Söylem eylem uyumsuzluğu

YORUM | AHMET KURUCAN

(Gelecek Projeksiyonu Yazıları-16) 

Gelecek projeksiyonu yazılarında 9 madde halinde ela alacağım dediğim konu başlıklarından bir başkasına geçiyorum. Başlığımız şu: Çekirdek aile, geniş aile ve cemaat-tarikat yapı üyelerinde görülen söylem-eylem uyumsuzluğu.

Dini kimlik kazanımı ve korunmasını merkeze koyduğumuz bu yazı serisinde çocuğun inancını, ahlakını, şahsiyetini, karakterini, hayat felsefesini, yaşam tarzını aslında her şeyini etkileyen en önemli unsurlardan biridir aile ve cemaat-tarikat yapılarındaki söylem-eylem uyumsuzluğu. Halkımız arasında kullanılır malum, “Hz. Musa gibi konuşup Firavun gibi davranmak” ya da “Hz. Ebu Bekir gibi konuşup Ebu Cehil gibi davranmak” deyimleri ile özetlenebilecek söz ve eylem uyumsuzluğu erken yaşlardan itibaren çocuklarımızın en çok etkilendiği davranış modellerinden biridir. Davranış modeli derken, bunu olumlu anlamda kullanmıyorum. Tam aksine olmaması gerektiğini ifade edeceğim yazılarım boyunca.

Bununla beraber söz konusu hususun bir gerçek olduğunun da bilinci içinde olmamız gerek. Kadınıyla erkeğiyle, A cemaati, B tarikatı ile toplumsal hayatımızda az ya da çok karşılığı olan bir model bu maalesef. Sigara içen babanın oğluna sigara içmeme konusundaki nasihati, kızına yalan söyleme diyen annenin kızının gözü önünde yalan söylemesi, cemaat ve tarikat üyelerine ahlaksızlık-hırsızlık yapmayın diye nasihat eden liderin ve şeyhin ahlaksızlık ve hırsızlıklarının ortaya çıkması misallerini hatırlayın. Ferdi örneklerden öte sistemik hale gelmiş örnekler de var maalesef. Bunu görmemek için kör olmak gerek.

Dini, insani, ahlaki, hukuki hangi düzlemden bakarsanız bakın dinen haram, insani değerlere muhalif, ahlaken ayıp, yanlış, çirkin, kötü ve hukuken de suç olan eylemlerin söylem düzeyinde karşısında olup eylem düzeyinde içinde olmak en basit ifadesiyle çifte standarttır, iki yüzlülüktür, münafıklıktır. Halbuki bizim dini değerlerimiz bunu aksine ihtimal vermeyecek, şahsi yorumlara alabildiğine kapalı kesin ve net bir dille yasaklamaktadır. Konuştuğu zaman yalan söylemeyi, söz verdiğinde sözünü tutmamayı, emanete hıyanet etmeyi, düşmanlık yaptığında da sınır tanımamayı, hak-hukuk-adalet ilkelerini gözetmemeyi münafıklık olarak nitelendirir. Münafıklığın aynı zamanda kafirlikten daha aşağı seviyede olduğunu söyler.

Kur’an “Siz ey iman edenler! Neden söylediklerinizle yaptıklarınız birbirine uymuyor?” (61/2) der bir ayetinde inananlara. Farklı bir mealle: “Ey müminler! Yapmayacağınız şeyleri neden söylüyorsunuz?”

Şimdi burada soluklanalım, bir nefes alalım ve Kur’an’ın inananlar olarak bize sorduğu o soruyu biz kendimize soralım: “Benim neden yaptıklarımla söylediklerim birbirine uymuyor? Ben neden yapmayacağım ya da yapamayacağım şeyleri çevreme söylüyorum?” Evet, neden? Yoksa ben iman etmedim mi? İman ediyorum ama buna rağmen bu iki yüzlü davranışı sergiliyorsam, benim imanım iman değil mi? İmanımın bende yaptırım gücü mü yok? Basit, sade ve alabildiğine anlaşılır bir dille Kur’an’ın sorduğu bu soruyu anlamak ve cevaplandırmak için Arapça bilmeye gerek yok, tefsir külliyatını okumaya da gerek yok, alim olmaya hiç ama hiç gerek yok. Buyurun, cevabınız ve cevabımız nedir bu soruya?

Konunun önemine binaen inanan insanların hayatlarının hemen her karesini ilgilendiren bu ayetin nüzul zamanı ve sebebi adına kısa bir izahta bulunayım. 14 ayetlik bu kısa sure Medine’de nazil olmuş. Ağırlıklı görüş surenin Hudeybiye ile Hayber arasında nazil olduğudur. Nüzul sebebi olarak da İzzet Derveze’nin özetlemeleri içinde 6-7 birbirinden farklı hadise söz konusu. Birer ikişer cümle ile atıfta bulunayım o özete ve üç tanesini arz edeyim. Bu itaba muhatap olanlar samimi müminler değil savaşta yapmadıkları kahramanlıkları yaptık diye anlatan bazı gençlerdir.  Müslümanlara “Sizinle beraberiz!” dedikleri halde onlarla beraber olmayan münafıklardır. Ya da Bedir’de bulunamayan ve bundan dolayı pişmanlıklarını izhar etmelerine rağmen Uhud savaşına da katılmayanlardır. İster samimi müminler ister münafıklar ister mümin olduğu halde sahte kahramanlık taslayan kişiler olsun hepsinin ortak paydası bana göre insani ve ahlaki zaaftır. Benim bu nüzul sebebini bilmeme rağmen meseleyi bu noktaya taşımam işte bu ayet lafzının taşımış olduğu anlamdan dolayıdır.

Eğer bu nokta aydınlandı ise ayetin devamını da yazayım. Zira ayetin devamı bu söylem-eylem uyumsuzluğunun Allah katındaki yerini gösteriyor inanan insana: “…Yerine getiremeyeceğiniz vaatleri neden veriyorsunuz? Şunu bilin ki yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok büyük bir günahtır” (61/2-3). “Çok büyük günahtır.” diye tercüme ettiğimiz kelimenin Arapça aslı “makt”. Kelimenin Arap dilinde farklı manalara gelmesi ve kullanım çeşitliliğinden hareketle ayetteki “makt” kelimesine şu mealler de veriliyor uzmanları tarafından: “Çok büyük bir nefretle karşılanır; çok çirkin bir davranıştır, büyük bir gazabı gerektirir, iğrençtir, tiksinti vericidir, sevilmeyen ve sonuçları Allah katında çok ağır olan bir davranıştır.”

Daha uzatmayacağım. İsteyenler tefsir ve te’vil kitaplarına müracaat edebilir. Anlatmak istediğim şeyi bir tek cümle ile özetleyeyim: İnanan insanın söylemi ile eylemi, kavli ile fiili, sözleri ile davranışları arasında hiçbir fark olmaması için Allah’ın bu ayeti ile yaptığı uyarı yetmeli. Ne akli çıkarımlar ne bu farklılığın getirdiği somut sonuçlar, ne hukuki yaptırımlar. Evet bunların hiçbiri olmasa bile ayet tek başına mümin olan insana yetmeli ve artmalı. Eğer yetmiyor ve artmıyorsa bir yerlerde problem var demektir. Bunu bulmalı, ortaya çıkarmalı ve düzeltmeliyiz eğer gerçekten iman ediyorsak.

Şimdi çocuklarımız anne babalar olarak bizlerin hangi davranışlarını bu kapsam içinde mütalaa ediyorlar? Yaşadığımız hayatın içinde somut örnekler vereceğim.

Devam edecek…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Söylem eylem uyumsuzluğu hep olur. Elbette ideal olan anne-babaların söyledikleriyle yaptıklarının uyumlu olması ama bu konunun altını çizmek gereksiz. Nihayetinde bu bizi ‘Söylediklerinle eylemlerin uyumlu olsaydı böyle olmazdı’ gibi bir çözümsüzlük noktasına götürebilir.

    Hiçbir doktorun ‘Yediğine içtiğine dikkat etseydin böyle olmazdı’ deme lüksü yok örneğin. Doktor işini yapacak ama toplumda onun işini kolaylaştıracak kişi ve kurumlar da olacak.

    Hep düşünmüşümdür. Amcalarım, halalarım Hizmet’le, risalelerle, HE ile tanışmış olsalar ne güzel insanlar olurlardı. Türkiye’de böyle güzel insan olmaya müsait ne kadar insan var. Kimi anne-baba, kimi çevre, kimi cehalet yüzünden çiçek açamadan yaşayıp gidiyorlar.

    Sonuçta Hizmet insanların hepsinin anne-babası mükemmel, söylem-eylem uyumunda birer kahraman değildi. Hizmet olarak İmam Hatip okullarını küçümsediğimizi ve ihmal ettiğimizi düşünüyorum. Düşünün ki binlerce köy-kasaba rehberlik eğitimi almış imamlara sahip, cemaatiyle teker teker ilgileniyor, anlatıyor, onun diktiği domatese-bibere, sağdığı ineğe bambaşka bir gözle bakmasını sağlıyor.

    Söylem-eylem uyumu önemlidir fakat bir çocuğa ‘Babam şöyle yapıyor ama aslında doğrusu şudur’ dedirtebilmek bence daha önemli. Nice kılı kırk yararcasına yaşayan insanlar var ki, çocuklarına dışarıdaki gevşek hayatın tam tersini sunarak onları ya ellerinden kaçırıyorlar ya da güdümlü yaşamaya alışmış, düşünmeden ana-babasını tekrar eden, gözlem yapamayan, analiz edemeyen, önyargılı ve hoşgörüsüz bireyler yetiştiriyorlar.

    İnsanları söylem-eylem uyumuna zorlamaktansa, anlayışlı ve empati kabiliyeti yüksek bireyler yetiştirmeye çalışmak bence daha mantıklı. Çocuğuma samimi bir şekilde söylemimle eylemimin neden uyumlu olmadığını anlatırsam, söylemimin değerini onun gözünde daha da parlatabilirim, o da bu uyumsuzluğu yaşadığında farkında olmasını sağlarım, mücadele yolu göstermiş olurum. Yine söylem-eylem uyumsuzluğu çeken insanlara nasıl davranması gerektiğini de göstermiş olurum.

    İyi bir temsili küçümseyecek değilim, fakat bunu her zaman ve her konuda başaramayabilirim. Bu gerçeği ıskalarsak söylem-eylem bütünlüğüne davetin bir baskı aracı olarak hissedilmesine yol açabiliriz. İnsanlar öyle kolay kolay değişemezler, geçmişleri, yaşadıkları, hayatındaki insanlar yoluyla oluşan blokajlar öyle yazı yazdık diye vaaz verdik diye çözülmez.

    Öyleyse zaafımla yüzleşme ve mücadele konusundaki temsil gücüm de çok önemli. Bunu yaşıyor, görüyor, işitiyoruz.

  2. Değerli Ahmet Hocam,

    “Ya da Bedir’de bulunamayan ve bundan dolayı pişmanlıklarını izhar etmelerine rağmen Uhud savaşına da katılmayanlardır” cümlesi ile “İster samimi müminler ister münafıklar ister mümin olduğu halde sahte kahramanlık taslayan kişiler olsun hepsinin ortak paydası bana göre insani ve ahlaki zaaftır” cümlesi arasında yeni bir paragraf başlangıcı olması lazım sanırım.

    Aksi halde, Bedir’de bulunamayan ve bundan dolayı pişmanlıklarını izhar etmelerine rağmen Uhud savaşına da katılmayan sahabeler için de “ahlaki zaaf” isnadında bulunmuş olduğunuz zannedilebilir…

  3. “Eğer gerçekten iman ediyorsak.” ne kadar sert bir cümle olmuş. İman eden herkesin amellerinin de mükemmel olmasını beklemek, amellerinde eksiklik varsa imanının da eksik olduğu ve hatta münafık olabileceği gibi bir sonuç çıkarmak doğru bir yaklaşım olur mu? Halbuki ehli sünnet alimleri İman ile ameli ayrı degerlendirmisler, İslamı işaret eden tek bir ameli dahi olsa kişi tekfir edilemez dememişler mi? İnsan bazen sadece nefsani arzuların neticesi olan kısa sürede elde edeceği küçük bir ücreti uzun süre sonra (ahirette) elde edeceği daha büyük bir ücrete tercih edebilir de bu onun imansız olmasını gerektirmez, insan olmasından kaynaklı bir zaaftır sadece demiyor mu Bediuzzaman? Hal böyle iken amellerdeki eksikliği, imani bir eksiklige delil olarak sunmak, hadiseyi siyah beyaz keskinliğinde ele alarak iman ediyorsan amellerinde tam olmalı demek veya böyle bir mananın çıkmasına müsait cümleler kurmak pek doğru bir yaklaşımmış gibi gelmedi bana.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin