YORUM | SEYİD NURFETHİ ERKAL
“Önce sükût vardı.” demiş münzevi bir ses, Hint, Yuhanna’ya inat. İnadına dile getirilmiş, zıt bir söylem mi acaba?
Tezat, aslın aynadaki sureti değil midir? Tezat, aslı hatıra getiren birinci saik ise zıddiyet ayniyetin akrabası sayılmaz mı? Yokluk varlığa “rağmen” değil, varlıktan “dolayı” var ise varlık da yokluğu isteyip, talep etmez mi? Bu durumda sükût mu sözün olmadığı durumun adıdır, yoksa söz mü sükûtun kalktığı vasatın?
Yokluğu, sükûtu, seslendiren kelâm, Himalaya’dan kanatlanıp Kudüs’te aksiyle yankılandığında; “İlk önce kelâm vardı.” hitabıyla işitilmiş. Doğu’nun münzevi sesi İncil’in surundan geçip muhatap bir kavim ararken böyle bir böyle bir lafza bürünmüş olmalı.
Sükût, münzevi tavırla, kelâm ise muhatap sahibi coşkun bir hatip olmakla özdeşleşmiş. Sükût, Hint’in ilâhî, ezeli kelâma verdiği vasfın adı. Bu kelâm muhatap bulunca söz doğmuş. Söz, sükûtun ceset giyinmiş dublörü. Çalımlı; fakat ne aslı kadar asil ne de onun kadar gizemli. Bir bakıma sükûtun vekili, halefi.
Boşluk ne kadar varlık, sıfır ne değerde bir sayı ise sükût da o nispette kelâmdır. Batı hazır bilimini sıfıra borçluymuş. Doğu da ilmini sükûta. Yandaşlarına, olduklarının çok üstünde değerler kazandıran bir büyücü, bir simyacı sıfır. Aynen öyle de kelâma zatî değerini veren de sükût. Sözden boğulunan bir vasatta, kelâm değil sükûttur bütünüyle haysiyet olan. Sözün mihengi yine söz olamaz, o halde sözün vurulabileceği tek taştır sükût. “Söz altınsa, sükût mihenktir.” denmeliydi. Bu durumda kelâmın da sükûta “rağmen” değil; sükûttan “dolayı” var olduğu anlaşılabilirdi.
Yuhanna: “…ve Kelâm Allah nezdinde idi ve kelâm Allah idi.” (Yuhanna, 1/1) diye devam ediyor “Söz”e veya sözüne. Hint ise: “Tanrı sükûttur.” diye devam etmekte. Böylelikle gerek Hint gerekse de İsevîyet aslı sükût olan söze en üst ve eşsiz kıymeti vermekte: Ulûhiyet. Sıfatla Zât’ın ayniyetine dair bu anlayışın “dâl” olduğu aşikâr olsa da başka bir sıfat değil ama kelamın ulûhiyet ile özdeşleştirilmesinin bir sebebi olmalı.
Yazı suretinde olsa da tecessüm etmiş ilâhî efaldir tekellüm. Kelâm; “Sina’dan gelip, Seir’den doğup, Paran’da parlayan”ın (Tesniye, 3/2) aslı ta kendisi. Rabb’in sözü, ilâhî dinleriyle birlikte bize yani muhataplarına bıraktığı tek ortak miras. Vahiy, kelâm yani söz, tüm ilâhî dinlerin belki de tek ortak kabulü.
Yuhanna’yı takibe devam edelim: “O (kelâm), başlangıçta Allah nezdinde idi.” (Yuhanna, 1/1) İşte Hint’in sükût namını verdiği kelâm. Zât’la birlikte sıfatları da ezeli olan Rabb’in kelâmı da hiç şüphesiz ezeli idi. Söz’ün yalnız sahibi var iken aldığı isim sükût. Yalnız sahibinin bildiği söz. Bilinmez hazine bilinmek isteyince bildirmek de istiyor. İlk tâlim edilen eşyanın isimleri; ilk söz, ilk emir “Oku.”
Bu noktada soru: “Ol”un bir eylem emir mi yoksa söylem emir mi olduğu? Okunması için ilk önce yazılı bir metnin bulunması gerekli. Peki, yazı sözden önce mevcut mu idi? Pek sayılmaz. Demek ki okunmadan söylenen bir söz var ki ilk yazılan da bu kelam olsa gerek.
Yazı, söz sahibi bir eylem olarak sorunumuzu çözen sır. İşte bu, ilk yaratılan kalemin ilk yazdığı kelime. Bu söz, varlık sırrını taşıyan kelâm yani sükût. Fakat Yaratıcı’ya mahsus bu hususiyet misliyle kulları hakkında da mevzu bahis. Her ruhun sırrı, bir metin okumadan öğreneceği sükûtunda yani ümmiyetinde saklı. Yazmaya değer olan da bu sükûtun sözleri. Bu birilerinden bildirmek şöyle dursun, kendinden bildirmek de değil, aynıyla kendini yani sırrını bildirmek. Bir Zat’ın kendini bildirmesi, sükûtunu seslendirmesi demek.
Fakat hiçbir mütekellimin kendisini aynıyla dile getirebilmesi mümkün olamamış. Her söz sahibi yine sözden şikâyetçi. Dante kafasındakilere elbise dikmekte dilin yoksulluğundan yakınıyor. Max Frisch; “Önemli olan söylenemeyendir, sözcüklerin arasında kalan boşluktur. Aslında çoğu zaman sözcüklerin anlattıkları bizim söylemek istemediğimiz önemsiz şeylerdir. Asıl söylenmek istenen fakat söylenmeyen ise bu anlatılanların arasında bir gerilim olarak yaşanır.” diyor. Frisch’in boş bıraktığı sözcük araları noktalama işaretleriyle dolduruyor, gerilim onlara havale ediliyor. Sır, kutsiyet, sonuçta söylenemeyene, sükûta bırakılıyor.
Aslında ne söylenendir elek ne de söylenmeyen. Elek, söylenemeyendir, satır aralarındaki boşluktur, kelimeler arasındaki gerilimdir… Peki neden söyleyemez, dile getiremez, yazamaz insan kendisini? Veya yazdıkları, neden ezeli kelâm gibi sükûtunu seslendiremez ve maksadını hâsıl edemez? Birinci sorunun cevabı, ikincisinde gizli. İlk sorunun cevabı ise fevkalbeşer olan mucizenin kelâm olmasında.
Heykeltıraş topraktan heykel yaparken, sıfat-ı tekvin Sahibi aynı balçıktan, düşünen, duyan, hisseden bir heykel dikmekte; İnsan. Camit bir toprak yığınıyla insanı kıyaslamak ne mümkün… Zavallı Michelangelo ne kadar haykırsa da Musa’sı konuşamayacağı gibi insan ne kadar çırpınsa da sözleri hayat bahşeden soluklar olamayacak.
Fakat ne olursa olsun söz gücünü ilahi/ilhâmî vasfına borçlu. Maurice Blandel: “Hareket, insan ile Allah’ın terkibi.” diyor. Bu terkip daha çok söz için geçerli olmalı. Sihir gibi sözde de muhatabını kaplayan öyle bir boya var ki, Fârisî’nin dediği gibi; “Tahtayı mermer rengine öyle bir boyarsın ki, suda batar.” Bu sır daha çok suya benzer; bir gün doyurur, can kurtarır; bir gün tutar boğar insanı. Ama yine de müellif hiçbir zaman kaybetmek istemez bu sırrı.
Demek ki Doğu’nun da Batı’nın da sözü kaleme almasının ardındaki sebep aynı. Konuşan dilleri sustuğunda, yazdıklarının onların bedeline konuşabilmesi. Buz suyun donmuş, kalıba girmiş hali. Yazı ise sözün. Okununca ısınıp çözülüveriyor. Zaten her su yeniden çözülsün diye kalıba yerleştirilir. Mesele çözenin buzu hangi kapta/kalpte erittiğinde. Sonuçta çözülen her buz girdiği kabın/kalbin şeklini almakta ama mutlaka kendinden bir şeyler katarak.
Söz konusu olan sükûtun söze, sözün yazıya dönüştüğü velut bir daire. Bu halka yarım kalmamalı. Zira yazı söze, söz sükûta dönüştüğünde maksadına ulaşabilmekte. Yazı, söz ve sükût, aslı aynı görünüşleri farklı bir hakikatin üç ayrı temessülü. İlk olanı bulmak, bir dairedeki ilk noktayı bulmak kadar müşkül…
“Sozden once yazı mı vardı?” sorusuna “pek sayılmaz” yanıtı yerine “bunu bilemiyoruz” daha münasip düşerdi kanımca.
“Konuşan dilleri sustuğunda, yazdıklarının onların bedeline konuşabilmesi. Buz suyun donmuş, kalıba girmiş hali. Yazı ise sözün. Okununca ısınıp çözülüveriyor. Zaten her su yeniden çözülsün diye kalıba yerleştirilir. Mesele çözenin buzu hangi kapta/kalpte erittiğinde. Sonuçta çözülen her buz girdiği kabın/kalbin şeklini almakta ama mutlaka kendinden bir şeyler katarak.”
Benim gibiler için akla yaklaştıran bir özet. Kaleminize sağlık.