KENT YAZILARI | ALPER ENDER FIRAT
70’li, 80’li, 90’lı yılların analog fotoğrafçıları, Yedigöller’de en iyi fotoğrafların çekileceği zaman olarak 29 Ekim gününü söylerdi. Muhtemelen bu tespit, sonbahar fotoğrafları çekmek için yıllarca oraya yaptıkları yolculuklardan edindikleri tecrübeye dayanıyordu.
Ancak tavsiyeleri dikkate alarak gittiğim hiçbir 29 Ekim’de ağaçları, yaprakları ve atmosferi umduğum gibi bulamadım. Tahmin ediyorum son yıllardaki iklim farklılaşması, eylül ve ekim aylarının daha sıcak yaşanıyor olması bir takvim kaymasına sebep oldu. Bu yüzden gidiş tarihini 10 gün geciktirdiğim zamanlar çok daha iyi renkler ve çok daha iyi bir sonbahar atmosferiyle karşılaştım. O nedenle -yıllardır gidemiyor olsam da- bu tarihler Yedigöller’in en güzel zamanlarıydı benim gözümde.
İstanbul’dan gece yarısını birkaç saat geçtikten sonra yola çıkar, sabahın o sisli puslu vaktinde Bolu’da Yedigöller’in patika yollarında kendimizi bulurduk. Bolu ile Yedigöller’in arası 42 kilometreydi ama yolları o kadar kötüydü ki iki buçuk saatten fazla zamanımızı alırdı. Çok zor ve meşakkatli bir yoldu. O kahrı, gerçekten fotoğrafa ya da doğaya gönül vermiş insanlar çekerdi. Yolun meşakkatli olması bir açıdan da korunmasını sağlıyordu. Zannediyorum bu yüzden, oraları piknikçilerden korumak maksadıyla yol düzeltilmemişti.
2014 yılında yolu düzeltip asfaltladılar, dolayısıyla ulaşım çok kolaylaştı. Yol asfaltlandıktan sonra gitme fırsatım olmadı. Bir güz mevsiminde yine aklıma düştüğü bir anda, Türkiye’de yaşayan turizm rehberi bir arkadaşım Yedigöller hikayesini anlatmıştı: “Geçen yıl bir minibüs dolusu fotoğrafçı arkadaşla Yedigöller’e gittik, fotoğraf makinalarımız, tripotlarımız, yağmurluklarımız, herkes tam teçhizat. Ama gel gör ki trafik sıkışıklığından Yedigöller bölgesine giremedik, nasıl bir kalabalık, nasıl bir ana baba günü. Her yer mangalcı, her taraf duman, sanki orman yanıyordu, bir daha oraya gitmeye kalkışacağımı hiç sanmıyorum’’. Bu cümlelere ne kadar üzüldüğümü anlatamam. Bir çocukluk arkadaşımın kayıp haberini almışcasına içime keder düştü. Oysa bir masaldan yeryüzüne düşmüş bir rüya mekandı orası. Göller, ağaçlar, pınarlar, ”sombahar”da sarının yüzlerce farklı tonunun sergilendiği bir yeryüzü cennetiydi. Hafızamda ve fotoğraf arşivimdeki karelerde öylece duruyor…
Şimdiki halinin nasıl olabileceğini düşünüyorum. Binlerce arabayı, arabalardan mangal yakmak için inen on binlerce insanı, o insanların hoyratça çiğnediği sarı yaprakları, pınarları, istila ettikleri yaban hayvanlarının yaşama alanlarını, o cennetin dumana boğuluşunu, çöpleri, pet şişeleri… Distopik bir kabus filmi gibi.
Bülent Korucu ile sonbaharı konuşurken Stockholm’de Yedigöller gibi yüzlerce mekanın olduğundan, yaşadığı bölgedeki ağaçların rengarenk hale geldiğinden, çılgın bir sarı dönem yaşandığından bahsetti. Üstelik kimsenin buralarda mangal yakmadığını, çöplerini, poşetlerini, pet şişelerini bırakıp ortadan kaybolmadığını da anlattı.
Stockholm’ü hiç görmedim ama Korucu’nun anlattıklarından öyle anlaşılıyor ki ülkesini, tabiatı, yaşamayı, nesillerinin geleceğini düşünen her kent yöneticisi gibi şehrin sadece binadan ibaret olmadığını biliyorlar. Tıpkı New York, New Hampshire ve Amerika’nın tüm kuzey şehirleri gibi.
Ya Bolu’yu, Ankara’yı, İstanbul’u yönetenler…
80’li, 90’lı yıllarda İstanbul Şirinevler’i inşa eden, tek bir ağaç bile dikmeden, bir metrekare yeşil alan bırakmadan, her yere o doğu bloğundan apartılmış binaları dikenler, 20 yıldır Türkiye’yi yönetiyor. Şirinevler, bütün bir İstanbul’u kendine benzetti. Artık İstanbul’un her metrekaresine beton dökülüp sadece inşaat yapılıyor. Diğer kentler de farklı değil elbette.
Stockholm ya da New York gibi mevsimleri yaşayabileceğiniz, onu hissedebileceğiniz hiç bir alan bırakmadılar. Oysa İstanbul her mevsimi kana kana hissederek yaşayabileceğin bir iklim kuşağındaydı. Asırlar boyu devam eden erguvan zamanı, lale dönemleri vardı. Bütün Batı Karadeniz’de olduğu gibi güzün en güzel halini gösterecek doğal bitki örtüsü vardı. Kent vandalları oraların tamamına beton döktüler. Dökmeye de devam ediyorlar. Bitmez bir hırs, dinmez bir arzu ile buldukları her metrekareyi betona dönüştürüp şehirleri sadece barınaklardan ibaret hale getiriyorlar.
Yedigöllerin de bu açgözlü görgüsüzlükten nasibini alması ne kadar acıdır. Şimdi sırada buraların yapılaşmaya açılması var. Tıksırıncaya kadar çalan o hödük güruhun çocukları için, bilmem ne doğa evlerinin yapımına başlanması bir göz işaretine bakar.
Bunlari dersane kavgasindan önce yazacaktik. Yazmadiysak elestiriyi en önce kendimize yapmamiz lazim. Cahilin cahil oldugunu tespit etmek cözüm degil.
Hangi değeri sağ bıraktılarki, yedigöller ilişmesinler!..