İlhami Okut
Bugün 30 Ekim 2020. Rusya’da 1991 yılından beri her 30 Ekim “Siyasi Baskı Kurbanlarını Anma Günü” olarak geçiriliyor. Rusya bugün tarihinin en kara ve karanlık sayfalarından biri olan “Büyük Terör” dönemini ve kurbanlarını anıyor.
“Büyük Terör” dönemi denilince Stalin Diktatörlüğü altında Sovyetler Birliği’nde 1937-1938 yıllarında en yoğun dönemini yaşayan büyük siyasi baskı ve tasfiye dönemi akla gelmektedir. Etkileri ve sonuçları itibariyle Stalin’in 1953’teki ölümüne kadar devam etmiştir. Her 30 Ekim’de ülkenin dört bir yanında bu dönemi hatırlatan etkinlikler düzenleniyor. Yeni nesillerin ne olduğunu öğrenmeleri ve unutmamaları amacıyla eğitim kurumlarında “Hafıza Dersleri” adı altında özel dersler yapılıyor.
Büyük Terör dönemi keyfi gözaltılar, tutuklamalar, baskılar, işkenceler, infazlar, sürgünler ve toplama kampları ile hatırlanmaktadır. Stalin’in emriyle dönemin İçişleri Bakanı Yejov tarafından başlatılan bu dönem dahasonra aynı göreve getirilen Beria ile devam etti. Baskılar KGB’nin öncülü NKVD tarafından adeta bir sürek avına çevrildi. Bu baskı döneminde toplumun çok geniş ve farklı kesimleri hayati derecede olumsuz etkilendi. Milyonları bulan kurbanlarının arasında bürokratlar, askerler, diplomatlar, memurlar, akademisyenler, eğitimciler, aydınlar, yazarlar, şairler, gazeteciler, işçiler ve sıradan köylüler bulunmaktaydı.
Büyük Terör’ün çeşitli sebepleri vardı. Yükseköğrenimini tamamlayamamışolan Stalin takıntılı, megaloman ve aşırı şüpheci bir karaktere sahipti. Rus değil, Gürcü veya Oset asıllıydı. Rusçayı aksanlı konuşuyordu. Lenin’den sonra iktidarın iplerini eline geçirince öncelikle Troçki gibi güçlü siyasi rakiplerini ortadan kaldırma planlarını devreye soktu. Arkasından kişisel yönetimini ve iktidarını sağlamlaştırmayı düşündü. Bunun için de gerçek ve hayali muhalefeti ezmek ve sindirmek istiyordu. Baskı ortamı büyük çaplı bir tasfiye demekti ki bu da ona istediği fırsatı verecekti. Tek parti iktidarı ve devlet kontrolündeki basın işini oldukça kolaylaştırıyordu.
İktidarının güvenliği açısından halkın da korkutulması gerekliydi. Bu şekilde lidere ve partiye kayıtsız şartsız itaat sağlanmış olacaktı. Ayrıca, geniş çaplı tutuklamalar sanayi girişimleri ve büyük çaplı projeler için ucuzköle emeği kazandıracaktı.
Bu hedefler doğrultusunda başlatılan baskılar toplumun adeta kimyasını bozdu. Her an tutuklanma korkusu bütün bir toplumu sindirdi, susturdu ve vicdanları köreltti. Öyle ki, eşler birbirlerini, çocuklar anne-babalarını, ebeveynler çocuklarını, çalışanlar iş arkadaşlarını, akrabalar yakınlarını ve komşular komşularını halk düşmanı, devlet düşmanı, karşı devrimci vs. suçlamalarla güvenlik birimlerine ihbar ettiler. Rusya Bilimler Akademisi üyelerinden Aleksey Yablokov bu dönem için “Stalinizm sadece bir baskı
sistemi değil, aynı zamanda toplumun ahlaki çöküşüydü. Milyonlarca insanı ahlaki olarak bozulmuş köleler haline getirdi” yorumunu yapmaktadır.
Stalin’in mutlak tek adam olduğu diktatörlük yönetiminin kurbanlarının sayısının toplamda 39 milyonu bulduğu hesaplanıyor. Her şey İçişleri Bakanı Yejov’un 5 Ağustos 1937’deki 00447 numaralı “Sovyet Karşıtı Unsurlar” başlıklı emriyle başladı. İnsanlar gece veya gündüz fark etmeden siyah arabalarla gelen NKVD görevlilerince gözaltına alınıyor ve göstermelik mahkemeler sonucunda tutuklanıyordu. NKVD zindanlarında, gözaltı merkezlerinde, hapishanelerde, toplama kamplarında ve sürgünlerde milyonlarca insanın hayatı karartıldı. Suçsuz insanlar vatan haini, halk düşmanı, burjuva, devlet düşmanı, sınıf düşmanı, ajan, casus, terörist ve “kulak” olmakla suçlandılar.
Rus şair Osip Mandelştam sadece 1933’te yazdığı bir şiirden dolayı 1938’de gözaltına alındı, tutuklandı ve yazar olan eşi Nadejda Mandelştamile Sibirya’daki GULAG olarak bilinen bir toplama/çalışma kampına gönderildi. Gönderildiği kampta Aralık 1938’de hayatını kaybetti. 1933’te yazdığı “Stalin Epigramı” olarak bilinen şiirinde Stalin’i ve onu taparcasına sevenleri hicvetmişti. Tutuklanması için yeterliydi. Eşi Nadejda Mandelştam bir gün “Yine bir gözaltı, tutuklama duyduğumuzda “Onu niye aldılar?” sorusunu sormadık. Bizim gibiler azdı zaten. Korkudan adeta aklını yitirmiş insanlar sadece kendilerini rahatlatmak için bu soruyu birbirlerine soruyorlardı: “Bir şey yapmış olmalılar ki aldılar. Beni almadılar. Çünkü bir şey yapmadım”. Daha sonra her tutuklamayı haklı göstermek için türlü sebepler ve bahaneler icat etmeye başladılar: “O gerçekten kaçakçıydı… Kendi sebep oldu buna… Onun şöyle konuştuğunu duymuştum zaten… Beklenen bir şeydi… O kadar kötü karakterli ki… Ben zaten her zaman onda bir şeylerin normal olmadığını biliyordum… Bu tamamen yabancı bir insan…” Bu yüzden onu neden aldılar sorusu bizim için yasaktı. Artık insanların hiçbir şey yüzünden alındıklarını anlama vakti” demişti.
Stalin rejimi sosyal ve ailevi bağları parçalamak için suçladığı kişi ile ilişkide olan herkesi tehdit etmeye başladı. Aile bağları, akrabalıklar, arkadaşlıklar, iş ortaklıkları veya tamamen tesadüfi tanışıklıklar aleyhte delil olarak kullanıldı. Kişi bir kere suçlandıktan sonra adeta vebalı muamelesi görüyor ve en yakınları bile en şiddetli düşmanları haline geliyordu. Bu durum toplumun adeta kılcal damarlarına kadar nüfuz etti. İnsanlar kişisel ve bencilce çıkarları için veya kendilerini, hayatlarını, düzenlerini, ailelerini ve işlerini koruma adına yakınlarını, dostlarını, komşularını ve iş arkadaşlarını ihbar etmeye başladılar. Bu durum birçok insanı rejimin hem kurbanı hem işbirlikçisi haline getirdi.
Ünlü siyaset bilimci Hannah Arendt’e göre, “Lenin’in devrimci diktatörlüğünü tamamen totaliter bir yönetime dönüştürmek için Stalin’in yapay olarak atomize bir toplum yaratması gerekiyordu. Bunun için Sovyetler Birliği’nde bir korku atmosferi yaratıldı. Totalitarizm gerçek düşmanları değil, hayali olanları yok etti ki onu sıradan diktatörlüklerden ayıran korkunç fark da buydu. Yok edilen toplum kesimlerinin hiçbiri rejime düşman değildi. Muhtemelen öngörülebilir gelecekte de düşmanca davranmayacaklardı.”
İlk etapta yaklaşık 5 milyon insan gözaltına aldı ve tutuklandı. Kurbanların 1,1 milyonu tutuklandıktan kısa bir süre sonra kurşuna dizilerek öldürüldü.Ancak kurbanlar sırf bunlarla sınırlı değildi. 4 milyon köylü “kulak” yani “varlıklı köylü” olma suçlamasıyla tutuklandı ve sürgüne gönderildi. Kulak sayılmak için evi, birkaç hayvanı ve toprağı olmak yeterliydi. Kulakların 600 bini sürgünde hayatlarını kaybetti.
Topyekûn halklar da bu baskıdan nasibini aldı. Çeçenler ve Kırım Tatarları başta olmak üzere farklı etnik gruplardan 6 milyon kişi acımasızca topraklarından çok uzaklara sürüldü. Bunların 1,2 milyonu sürgün yollarında hayatlarını kaybetti.
Kurşuna dizilmeyip hapis cezalarına çarptırılan milyonlarca kurban ya hapishanelerde ya da ülkenin kuzeyindeki veya Sibirya’nın uzak bölgelerindeki GULAG adı verilen toplama/çalışma kamplarında hastalık, yetersiz beslenme ve ağır çalışma/yaşama şartlarından dolayı hayatlarını kaybettiler. Arkalarında eşler, öksüz ve yetim çocuklar bıraktılar. Kurbanların bir kısmı cezalarını tamamlayarak, bir kısmı da Stalin öldüktensonra gelen yumuşama döneminde peyderpey normal hayata dönebildiler. Sağ kalanlar için normal hayat aslında anormal bir hayattı. Yıllarca korktular, konuşmadılar, sustular. Hatıralarını bile yazmadılar. Yaşadıklarını çocuklarından bile sakladılar. Hüküm almış olmak büyük bir leke ve kariyerin sonu kabul ediliyordu. Devlet tarafından fişlenmiş ve toplum tarafından dışlanmış bir hayattı bu.
Stalin’in ölümünden sonra başlayan yumuşama dönemine rağmen bu konudaki bilgiler Sovyet toplumundan gizlendi. Stalin’den sonra iktidara gelen ve hemen arkasından Stalin kültüne karşı savaş açan Khruşçev’in iktidarının ilk dönemlerinde Stalin’in bütün mağdurlarının toptan serbest bırakılması konuşuldu. Ancak sivil ve askeri bürokrasi bunun kontrol edemeyecekleri ve kendilerini boğacak bir taşkına dönüşmesinden korkuyordu. Yıllarca halk düşmanı, vatan haini, devlet düşmanı ve terörist gibi sözde suçlamalarla yaftalanmış siyasi mahkûmların bir anda masum olduklarının ilan edilmesinin toplumda ülkenin meşru bir hükümetçe değil de bir çete tarafından yönetildiği düşüncesini oluşturmasından çekiniyorlardı. Bu yüzden siyasi mahkûmların serbest bırakılmasının hızlandırılmasında bir çıkar görmüyorlardı. Öte yandan, güvenlik ve yargı bürokrasisi de endişe içindeydi. Siyasi mahkûmların kovuşturulma ve cezalandırılma süreçlerinde bizzat işledikleri veya alet oldukları suçlarının ortaya çıkartılmasını ve bunları kabul etmeye mecbur bırakılmalarını istemiyorlardı. Bunun üzerine Sovyet devlet aklı farklı bir yola başvurdu. 1954 yılında Sovyet adalet mekanizmasında çalışan personel sayısı üçte iki oranında azaltıldı. Böylece hak ve adalet arama prosedürü ve süreci kasıtlı olarak geciktirildi ve yıllara yayıldı.
Sadece kurbanlar değil, olan bitenin farkında olanlar da bu konuda konuşmaktan ve yazmaktan çekiniyorlardı. Kendisi de sistemin kurbanlarından olan Aleksandr Soljenitsin 1962’de “İvan Denisoviç’in Bir Günü” adlı kitabını yayınladığında Sovyet toplumu adeta şok geçirdi. İlk defa gerçekler bu kadar çıplak bir şekilde yüzlerine vurulmuştu. Kitap toplatıldı. Soljenitsin “Gulag Takım Adaları” adlı 3 ciltlik kitabında yaşananları tüm açıklığıyla Sovyet toplumuna anlattı. Kitap kendisine Nobel Edebiyat Ödülü kazandırdı ama ödülünü bile ancak 1974’te alabildi.
Sovyet toplumu 1960-1970’lerde çeşitli yollarla bilgilendikçe bu konuda konuşmaya ve korkularından sıyrılmaya başladı. İlk defa 30 Ekim 1974’te siyasi tutuklular çeşitli eylemlerle konuyu gündeme getirmeye başladılar. 30 Ekim artık “Politik Tutuklular Günü” olarak yerleşti ama henüz resmiyetkazanmamıştı. 1970’ler ve 1980’lerde bu konuda atılan adımlar her zamandevletin takibatı altındaydı. Gerçeklerin ortaya çıkmaması için her türlü yoldeneniyordu. Gorbaçov’un “Açıklık ve Yeniden Yapılanma” politikası ile 1980’lerin ikinci yarısından itibaren bu konu daha korkusuzca dile getirilmeye başlandı. Sovyet Rusya dağılmaya başlayınca bu konuda sesler daha da yükseldi. Arşivlerin bir kısmı açıldı. Kurbanlar artık konuşmaya cesaret buldular.
Nihayet, 18 Ekim 1991’de en yüksek yasama organı olan Yüksek Sovyet her yıl 30 Ekim tarihinin “Siyasi Baskı Kurbanlarını Anma Günü” olarak anılması kararını aldı.
Bugün Rusya’da insanlar böyle bir şeyin nasıl olup da yaşanmış olabileceğini hayret ve üzüntüyle tartışıyorlar. Kurbanların yaklaşık 800 bininin halen hayatta olduğu düşünülüyor. Devlet bütün kurbanların haklarını ve itibarlarını geri verdi. Her yıl 30 Ekim tarihinde yaşayan kurbanlarla bir araya gelinerek anma törenleri düzenleniyor. Ülkenin birçok şehrinde kurbanlar adına üzerlerinde isimlerinin olduğu anıtlar dikilmiş durumda. Bir daha yaşanmaması için toplantılar, yürüyüşler ve etkinlikler düzenleniyor.
Üniversiteler, vakıflar ve dernekler bu konuda araştırmalar yapıyor. Konu hakkında hatırı sayılır bir edebiyat da oluşmuş durumda. Özellikle İngiliz asıllı tarihçi Orlando Figes’in “Karanlıkta Fısıldaşanlar” ve “Haberini Alayım Yeter” adlı kitapları konuyu başarılı bir şekilde dünya gündemine taşıdı. Görüldüğü gibi, tarih diktatörleri ve zulümleri olduğu gibi mazlumları ve mağdurları da bir kenara not ediyor. Hiçbir şey unutulmuyor. Er veya geç mutlaka gerçekler ortaya çıkıyor. Çünkü gerçeklerin bir gün ortaya çıkmakgibi kötü bir huyu vardır!