinin TBMM’den tasfiyesi ve Eşref Edip’in Sebilürreşad dergisi nedeniyle yargılanması üzerine Mısır’a yerleşen M. Akif, yıllarca Mısır’da sürgün hayatı yaşamıştır.
Sürgün döneminde geçim sıkıntısı ve eşinin müzmin bir asabi hastalığa yakalanmasından dolayı büyük problemler yaşayan Akif’in en büyük ızdırabı başıboş kalan çocuklarını istediği gibi yetiştirememek olmuştur. 1936 Haziran’ında hastalığı nedeniyle Türkiye’ye dönen Akif, altı ay sonra İstanbul’da hayata gözlerini yumacaktır.
BİTMEYEN DRAMLAR
Abdülhamit’in ve onun yolundan giderek sürgün cezasını aynı şekilde uygulayan İttihatçıların sürdüğü kişiler elbette toplumun eğitimli kesimi olup “edebiyatçılar, yazarlar, gazeteciler, doktorlar, bilim adamları, hukukçular, iktisatçılar, yıllarca önemli görevlerde bulunmuş idareciler, subaylar hatta kurmay subaylardı”. Bu kişiler çoğu zaman da bir ceza veya öldürülme korkusuyla gönüllü sürgün olmayı tercih ediyorlardı.
Abdülhamit ve İttihat ve Terakki’den sonra cumhuriyet devrinde de Yüzelliliklerle başlayan ceza ya da gönüllü sürgün olarak Türkiye’nin elitleri denebilecek pek çok insan ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Rejimin otoriterleşmesine paralel bir şekilde birçok aile de Türkiye’de kalmak yerine bir daha dönmemek üzere yurt dışına çıktılar.
Yüzelliliklerin sürgününden sonra Osmanoğulları ailesi sürgüne gönderildi. 3 Mart 1924’te 431 sayılı kanunla ülkeyi terk etmeleri istenen Osmanlı hanedanı mensubu 258 kişi kısa bir süre sonra geri döneceklerini ümit etseler de yıllarca vatan hasretiyle yaşadılar. 1952’de çıkarılan afla hanedanın kadın mensupları, 1974 affıyla da erkek mensupları yurda dönebildiler.
12 Mart ve 12 Eylül dönemleri de benzer dramlara neden oldu. Gazeteciler, akademisyenler, yazarlar ve sanatçılar askeri rejimin gazabından kurtulmak için yurt dışına sürgüne gittiler. 12 Eylül yönetiminin 388.000 kişiye pasaport vermemesi nedeniyle binlerce kişi de illegal yollarla yurt dışına kaçmak zorunda kaldı.
Bu kişilerden birisi olan Cem Karaca, darbecilerin yurda dönme çağrısına uymadığı için 1983’te vatandaşlıktan çıkarıldı. Dönemin başbakanı Turgut Özal’la Almanya ziyaretinde görüşen Karaca’nın gıyabi tutukluluğu 1987’de kaldırıldı ve Türkiye’ye döndü.
Elbette herkes Karaca kadar şanslı değildi. Sürgünlerden birisi olan Prof. Dr. Niyazi Berkes, 1948’de “DTCF tasfiyeleri” olarak bilinen gelişmelerle üniversiteden uzaklaştırılmış ve çareyi gönüllü sürgün olmakta bulmuştu. 1952’de Kanada’ya gelen Berkes, 1975’te emekli olunca İngiltere’ye geldi ve vefat ettiği 1988’e kadar Londra yakınlarında bir kasabada yaşadı.
“Yersiz yurtsuz” bir hayat yaşayan ve adeta “Persona non grata” ilan edilen Berkes için anlatılan “Türkiye’ye dönmeye ilk defa karar verdiğinde 27 Mayıs Darbesi, ikinci kararında 12 Mart Muhtırası, üçüncü ve son kararında ise 12 Eylül Darbesi oldu ve ülkesine dönemeden vefat etti” sözü, Türkiye’nin istikrarsız rejimi için iyi bir örnek olarak gösterilebilir.
İşte bir Türkiye gerçeği olan sürgünlerin büyük bir kısmı, ülkelerini terk ettikten sonra bir gün geri dönme ümitlerini hep canlı tuttular. Şanslı sürgünler bazen II. Meşrutiyet Affı, Yüzelliliklerin Affı, 50. Yıl Affı gibi büyük kapsamlı aflarla bazen de şahsi aflarla Türkiye’ye geri dönseler de önemli bir kısmı bir daha vatan toprağını göremeden gurbette vefat ettiler.
Kaynaklar: B. Çağlar, “Zindandan Gelen Sada”, Osmanlı’da Siyaset ve Diplomasi, İstanbul, Osamer, 2016; F. Çakmak, “Şeref Kurbanları ve Tıbbiyeliler”, Vatan ve Sıhhat, İzmir, 2015; A. Acehan, “Tanzimat Fermanı’ndan Bugüne Edebi Sürgün”, TÜBAR, 2017, XXII; M. Korkmaz, Osmanlı Devleti’nde Siyasi İktidarın Baskı Aracı Olarak Sürgünler, AÜ SBE Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2017.