YORUM | YAVUZ ALTUN
Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve daha sonra adına “Arap Baharı” denecek gösterilerden yaklaşık bir yıl sonra, 17 Eylül 2011’de, Amerikalı bir grup genç New York’ta bir araya gelmişti. Önce Tunus’ta sonra da Mısır’da patlak veren gösterilerin “sonuç almasından” etkilendiklerini söyleyen aktivistler, şu meşhur “Occupy Wall Street” (Wall Street’i İşgal Et; OWS) hareketine öncülük etti. Sadece New York’la kısıtlı kalmayıp Avrupa başkentlerine yayılan gösteriler, 2008’deki küresel finans krizine gecikmiş bir tepki olmanın yanı sıra, “yüzde 1’e karşı yüzde 99” sözüyle billurlaşan derin eşitsizlik meselesine dikkat çekmeye çalışıyordu.
Manhattan Zuccotti Park’ta kurulan son çadırların da 15 Kasım 2011 günü polis zoruyla sökülmesinin ardından, OWS hareketi tarihe karıştı. İnsanların oraya toplanmasına sebep olan meşhur e-postanın yazarlarından Micah White’a göre, “aktivizm bir işe yaramadı.” White, oraya toplanan kalabalığın gerçekçi bir talep üretemediğini ve tercih edilen “lidersizliğin” zamanla iç kavgalara ve bölünmelere yol açtığını söylüyor.
Arap Baharı’ndan başlayın, 2014’te Hong Kong’da sahneye çıkan “Şemsiye Hareketi”ne gidin, Fransa’da ilk kez 2018’de sokağa inen “Sarı Yelekliler” grubunu inceleyin, hemen hepsi için uzmanların yorumu benzer: Karizmatik bir lideri olmayan, net talepleri bulunmayan ve bu talepler için gerçekçi çözümler üretemeyen sosyal itiraz hareketleri, günün sonunda başarısızlığa mahkum.
BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Bir parantez içinde ifade edecek olursam, Gezi Parkı eylemlerinin hem başarılı, hem de başarısız olduğunu söyleyebilirim. Evet, Taksim’deki Gezi Parkı inşaata kurban gitmedi. Ama oradaki momentum, makro siyaset yönünden ciddi bir sonuç da doğurmadı. Hatta muhalefet partilerinin de içinde olduğu siyaset kurumunun modernleşmesine yapabileceği katkı potansiyeli bile heba edildi. Kapa parantez.
Elbette bu hareketlilik tamamen anlamsızdı demek de insaflı bir yaklaşım değil. OWS pek bir şeyi değiştiremese de, yeni kuşaklar arasında ekonomik eşitsizliğe dair ciddi bir farkındalık oluşturdu. Bakın hâlâ eşitsizliği ifade etmek için “yönetici yüzde 1 ve yönetilen yüzde 99” kavramlarını kullanıyoruz (bunda ABD’de sol-sosyalist çevrelerin Demokrat Parti’yi dönüştürme çabalarının da katkısı yadsınamaz). Yine Arap Baharı’nın, şimdilerde derin bir umutsuzluk girdabı oluşturmuş gibi görünse de, bağrında hâlen değişime dair tohumlar taşıdığını söylemek mümkün. Gezi Parkı’nın en somut katkısı ise, zamanla hem kurumsal siyasetten hem de medya alanlarından dışlanan yığınların sosyal medyada kendilerine bir sığınak bulmaları oldu.
Geçen yıl siyah bir Amerikan vatandaşı olan George Floyd’un bir polis eliyle hayatını kaybetmesi sonrası ivme kazanan Black Lives Matter hareketini belki de burada andıklarımdan farklı bir yere koymak gerekiyor. Çünkü hem geçmişinde çok köklü bir siyah aktivizmi var, hem de başından beri bir “community” (cemaat-topluluk) hareketi olarak, yazının son bölümünde bahsedeceğim kategoriye giriyor.
Öte yandan mesela Hong Kong’da son iki yılda yeniden ve daha şiddetli şekilde sokağa taşan Çin’e karşı protestolar, Pekin’in tavizsiz ve kaba gücüyle, tamamen tersine çevrildi. Hong Kong halkı, önceki yıllarda kazandığı sivil toplum ve ifade özgürlüğü gibi değerleri yitirmekle karşı karşıya kaldı. Sokak hareketlerini organize eden ve destekleyen isimler hapse atıldı. Bazı medya organları kapatıldı.
2010’dan bu yana dünyanın çeşitli yerlerine yayılan bu toplumsal hareketlenmeler, bir yandan köklü bir değişikliğe, hatta çoğu yerde basit, sembolik istifalara bile sebep olamadıkları için şimdilik pek de önemsenmiyor. (Bir Amerikalı gazeteci, OWS’yi “tarih kitaplarında ancak bir dipnot olacak” diye değerlendirmişti.) Batılı ülkelerde “programsızlık ve lidersizlik” sorunları başa yazılırken, Ortadoğu gibi otoriter ve pek de kurumsal olmayan devletlere sahip ülkelerde, sivil toplumun “güçsüzlüğü” ön plana çıkıyor. Arap Baharı’nda gördük ki “iktidar boşluk kabul etmiyor” ve ya o boşluğu doldurabilecek siyasî aktörler güçten yoksun, ya da askerler (kaba güç sahipleri) o kadar siyasetin içinde ki, o boşluğu doldurmaya ilk onlar heves ediyor.
Belarus örneği, daha önce de bahsettiğim üzere, gerçekten de ibretlik. Ekonomik pastanın (Rusya’yla petrol ve doğal gaz anlaşmaları) büyük kısmını kontrolünde tutabilen Devlet Başkanı Aleksandr Lukaşenko, Moskova’nın da desteğiyle, bütün gösterilere, itirazlara rağmen koltuğunu korumayı başardı. Burada Belarus’a has bir durumdan bahsedeyim hemen. Ülke son yıllarda bilgisayar yazılımı alanında ciddi yatırımlara sahip ve çok sayıda genç insan programcılığa yönelmiş durumda. Haliyle muhalefet de tam buradan doğuyor. Devlet kademelerinde çalışan ya da onlara yakın olan “siber partizanlar” Lukaşenko yönetiminin hukuksuzluklarını ifşa ediyor online dünyada. Böylece halkın “uyanması” hedefleniyor.
Bizde bu tarz topluma dönük bir “güç mücadelesi” verebilecek çok sayıda aktör kalmadığı için biraz da Sedat Peker’den medet umar hâle geldik. “İçeriden” ifşanın gücü yabana atılacak gibi değil. Üstelik Peker’in hâlen aktif bir güç aksının parçası olduğu aşikar. Davutoğlu’nun Gelecek Partisi ya da Babacan’ın DEVA’sından daha etkili olması da, onlar gibi güç kristalleri ellerinden alınana kadar beklemeyip hâlen imkânı varken harekete geçmesiydi. Ancak kendinden menkul meşruiyeti ve “planı” ne kadar “işe yarayacak” göreceğiz.
Yolsuzluk hikâyelerinde nasıl ki “parayı takip et” derler, iktidarın suiistimali meselelerinde de “gücü takip et” demek gerekiyor. Bu gücün kaynağının ne olduğu, ülkelerin ekonomik ve toplumsal sermayesi tarafından belirleniyor çoğu zaman. Ekonomisi bir ya da birkaç sektör üzerinden dönen ülkelerde, bu gücü kontrol etmek kolaylaşıyor. Ordu-siyaset ilişkisi, bürokrasinin nasıl yapılandığı hatta polis teşkilatının tarihsel konumu bile, devlet-toplum ilişkisini temelden belirleyen unsurlara dönüşüyor. Siyaset bilimciler, bir ülkede bir kez darbe olmuşsa, tekrar olması çok büyük olasılıktır, diyorlar mesela. Sivil toplumun yeterince örgütlü olmadığı, devletten bağımsız bir sermayenin oluşmadığı, haliyle özgür medyanın ve kültür hayatının yeşermediği ülkelerde, beklendiği gibi güç tekelleşiyor ve sistem sürekli krizler üretmeye başlıyor. Çünkü o güç dışındaki her şey “feda edilebilir”, ikincil bir konuma indirgeniyor.
Bakınız Lübnan’da çok uzun zamandır bir otorite boşluğu var, devlet derin bir krizde, 4 Ağustos 2020’de Beyrut limanındaki patlamanın sembolleştirdiği bir yönetememe hâli hayatın her alanına sinmiş vaziyette. Hükümet kurma denemeleri, yıllar önceki Lübnan iç savaşında güç biriktirmiş bir avuç oligarkın çıkarlarına uymadığı için sürekli başarısız oluyor. Böyle bir ortamda bile sokak hareketleri, toplumsal muhalefet ancak bir noktaya kadar işlevsellik gösteriyor. Ciddi, köklü bir reformu tetikleyemiyor.
Bu krizlere karşı ayakları yere basan, devletin zorbalığı karşısında direnç oluşturabilecek bir toplumsal muhalefet örgütlenebilir mi? Bana kalırsa, otoriterliğin geçmişteki gibi hızlıca değil, bilakis ağır aksak ve kurumsallaşarak ilerlediği, bu sebeple de “başarıya” hiç olmadığı kadar yaklaştığı çağımızda, sorulması gereken en önemli sorulardan biri bu. Devletlerin tepeden bakan, toplumsal meseleleri dikine kesitler alarak incelediği bir ortamda, yatay eksende her meselemizin aslında birbiriyle ilişkili olduğu bir başka bakış mümkün mü?
Bunun için galiba, en temelden toplumsallığı yeniden düşünmek, bir toplum olarak yaşamanın anlamı üzerine tefekkür etmek gerekiyor. Yerelden, belki de cemaatler hâlinde, tuğla tuğla yeni bir toplum inşa etmeden, en tepedeki güç kavgalarına etki edebilmek de olanaklı değil. Sosyal itiraz, yozlaşmaya karşı isyan, bir hayat tarzına gelip başka insanları da cezbedebildiği ölçüde, hak mücadeleleri netice verebilecek. Ve unutmamak lazım ki, ikna edilmesi gerekenler çıkarları dünden bugüne değişebilen “tepedekiler” değil, gücünün pek de farkında olmayan “aşağıdakiler”.