Şu an İçişleri Bakanı olarak görev yapan Süleyman Soylu, bir zamanlar AKP içinde ARGE’den sorumlu iken, Neşe Düzel’e verdiği röportajda, “Demokrasi olmadan kalıcı bir barış olabilir mi?” sorusuna, şöyle cevap vermişti:
“Mümkün değil. Demokrasi olmadan kalıcı bir barış olamaz. Ayrıca demokrasi, 21. asırda milletleşmenin de ana unsuru oldu artık. Bugünkü dünyada demokrasi olmazsa o millet dağılır. Bilgi çağının bize dayattığı gerçek bu. Bir milleti artık demokrasi bir arada tutabiliyor.” (15 Nisan 2013)
Bu röportajdan bir hafta sonra, yine Neşe Düzel’e konuşan dönemin BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, şöyle diyecekti:
“BDP eşbaşkanı olarak açık söyleyeyim. Anayasada özerk Kürdistan deseler, Kürtçe anadilde eğitim serbesttir diye açıkça yazsalar ve bunun karşılığında da anayasanın bir maddesinde baskıcı-otoriter bir başkanlık sistemi yazsalar, biz o anayasaya evet demeyiz… Tek adamın yönettiği bir ülkeye barış gelmez… Barışı sağlayacak olan yetkileri tek adamda toplamak değil, aksine yetkileri merkezden yerele doğru yaymaktır. Barış ancak böyle gelir. Barış, demokratikleşmeyle gelir!” (22 Nisan 2013)
Bu iki açıklama arasında fazla fark göremiyorsunuz muhtemelen ancak daha o zaman bile ‘yandaş medya’ Demirtaş’ı hedefe oturtmuş, barış çabalarının altını oymakla suçlamıştı. Zira Demirtaş böyle derken, PKK’nın hapisteki lideri Abdullah Öcalan çıkıp başkanlık projesini destekleyebileceklerini açıklamıştı. Neşe Düzel de haklı olarak bu soruyu yöneltiyordu röportajda. Demirtaş’ın, bu soruya röportajın ikinci gününde yayınlanan cevabı şöyleydi:
“Sayın Öcalan, ‘Destekleyeceğiz’ demiyor. O, başkanlık sisteminin demokratik bir model olarak tartışılabileceğini söylüyor. ‘Baskıcı, otoriter bir başkanlık sistemini asla kabul etmeyiz. Ama denge ve denetim sistemini içeren bir Amerikan modeli olabilir’ diyor. Zaten yargının ve yürütmenin bağımsız olduğu, kuvvetler ayrılığının sağlandığı bir başkanlık sistemine biz niye hayır diyelim ki? Biz, şu anki yönetim sisteminden de hiç memnun değiliz.” (23 Nisan 2013)
DEMOKRASİYİ KİM İSTEMEZ?
Demirtaş’a yönelen öfke, nereden bakarsanız bakın tuhaftı. Aslında çok basit bir gerçeği dile getirmişti. Barış, birlikte yaşamak için yapılıyordu ve bu birlikte yaşama iradesini güvence altına alabilecek en önemli unsur demokratik bir sistemdi. Süleyman Soylu da, ‘ARGE (araştırma geliştirme) başkanı’ olarak (o zamanlar ‘bilgi çağı’ filan diyordu, şimdilerde ‘intikam’ diyor), aynı şeyleri söylemişti.
Çok sonradan, yani 7 Haziran’dan sonra daha net anlaşılacaktı ki, Demirtaş’a yönelen öfkenin sebebi, ‘Erdoğan’ın eleştirilemezliği’nde yatıyordu. Evet, böyle bir şey vardı. Erdoğan’ın danışmanlarına bir şeyler diyebilirsiniz, etrafındaki bakanlara dokunabilirsiniz, yandaş medyadaki isimlerle polemiğe girebilirsiniz, bürokratlara laf çarpabilirsiniz ama Erdoğan’ın yanlış yaptığına, ülkeyi demokrasi yolundan çevirdiğine dair bir çift söz söylediğinizde, masalar devrilir. Erdoğan’ın seçim kaybetme ihtimali belirdiğinde, insanlığın bütün birikimleri bir kenara atılır ve Erdoğan’ın kazanması için ne gerekliyse o savunulur. Son 4 yıldır yaşadığımız ‘yalnız gerçek’.
PKK’YA YAKIN KÜRT SİYASETİ İÇİNDE ‘BÖLÜNME’
Nitekim Selahattin Demirtaş, partisi içinde sivrilip daha geniş anlamda sol muhalefetin ve iktidardan memnun olmayan grupların sempatisini kazandıkça, hakkındaki tezvirat da çoğaldı. Belli ki PKK’ya yakın Kürt siyasî hareketi içinde de bir bölünme yaşanıyordu. Öcalan, Kandil ekibi ve eski Kürt siyasetçilerden bazıları (mesela Leyla Zana, Hatip Dicle) ‘uzlaşmacı’ taraftaydı. Ancak HDP içindeki ‘genç’ siyasetçiler, Demirtaş ve Öcalan’ın üstünü çizdiği Osman Baydemir gibiler, muhalif kanatta olmayı, iktidara açıktan muhalefet etmeyi savunuyordu.
Ağustos 2014’teki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olan ve sol partilerden ciddi destek gören Selahattin Demirtaş, 4 milyona yakın oy almıştı. Toplam oyların yüzde 9,78’ine tekabül eden bu sayı, parti içindeki ‘yenilikçi’ kanat için bir umut oldu. Söylemlerini ‘Türkiyelileşme’ üzerine kuran HDP, yerel seçimlere göre oyunu neredeyse ikiye katlamış ve tarihinde ilk kez yüzde 10 barajını geçmeye yaklaşmıştı.
‘STATÜKO’YU SARSAN MUHALEFET
7 Haziran 2015 seçimlerine giden yolda Erdoğan ve ekibi başkanlık projesini hayata geçirmeye çalışırken, önlerinde iki önemli engel vardı: İlki, AKP’nin yeni genel başkanı Ahmet Davutoğlu ve ekibinin başkanlık konusunda çekimser olması ve Selahattin Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız!” sözleriyle somutlaşan gerçekçi bir muhalefet. Zira gerçekten de ilk kez, HDP’nin parti olarak seçimlere girme taktiği, Erdoğan’ın planlarını bozabilecek bir niteliğe sahipti. Eğer AKP’nin beklediği gibi yine bağımsız adaylarla seçime girilseydi, muhtemelen 7 Haziran AKP’nin istediği gibi geçmiş olacaktı.
Demirtaş ve arkadaşlarının ‘bir şeyleri değiştirme’ potansiyeli taşıyan siyaset tarzı, statüko yanlılarını rahatsız edecekti ve etti de. Bu statüko sadece Erdoğan ve çevresini değil, PKK’yı ve PKK’ya yakın Kürt siyasetinin bazı aktörlerini de kapsıyordu. 7 Haziran’da HDP, 6 milyonun üzerinde oy almıştı ve PKK hemen arkasından ‘başarıyı sahiplenmeye’ girişecekti. O dönem HDP’ye yakın isimlerden dinlediğim kadarıyla Kürt bölgelerinde bile PKK’lıların Demirtaş’ı küçümsemeye çalıştığı göze çarpıyordu.
7 Haziran’ın üzerinden çok geçmedi ki, 30 Temmuz 2015 tarihli köşe yazısında, Sabah gazetesinin Ankara temsilcisi Okan Müderrisoğlu, Öcalan’ın “Demirtaş uluslararası bir proje” dediğini aktardı.
PKK’DAN TUHAF AÇIKLAMALAR
7 Haziran ile 1 Kasım arasında PKK, en ‘sorumsuz’ dönemini yaşıyordu zira uyguladığı bütün terör eylemleri, Selahattin Demirtaş’a fatura ediliyordu. Yandaş medyada, yoğun bir Demirtaş nefreti körüklenmişti. Öcalan’a, Kandil’e hiçbir söz söylenmezken, Demirtaş ve arkadaşları hedefe konuyordu. 1 Kasım’daki seçimlerde HDP bu kez 5 milyon oy almış, yüzde 10,76 oy oranıyla Meclis’e girmiş ve 80 milletvekili çıkararak, MHP ile vekil sayısını eşitlemişti.
Bu sırada ilginç bir şey oldu ve PKK terörü yüzünden HDP’nin oy oranının düştüğü söylemine karşılık PKK yöneticilerinden Cemil Bayık bizzat açıklama yaparak, “Biz olmasak HDP yüzde 5 bile alamazdı” dedi. Bu, PKK’nın bölgedeki Kürt seçmen üzerindeki ‘etkinin’ Demirtaş’ın muhalif söyleminden uzakta tutulmak istendiğini gösteriyordu.
Oysa PKK’nın ‘hendek siyaseti’ ters tepmiş, Güneydoğu’da ilan etmeye çalıştığı ‘halk savaşı’ işe yaramamış, üstüne üstlük devletin hukuk tanımayan tepkisi, koca bir bölgenin yerle bir edilmesine yol açmıştı.
HAKKINDA 142 YIL HAPİS İSTENİYOR
Yine de ama, iktidar Selahattin Demirtaş’ın etkili bir muhalif figür olmasından çekiniyordu. 15 Temmuz’dan önce işleme konan dokunulmazlıkların kaldırılması hamlesi, HDP vekillerinin tutuklanmasına giden yolu açtı. 15 Temmuz’la birlikte iktidarın önündeki direnç noktaları bir bir yok edilirken, 80 milletvekili olan, 5 milyonun üzerinde oy almış, legal bir siyasî partinin eş genelbaşkanı, parti sözcüsü ve milletvekilleri tutuklandı. Demirtaş hakkında 142 yıla kadar hapis cezası isteyen iddianame dün kabul edildi.
Ahmet Türk gibi Diyarbakır Hapishanesi’nde işkencelerden geçmiş ama buna rağmen oturup konuşmaktan yana olmuş bir insan, tutuklandı. Yetmedi Elazığ ile İstanbul arasında sürüklenip durdu, hastaneye bile kelepçelerle gitmesi sağlandı. Parti sözcüsü Ayhan Bilgen, önce gözaltına alındı, bırakıldı ve tekrar gözaltına alınıp tutuklandı. Yargının nasıl bir ‘oyuncak’ hâline geldiğinin daha güzel bir temsilî olabilir miydi?
‘Devlet’ statükoyu bozmaya çalışan evlatlarını bu kez tutuklamalarla ‘bozguna uğratıyor’. 1990’larda partileri kapatılan muhalif Kürtler, yeni parti kurup yeni yüzleri parti yöneticisi yaparak o girdaptan çıkabilmişti. Ancak bu kez ‘korku’ pompalanıyor. Muhalif siyasetçilerin ‘teslim olması’ bekleniyor. Parti kapatılmıyor ancak referandum sürecinde işlevini yitirmesi isteniyor.
ESKİ’YLE YENİ’NİN SAVAŞI
2010 referandumunda olduğu gibi PKK’ya yakın Kürt siyasî hareketinin sandığı boykot etmesi iktidarın işine gelecek. Bu yönde söylentiler çıkarılması ve HDP’nin ‘Hayır’ saflarında değil de, boykotta yer alması, ‘Hayır’ çıkma olasılığını da neredeyse imkânsız hâle getirecek. Buna direnenler ise gözaltıyla, tutuklamayla ‘terbiye edilecek’. PKK’nın bu yaşananlar karşısındaki sessizliği de, ‘statüko’nun bir kez daha anlaştığına işaret ediyor.
Mesele sadece HDP içindeki ‘bölünme’de değil üstelik. CHP içinde de bir ‘bölünme’ yaşanıyor. Bunun en bariz örneğini Cumhuriyet gazetesi baskınında ve tutuklamalarda gördük. CHP içindeki ‘ulusalcı’ kanat, açıkça iktidardan (statükodan) destek görüyor. 7 Haziran’dan sonra Erdoğan’ın tasfiye ettiği ‘statüko’nun ayağına gitmesi, Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli gibi figürleri yeniden canlandırması, Mehmet Ağar’ı bürokraside etkinleştirmesi ve Kürt meselesinde devleti ‘fabrika ayarlarına döndürmesi’ tesadüf değildi. Eskiyle yeninin mücadelesi bu.