Suçlayanları suçluyorum (2): Korku ruhu kemirir!

YORUM | M. NEDİM HAZAR

Bir taş ustasının oğlu ve mütevazı bir adam olmasına rağmen, Sokrates, Platon ve Xenophon da dahil olmak üzere öğrencileri, zamanın oldukça etkili ve tartışmalı bir filozofu ve öğretmeni olmaya devam etti. Felsefesi, eğitimin var olan bir cevabı kabul etmek ya da sadece bilgiyi depolamakla ilgili olmadığı, bir konunun derinlemesine araştırılmasını ve eleştirel düşünmeyi içerdiği fikrini besleyerek, rasyonel araştırma etrafında odaklandı. Gerçeğin bir mantık ve muhakeme süreci ve diyalogu yoluyla elde edilebileceğine inanıyordu. Ancak, bu teoriler ölümüne yol açtı.

Sokrates’i tehlikeli kılan şey şüphesiz bilgeliği ve bu bilgeliği cesur bir şekilde hayatına tatbik etmesiydi. Esasen, kendi öğrenciliği sürecinde başlayan kıskançlık daha sonra yakın çevresi de dahil toplumun hakim unsurlarınca önce nefrete, ardından düşmanlığa dönüşmüştü.

Henüz genç bir öğrenciyken bile çok düşman kazanmıştı. Zira bilgiye açlık, konforunu bozmak istemeyenler için son derece rahatsız edici bir unsurdu.

Değerini şöyle anlamak mümkün: Sokratik eleştirel düşünce ve rasyonel araştırma yöntemi, hala modern düşünce ve eğitimin merkezî bir unsuru. Sokrates, diyalektiği, Aristoteles’in “pathos , ethos ve logos” kavramlarını büyük ölçüde etkileyen bir görüş olan mantıksal akıl yürütme yoluyla fikirlerin geçerliliğini ayırt etme süreci olarak tanıttığı için, uzun süredir devam eden diyalektik öğretim yöntemleri bundan kaynaklanmakta.

Siyasi, etik ve ahlaki gerçekleri aramasından kaynaklanan etik alanı, örneğin; Sokrates’in aklın daha iyi bir toplum için kullanılması gerektiği fikrinden doğdu ve bu sebep, teolojik değil, bireyin içindeki mantık ve rasyonel sorgulamaktan geliyor.

Bilginin incelenmesini ve teorisini içeren bir felsefe dalı olan epistemoloji alanı da, algı olarak bilgi, doğru yargı olarak bilgi ve gerçek bir yargı olarak bilgi dahil olmak üzere bilginin ne olduğu hakkında çeşitli tartışmalar yapan Sokrates’in mirasından büyümüştür.

Bu uzun ve neredeyse kadim olan teorik tartışma, kişinin bir nesne hakkında daha fazla bilgi sahibi olabilmesi için önce bir nesneyi tanımlayabilmesi gerektiğini iddia eden “Tanımın Önceliği” ilkesiyle sonuçlanmış. Michel Foucault gibi çağdaş teorisyenler, bilgi hakkındaki bu uzun tartışmalı diyalogları daha da ileri götürmüş – sözgelimi, söylemin gücünü ve bizzat bilginin toplumsal inşasını tartışarak yapmışlar bunu.

Bu yazımızın ana konusu olan Sokrates’in Savunması, öncelikli olarak muhatabın cehaletini çok net biçimde ortaya çıkardığı için önemli. Günümüz Türkiye’sinde iktidar kontenjanından ki günde hukukçu, üç günde hakim/savcı yapılan kişilerin durumuna benzer bir durum söz konusu. Yargıladıkları insanların neredeyse tamamından daha cahil, bilgisiz ve etik eksikliği nedeniyle neredeyse cinayet boyutuna varan hukuki facialara sebep olmak. Sokrates’in davası bu anlamda benzersiz bir örnektir.

Sokrates döneminin aydın geçinenleri, şairleri. Bilginlerinin bu büyük ustadan bu kadar rahatsız olmalarının temel sebebi, Sokrates’in haddini bilen duruşudur. Tüm bilgelik ve erdemine rağmen Sokrates, ilminin sınırlı oluşu ve mutlak bilgi sahibinin ilahi yaratıcı olduğu gerçeğini Atina burjuvasının yüzüne çarpmaktan geri durmamıştır.

Açıkçası, bu Atina demokrasisi için bile tehlikeli bir durumdur.

Burada çok enteresan bir durum var. Yargılanan Sokrates olmasına rağmen, onu yargılayanlar sürekli bir suçluluk psikolojisiyle hareket edercesine sinirli, gergin ve öfkelidir. Bunun tersine Sokrates tüm yargılaması boyunca son derece rahattır. Hatta onu ölüme götürecek olan Conium’u içerken bile!

Çünkü onun için hakikat hayat ya da ölümden çok daha önemlidir!

Ölümün hakikat karşısında ne kıymeti olabilir ki?

Ona göre insanların en çok korktuğu şey olan ölüm aslında kaçınılacak bir şey değildir. İnsanoğlunun esas korkması gereken şey kötülük yapmak olmalıdır. Çünkü kötülük ruhun düşmanıdır ve adeta bir rende gibi ruhu eritip bitirir…

Hz. Bediüzzaman – sanırım – Eskişehir yargılamasında çok enteresan bir diyalog yaşar. Kendini ve eserlerini savunma esnasında hakim, biraz da gözünü korkutmak için “İhtiyar, müebbet, hatta idam cezası alma ihtimalin var” dediğinde, yanında taşıdığı ve tüm eşyalarının içinde olduğu sepeti göstererek, “Bütün hayatı bir sepetten ibaret olan birini ölümle korkutabileceğinizi mi sanıyorsunuz?” diye sorar.

Sokrates’in sürekli öğrencileri olmadığı gibi malı mülkü de yoktur. O dünya hayatına önem vermeyen bilge birisidir. Yargıçları yumuşatmak gibi bir derdi yoktur, bu amaçla ailesini ve çocuklarını da mahkemeye bir sefer bile getirmez.

Mevzu uzadı, bu sebeple yargılama bahsini bir sonraki yazıda ele alalım.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Platon;

    “Adalet tüm erdemlerin uyum
    içinde olduğu anlatır. Adaletli insanda, tüm erdemleri ruhunda ahenk içinde barındırmaktadır. Adalete de tüm insan
    erişemez; yalnız ruhunda tüm erdemleri taşıyan insan erişebilir. O halde adalete erişebilecek yetiye sahip olan insan yöneten,
    adaleti yapan, adaleti sağlayan olmalıdır.
    Bunun aksi ise, adaleti ruhunda barındırmayan, tüm erdemlere uyum içinde sahip
    olmayan insan, yöneten, adaleti yapan,
    adaleti sağlayan olursa, bozulmuş toplum
    ortaya çıkacaktır. Platon’a göre bu toplumda, adalet yerine adaletsizlik meydana
    gelecektir. Platon’un dikkat çektiği yer de
    burasıdır. Şayet, adaleti yapısında barındırmayan, adaletinin bilgisine erişemez ve
    bu tip insanın yönetici olduğu toplum bozulmuştur. Asıl olacak olan, adaleti ruhunda barındıran insan yönetici olmalıdır.”

    ALINTIDIR

    Adaletsizlikler ve karşı çıkış kapsamında Platon denince aklıma bu satırların yer aldığı tez geldi.

    Liyakat kavramına bambaşka bir bakışla yaklaşmış Platon, dolayısıyla günümüz modern demokrasilerin ulaşmak istediği o eşitlikçi İDEAL ADALATE de.

    Peki bugünün adalet temsilcilerinin seçimi, liyakat sistemi nasıl çalışıyor?

    1) ilk aşama üniversite girişte oluyor. Sorulan soruları DOĞRU cevaplayan kişilerden iyiler hukuk fakültesine gidiyor.
    2)Hukuk fakültesinde, hukukun eğitimini alırken, başarı kriteri, ister klasik olsun, ister test sorulan soruları DOĞRU cevaplamak oluyor.
    3) Hakimler savcılar nasıl seçiliyor peki bunların ardından? Yine, sorulan soruları DOĞRU cevaplamakla.

    Günümüzde, adalet dağıtımında, Lyakat, sorulan sorulara en fazla DOĞRU cevabı vermekle belirleniyor.

    Peki, birşeyin DOĞRUSUNUN ne olduğunu bilmek ve bilenleri ADALET dağıtımında YETERLİ saymak doğru mudur?

    Bu sorunun cevabı, Türkiye de yaşananlar örneğinden yola çıkarak, Platonu doğruluyor. Doğru olanın ne olduğunu bilmek ayrı, doğru davranmak, gereğince karar vermek ayrı. Malesef, Platonun belirttiği üzere, ADALETİ RUHUNDA BARINDIRMAYAN, onun bilgisiyle donatılsa da, ortaya çıkan adaletsizlik, bozulmuş bir toplum oluyor. Platonun bakış açısı Türk toplumunda doğrulanıyor şu an.

    Devam edersek;

    Elbette, adalet kavramı geniş, esas vurgu Platonda, YÖNETİCİLER. Yöneticilerin ruhen adaletle dolu olup olmadığının varlığı.

    Bir toplumda bu nasıl belirleniyor peki?

    Demokrasi bazında ele alırsak, seçimle.
    En fazla oy alanın seçildiği, insan aklı ile bulunan en iyi yönetim şekli olarak lanse ediyoruz demokrasiyi.
    En fazla oy alan kişi Adalet yönünden en DOĞRU şekilde mi yönetir demek?

    Aslında, siyaset bilimi bunun cevabını veriyor, açıkça HAYIR diyor.
    Siyasal partiler ve iktidarları, çıkar savaşının yansımaları toplumsal grupların. Bunu politik ekonomi düşünürleri sürekli vurguluyorlar.

    Öyleyse, bu durum bizi çıkarların savaştığı bir toplumda, oluşan yönetimce yapılan uygulamaların gerçek anlamda bir ADALET olduğuna nasıl ulaşabiliriz ki?

    Gelişmiş ülkeler bu sorunu, temel insan hakları, evrensel değerler bağlamında aşmaya çalışıyorlar bu doğru. En azından, asgari bir standartın tüm adalet dağıtıcıları, erkler bazında yasama, yürütme yargı organlarınca sağlanmasını hedefliyorlar. Uluslararası anlaşmalar ile ilkeler sunuyorlar. BM Evrensel İnsan Hakları bildirgesi vb.

    Peki bunları ki işletecek, ulusal düzeyde?
    Adaletle ruhu donanmamış kişiler değil mi?
    Bu kişilerin bunu yapamayacaklarını teorinin başında Platon belirtmişti ve Türkiye örneğinde görmüştük zaten.

    Öyleyse bu bir kısır döngü oluşturmaz mı? Nitekim dünya da gittikçe artan şekilde kartopu gibi çoğalan bir adaletsizliği nasıl inkar edebiliriz?

    Gelişmiş olsun olmasın, demokrasilerde, seçimle gelmiş, siyaset bilimi çerçevesinde özü çıkar çatışmasının yönetime yansıma biçimi olan yönetimler, gerçek anlamda ADALETi nasıl yansıtabilir ki?
    Evrensel düzeyde bu uygulanıyor mu ki şu an?

    Sorular çoğalıyor, evrensel boyutta sorunun cevabı tartışmalı elbette. Ama Ulusal ölçekte karşımıza aslında bir çözüm yolu ortaya çıkıyor. Tek sorun bunun demokratik toplumun ilkeleri çerçevesinde nasıl hayata geçirebileceğimiz.

    Açarsam,

    Bugün en çok şikayet ettiğimiz, uygulanmıyor diyerek eleştirdiğimiz kamu hizmetindeki LİYAKAT kavramı, 657 sayılı devlet memurları kanununun üç temel ilkesinden biri.

    Ama asıl sorum tam bu noktaya.

    Liyakat nedir?
    En çalışkan olanın, tüm sorulara doğru cevap verenin alındığı bir sistem mi?
    Günümüzde, evet. Mantık çerçevesinde düşününce de evet.

    Şu an, Türkiyedeki yargı sisteminin bir kült halinde adaletsizlik örneği olarak karşımızda durunca, bu tarz bir seçimle kamu hizmetinde özellikle adalet sistemine seçimde istihdam yönteminin İDEAL olmadığı ve hatta çok büyük orada yanlış olduğu ortada.

    Aslında, siyasal sistemler olarak, esas ayakların oluşturulmasında demokratik bir yaklaşımın olmadığını biliyoruz. Demokrasi dışındaki sistemlerde bu zaten açıkça uygulanıyor. Demokrasilerde nasıl karşımıza çıkıyor? Derin devlet, gizli güç, çelik çekirdek vs vs vs.

    Branşı ne olursa olsun, daha eğitimli insanın edindiği nosyonun, alanı dışında çalışsa bile yansıyacağı düşünülür. Nitekim, bunun yansımalarını, Emniyet Teşkilatına alınan polislerde görüldüğü de net. Üniversite mezunu insanların, kıyasen daha mektepli olanlara göre, insan haklarına yaklaşımı, hukuk bilinci daha yüksek. Nitekim, bu, muhatap olan vatandaşlarca, konuştuğunuzda kendi teşkilatları içinde olan personelce belirtiliyor.

    Ama aynı eğitimden geçmiş kişiler, üst yönetici konumuna gelince aynı davranışı sergiliyorlar mı? Günümüz Türkiyesi çerçevsinde bakarsak, Hayır.

    Bir sosyal deneyde, zorda kalma, daha da zorda kalma, en zorda kalma durumunda insanların nasıl davranacağına ilişkin bir kurgu düzenek hazırlanıyor. Katılımcılar çeşitlendiriliyor, kadın erkek, eğitimli eğitimsiz, farklı ülke milletler vb.

    Kısaca deneylerden en zorda kalma durumunu anlatırsam, Bir iş görüşmesine çağrılan insanlar, mülakat yerine yaklaştıklarında kalp krizi geçiren bir insanla karşılaşıyorlar. Uygulayıcıların amacı kişiyi tutmak orada, mülakata girmemelerini engellemek yahut sınırlarını belirlemek. Kimi başında durup telefonla ulaşmaya çalışıyor ambulansa, kimi başında durmuyor ama ambulansı arıyor yürüyerek giderken mülakat yerine, kimisi mülakata yetişeceği an limitine kadar duruyor.

    Çarpıcı olan, korelasyonun eğitimle ilgili olmadığı. Daha eğitimli insanların daha vicdanlı davrandığına ilişkin kısaca bir sonuç yok hatta görece o işin kendisine göre daha büyük bir şans olduğu değerlendirilen görece daha az eğitimli kişilerce orada beklenildiği görülüyor mülakatın feda edilip.

    Zaten o sosyal deneyden çıkarılan sonuçta bu oluyor. En zorda kalma durumunda, bizim bildiğimiz eğitim sistemi katmanlarını az ya da çok tırmanmak etkilemiyor ideal davranmayı, vicdanlı davranmayı.

    Bu deney, aslında neden günümüzün batılı demokratik ülkelerde adalet dağıtıcıları bağlamında, liyakat sisteminin uygun olduğunu, bizim gibi sürekli yönetimlerce baskı altında olanların adalet dağıtımının etkilendiğini gösteriyor.

    Türkiyenin bir Ortadoğu ülkesi. Nitekim, pekçok forumda Türkiyenin bulunduğu coğrafya ve karşılaştığı sorunlar nedeniyle, nevi şahsına münhasır olduğu, biricik ve tek olduğu bu kapsamda, dolayısıyla sorunların kendine göre çözülmesi gerektiği vurgulanır, bu gerekçe gösterilerek Güneydoğuda PKK ile mücadeleden tut, irtica ile mücadeleye kadar pek çok skala da karşımıza çıkarılır.

    Bu konunun böyle olmadığını biliyoruz, lakin gerçeklerimizden de kopamayız, nedir o gerçekliğimiz, Türkiyenin sosyo-ekonomik, sosyo kültürel katmanları, sınıfları ne olursa olsun, gruşlaşma, hizipleşme üzerine kurulu olması.

    Peki ozaman ideal bir LİYAKAT sistemi nasıl olmalı?

    İşte kafa yormamız gereken nokta bu?
    Zorda kaldığında çıkarlarını tercih eden bir insanın varlığı ortadayken ve bu coğrafyada şu an bu yoğunken şu an, kamu hizmetlerine nasıl insan almalıyız?

    Özellikle, yargıya, silahlı ve kolluk kuvvetlerine seçim nasıl olmalı, bunların terfi sistemi nasıl olmalı?

    İşte bu konuyu çözmek, bizim gibi ülkeler açısından, insan aklıyla ulaşılmış en iyi sistem olarak lanse edilen demokrasinin bu “en zorda kalma”, “ikrah halinde olma” “muzdar hali” karşısındaki sistem açığını giderecek, ve demokrasiyi bir üst norma taşıyacaktır.

    Sorum şu, Platonun adalet dağıtanların kendisinin adalet duygusuyla dolu olması İDEALİNİ, Liyakat tanımı çerçevesinde ve bunun uygulanmasında nasıl ortaya çıkacak.

    Sanırım sosyal bilimcilerin, siyasal bilimcilerin ve aslında toplumun temel kafa yorması gereken nokta bu.

    Sorulara en fazla DOĞRU cevabı verenin, Adaleti temsil eden olarak seçildiği bir sistem sizce gerçek bir liyakat sistemimidir, ADALET SİSTEMİ İSTİHDAMI kapsamında?

  2. Bence sokrates herşeyden önce benliğini kırmış birisidir. Siz anlatırlen bu hikayeler o kadar tanıdık geliyor ki acaba ben bir yerde hata mı ettim? Avrupada olup biten devrimleri, hareketleri, rönesansı sanki BENI ilgilendirmeyen konular olarak bakmışım. Onlar yaşarken ben seyrediyormuşum. Eğer bende onlar gibi olayları yaşasaydım belki çok tanıdık hikayeler ile karşılaşacaktım. Ben sadece seyrederek olayları kaçırmışım. Onlar fazileti tartışırken ben burada oturmuş kendi kısır döngülü saçma sapan konularla meşgul olmuşum. Asıl tartışma asıl değerler ibretler oradaymış. Akıl oralarda kullanılıyormuş. Türkiyede ise insanların aklı bir ordunun yarısının terörist olabileceği kadar çalışıyor. Gerisini düşünmüyor bile. Yani basit bir yada iki tane bile soru sormuyor kendine. Halbuki düşünen ve aklını kullanan bir insan olsaydı bu konu hakkında öyle bir düşünürdü ki herşeyi mantık, akıl ekseninde ortaya koyardı. Ve karakteri gereği, benliğini aşmanın gereği, ölümü hakikat karşısında küçüktmenin gereği bildiklerini söyleyecekti. Bunları belki mağdurları korumak adına yapacaktı belki zulmedenleri zulüm etmekten kurtarmak adına yapacaktı farketmez, o hakikatı dillendirdikten sonra bu hakikat zaten masumları koruyacak, zulmedenleri durduracak güçte olacaktı. Dolayısıyla sokrates yapısına sahip bir insan, aynı peygamberlerin toplumlardan soyutlanmaya çalışılması gibi soyutlanacak, islam büyüklerin zindanlara atılması gibi zindana konacak ve bir insanı öldürmek tüm insanları öldürmek gibidir uyarısına rağman öldürülecek. Öldürmek bir hiledir. Bir insan etten yaratılmıştır. Onun etini parçalayacak yöntemleri kullanmak insanlığa ihanettir. Çünkü buna şahit olan bütün insanlar “bende etten yaratıldım, o zaman benim etimi de parçalayabilir” diyecektir. Sokrates bence kendini de toplumu da, çıkar şebekelerini de çok iyi çözmüş. Yani aslında başına gelecekleri okumuştur. Terk derdi bu düşünce yapısını sonraki nesillere aktarabilmektir.
    Şimdi kuran günümüz insanların kilidini açamıyorsa, hatta insanlar kurana rağmen kuran adına hareket ettiğini sanıyorsa, o zaman ümitsizliğe kapılmak yerine gelecek nesillerin kuranı anlayabileceği, onu ucuza satmayacağı adına ümitlenmeliyiz.
    Sokrates aslında benzetirsek ölüyü diriltmeye çalışıyordu. Düşüncelerini insanlara ulaştırmaya çalışıyordu. Çile çekiyordu. Ölüm ile arkadaş olmayı öğreniyordu. Batı, bencilliğinden sıyrılıp bu adam ne demiş diye etrafla ilgilenirken biz benliğimizden sıyrılamıyorduk. Çok büyük kavgalar, savaşlar yaşadılar ve bu savaşlara biz katılmasak da burada yaşanan şeyleri yaşamalıydık. Müslüman dünyada yaşanan şeylere bile kulaklarımız kapalı. Çünkü benliğinde yaşayan ve çevreye açılamayan, mahallesinden yabancı geçtiğinde “acaba düşman mı, kim bu?” diye bakan insanlar kalıplarda hapistir. Dış dünya ve iç dünya ayırımında dış dünya hep şüpheli ise, güven yoksa, herkes bu yüzden silahlanıyorsa, iç dünyaya hapis olacaktır insanlar. Bu güvensiz ortamda düşüncenin gelişmesi imkansızdır. Hep düşman vardır, hep birilerin bekçiliğini yapacaktır, hep hazır kıta bekleyecektir, heryerde iç yada dış düşman vardır, her an bir yerde bomba patlayabilir, her an ölebilir. Bence insanlara bu kaos ortamını oluşturanları bir tek sokratesin düşünceleri durdurabilir. Direnç hattı hakikat olursa yalan, iftira, dedikodu yöntemlerini kullanan odaklar başarısız olurlar. İnsanlar duygu ve düşüncede birlik olmaya başlar ve korkutma silahı da ellerinden alınır. İdam tehditi de ellerinden alınır.
    Toplumla istedikleri gibi oynuyorlar. Toplumda düşmanlıkları kullanıyorlar, insanlardaki kin, nefret, öfke, intikam duygularını değerlendiriyorlar, korkuyu kullanıyorlar. Bu tehditlere muhatap olan çok sayıda sokrates var ve çoğu bu tehditlere boyun eğmedi. Ailesini elinden aldılar, işini aldılar, cezaevine koydular, işkence yaptılar, susuz bıraktılar fakat başaramadılar. Çünkü eskiden sadece sokratesi susturmak ile kendi düzenleri korumak mümkün iken şimdi binlerce benzetme olacak sokratesi susturmaları gerekmektedir. Birtane bediüzzamanı susturmak gerekirken binlerce bediüzzaman susturmak gerekecek. Kaldı ki sokratesi susturmak bile işe yaramadı. Yüzyıllar sonra tekrar dirildi. Düşünce ile mücadele zordur. Eğer kolay olsaydı sapkın dinler, sapkın mezhepler, sapkın tarikatlar oluşmazdı. Yani birşeyin sapkın olanını bile yok edemiyorsunuz. Bırakalım da hakikatın bir gücü olsun. Milyonlar bugün kuranı sırf çıkarlarına dokunacak diye “çalıyor ama yapıyor” deyip elinin tersiyle itse bile, birgün kuran hakikatlerine değer verecek insanlar da gelecektir.
    Türkler çok fazla üstünlük duygusu yaşadığı için şimdilik türklere bu hakikatler inmez çünkü bünye kabul etmez, çatışır. Üstün kim olacak çatışması. Mesela bu üstünlüğü trafikte rahatlıkla görürsünüz. Adam yol vermez, öne geçeceğim diye hızlı gider, senin geçmeni beklemeden hemen yola çıkar vs. Bunlar üstün türkün özellikleridir. Şimdi üstün bir türke “sen niye üstünsün?” diye sormak gerekir. Kimi diyecek haçlılarla kapışıyoruz, kimi diyecek en hızlı şöfor benim, biri silah atışlarıyla övünecek, kimisi altındaki arabasıyla, olmadı elindeki pahalı telefon ile hava atacak ve kimse ezilmeyecek, üstün olacak. Sokratese o yüzden biz anlayamayız fakat batı onu keşfetti. Bizim sokratesi keşfetmemiz çok zor. Kıyamet kopsa bu değişmez, böyle gider. Bundan böyle yabancı dilimi geliştirip batının bir parçası olmaya çalışacağım.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin