Son röportaj: Tayfun Talipoğlu ile sinema üzerine

RÖPORTAJ: M. NEDİM HAZAR & LARİSA İPEK

Bu ülkenin gerçek gazetecilerinden biriydi rahmetli Tayfun Talipoğlu. Sıradan bir muhabir olduğu günlerden aracına atlayıp Anadolu’yu karış karış dolaştığı günlere kadar mesleğini hakkıyla ifa eden isimlerdendi.

Bugünleri görseydi şu anda ne yapardı az çok tahmin edebilsek de, rahmetlinin vefatından çok kısa süre önce, bir yayın vesilesiyle sevgili arkadaşım Larisa İpek’i röportaj yapmak üzere yanına yollamıştım.

Çok az bir kısmını çok kısıtlı bir ortamda yayınlama imkanımız oldu ama 15 Temmuz’un silindir gibi ülkenin üzerinden gitmesinden sonra, adeta yazılı hafızası yok edildi ülkenin.

Gönlüm bu büyük gazetecinin tabiri caizse vasiyet niteliğindeki bu söyleşisinin kaybolmasına razı olmadı.

En azından sanat eksenli bölümünü burada sizinle paylaşmaya karar verdim.

Birazdan okuyacağınız satırlardan da anlayacağınız gibi Talipoğlu sadece gazeteci değildi aynı zamanda iyi bir hikaye anlatıcısıydı. Ömrü vefa etse belki çok daha büyük projelere imza atabilirdi ama kader işte.

Öncelikli olarak sinemanın gücünü sormuştuk rahmetli Tayfun Talipoğlu’na, cevabı bu sektörü yakından bilen birinin gözlemleriydi elbette…

“ABD’nin büyük olduğunu nereden biliyoruz? Filmlerden; çünkü çoğumuz, Amerika’ya gitmedik. Ve Amerikan toplumu hakkında bilmediğimiz çok şey var ama bilmemiz gereken tarafını bize sinema aracılığıyla bildiriyorlar.

“Mesela ben küçükken Dallas seyrediyordum ve zannediyordum ki Amerika’daki kadınlar farklı ve ellerinde viskiyle falan geziyorlar, gençlikleri de perişan… Gerçekle alakası yoktu elbette! Amerikalı kadınlar da son derece ailelerine sadık, eğitimine düşkün… Ya da farklı bir toplum katmanı; örneğin Harlem… Bize sunulan hayat dilimi ile bir algı oluşturuluyordu zihnimizde. Yani hep bir yönlendirme var…

“Sinema dürüst olmak zorunda ama ne kadar olabilir? Gişe ve mesaj gibi bir sürü kaygı taşıyor. Elbette ben siyasî anlamda sinemadan söz ediyorum, komedi filmlerinden değil. American Sniper’da keskin nişancı, çarşaflı kadınla yanında bir çocuk görüyor ve ona “Elinde bomba olabilir, karar senin” deniyor. Nişancının kendi çocuğu aklına geliyor ama Amerika’ya bir saldırı var! Çocuğu öldürüyor. Ama kimse “Tamam da ne işi var onların Irak’ta?” demiyor, doğal çünkü…

“Ya da Hollywood çıkışlı savaş, şiddet filmlerine bakıyorsun; ne olursa olsun iyiler kazanıyor; biz biliyoruz ki Amerika bir yerde bir problem varsa gider ve orada işi çözer. Çocukluğumuzdan beri kafamızda bu imaj var. Marshall yardımlarıyla süt tozları geldiğinden bu yana bizim için Amerika hep önemliydi. Oysa bizde kimse Marshall yardımcılığının Türkiye’de hayvancılığı öldürmek için planlandığını düşünmedi ve öldürdüler.”

Türk Sineması’nın yıllar boyu bu konuyu maalesef yanlış algıladığı inancındaydı rahmetli Talipoğlu, bu değerlerin Yeşilçam’dan nasıl görüldüğü konusundaki fikri ise şöyleydi:

“Türkiye’de de Yeşilçam’da topluma şu algı verildi: Zengin ailelerin çocukları partiler yapar, uyuşturucu çeker vs. Aslında o dönemde yoktur böyle partiler ama şimdi var. ‘Zenginlik aslında kötü bir şeydir’ algısı ister istemez oluşturuldu. Yahut ‘Onların inançları yok, bizim inançlarımız var’ dendi, fukaralık daha iyi iş yaptı. Birileri direkt olmadan ‘Parası olmayan daha mutlu. Burada sevgi, saygı var, para bunu bozuyor’ gibi düşündürdü. Sonuçta gelinen nokta bu oldu. Diğer taraftan, avantür filmlere gelirsek, eğer burada da erotik film furyasıyla gençler uzun bir süre Aydemir Akbaş’tan yanlış şeyleri öğrendi.”

Şüphesiz çok genel belki ama çok net gözlemler bunlar. Üstelik devamı da var. Sinemada mesaj nasıl olmalı, konusu çok önemli elbette. Rahmetliden dinliyoruz:

“Sinema mesaj vermeli ama direkt vermemeli. Çocukluğumuzda okuduğumuz Kemalettin Tuğcu kitaplarında iyi insanlar kazanırdı, iyilik için savaşırdı.

“Sonra iyilik başka bir noktaya geldi; Kurtlar Vadisi’ndeki gibi ellerinde silah olanlar kazanmaya başladı. Şiddet doğallaştı. Dizilere bakınca bütün dizilerde kadınların metres olması işleniyor. Üçüncü beşinci kadın olabilirler ama para olsun yeter. Kadınlar sürekli birbirlerine tuzaklar kuracaklar, bununla yaşayacaklar. Tüm dizilere bakınca erkekler ağa gibi ama yanında mini etekli kadınlar var. Kadına şiddet konusunda Türkiye sokağa dökülüyor ama kimse ‘Bu dizilerdeki rezalet ne kardeşim!’ demiyor ki.

“Toplumun bu yapılanmasında sinemanın çok büyük payı var. Bunun adı muhafazakârlıksa ben muhafazakârım. Ben bundan bahsettiğimde bir veli bana şunu anlattı: ‘Jön, kızı tokatlayınca, 8 yaşındaki kızım “Baba hak etmişti,” demişti.’ İşte o kızın kafasında artık olabilirlik var. Yılmaz Güney’in filmlerinde, sinema bizi gerçeklikle yüzleştirdi ama insanlar sevmediler.

“Bu memlekette Recep İvedik’in 6 milyon kişi tarafından izlenmesi aslında Şahan Gökbakar’ın verdiği bir mesajdır: ‘Sizin yarattığınız, sizin eğitim sisteminiz bu işte!’ ‘Ah, öh!’ diyorsun, yine bu kadar kişi izliyor. Ama neden güzel filmler çekilmiyor, denildiğinde kendi olanaklarıyla film çeken insanların filmleri hiç birinci olmadı, 6 milyon kişi izlemedi. Bir tek toplumsal mesaj veren Kemal Sunal filmleri vardır.

“Resmî tarihe bakalım; Sivas Kongresi’nin tarihi 04-11 Eylül, Mustafa Kemal’in Ankara’ya girişi 27 Aralık’tır; sinema tarihinde bu 105 gün yok. Ne yaptı Mustafa Kemal? Biz yüzleşmekten korkuyoruz, bugün devrimci sinema bile bunu yapmadı hiç. Can Dündar’ın belgeseli neden beğenilmedi? Çünkü alışılmış tabular yıkılıyor. Bizde hamamcılarla ilgili film yapıyorsun hamamcılar ayağa kalkıyor, polise dair yapıyorsun tüm polisler ayağa kalkıyor.”

Peki içinde kalan, yapmayı arzuladığı projeler nelerdi? Cevabı yine kendisi veriyor:

“Anlatılan bir öykü var, onu yapmak isterim.

“Diyarbakır’da 1992’de bir taksiye binmiştim. Adam, ‘Oğlanın mahkemesi var,’ demişti. Kafamdaki filmin başlangıcında çocuk ‘Hakim amca eve gitmek istiyorum,’ diyor. Çocuğun daha sonra 5 yıldızlı otelde berberlik yaparken yurt dışına kaçması gibi anılar da var. En son duyduğum; Hollanda’da mülteci kampındaydı. İçeri alındığında yaşadığı hikâyeler var. Büyükler koğuşunda yatırıyorlar. ‘Ben itirafçı değilim,’ diyor. Bunu film yapmak isterdim…

“Bir de bir Amerikan filmi yapmak isterdim. Irak’ta öldürülen bir askerin Amerika’ya getirilişini anlatıyor… Mehdi Zana’nın 12 Eylül dönemini anlatan kitabını film olarak yapmak isterim. Sonuç olarak sinemada sonuçları değil nedenleri göstermek isterim.”

Türkiye’nin böylesi zifiri karanlık bir tünele girmeden kurgulamıştı bu projeleri Tayfun Talipoğlu. Mülteci sorununu daha o zaman fark etmiş ve bu konuda sanat eseri üretilmesi gerektiğine inanıyordu. Yaptıkları ve yapamadıklarıyla kendi sektöründe ve hikaye anlatıcılığı alanında büyük iz bırakarak hayata veda etti.

Mekanı cennet olsun.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin