Siyaset ve fikir neden farklı şeyler? [Türk Sağı’nın hikâyesi-3]

YORUM | KEMAL AY

İlk iki yazıda Türk sağı özelinde bahsettiğim kimlik karmaşasının önemli bir nedeni var. Evvela bu karmaşa Türk sağına has değil. Cumhuriyet tarihindeki hemen her düşünce, benzer bir kimlik sorununu içinde barındırıyor. Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk dönemi arasında ‘süreklilik’ arayanlar bile, Cumhuriyet’le birlikte ağır bir ‘kırılma’ yaşandığının farkında. John Lennon’a ait meşhur bir söz var: ‘Hayat, sen planlar yaparken başına gelenlerdir.’ Tarihte de bu geçerli sanıyorum: Siyasete etkisi olan kimseler hesap yaparken olup bitenlere TARİH diyoruz. Zira toplumsal meselelerde hiçbir plan tam anlamıyla tutmaz. Her defasında sapmalar olur ve bu sapmalar, beklenmedik sonuçları doğurur.

Cumhuriyet, yeni ve parlak bir fikir olarak ortaya çıktığında, Osmanlı elitinden kalanlar, bütün fikriyatıyla Meclis’te toplandı. ‘Kalanlar’ diyorum çünkü Saltanat yanlıları doğrudan elenmişti bir bakıma. Ama hâlen oradaydılar. Düşünün ki 1920’de Amerikan mandasını talep eden ve bu sebeple dönemin Amerikan Başkanı’na mektup yazan heyette yer alan Yunus Nadi (Cumhuriyet’in kurucusu) ve Halide Edip (Adıvar), daha sonra Kurtuluş Savaşı’nı kelimeleriyle savunacaklardı. Yani, ortada çok sayıda fikir vardı ve bu fikirler değişiyordu günden güne. Ama ilk etapta Ankara’da bir araya gelenlerin ortak yönü, ‘yenilikçi’ karakterleriydi. Yeni bir şirket kurulurken herkesin zihninde geçmişin tecrübelerinden süzülen bir takım meselelerin belirmesi gibiydi her şey. Mesela Mehmet Akif’e İstiklal Marşı’nı yazdıran böyle bir histi. Ama sonrasında Mısır’a sürgüne gidecekti.

İLK CHF, BİR ÇEŞİT KOALİSYONDU

Osmanlı entelektüel hayatının hemen her deseni biliniyor, üzerinde tartışılıyor ve fakat nihayet sahadaki gerçekler tarihi belirliyordu. Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (CHF) doğal bir ‘koalisyon’ olduğunun bilincindeydi. Onun parçalı yapısı işine de geliyordu çünkü böylece Meclis kendisine karşı hiçbir zaman birleşemeyecekti. Muhalefet denemeleri ve akabinde yapılan tasfiyelerle Meclis süzüle süzüle belirli bir kıvama geldi. Ancak buna rağmen burada farklı fikirler zikrediliyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemindeki entelektüel hayatı, Meclis’teki tartışmalardan, edebiyattan ve gazetelerden takip etmek mümkün. Hemen herkes, bir şeyler yapmak peşinde. İktidardaki kadronun neredeyse tamamı Avrupa görmüş, ‘muasır medeniyetler’ seviyesi herkesin zihninde. Modern bir devlet kurma içgüdüsü ayakta. Ama daha da önemlisi, ancak bu şekilde ‘müreffeh’ bir hayat sürüleceği fikri var.

Bir de tabi o dönem Avrupa’nın siyasal gündemi var. 1920’lerdeki Avrupa, Türkiye’ye pek bir şey vaat edememiş. Bir nevi yeniden inşa dönemi. Ancak 1930’larda Avrupa’daki faşizm dalgası, Türkiye’yi de vurmuş. Mahmut Esat Bozkurt gibi Fransa’da, İsviçre’de hukuk eğitimi almış birisi, rahatlıkla en katı şekilde Türkçülük savunusu yapıyor. Doğu’da baş gösteren isyanların ‘şiddetle bastırılmasını’ savunuyor. 1936’da İtalya’daki faşizmi incelemek üzere oraya gönderilen Recep Peker, CHF’deki en güçlü simalardan birisi. Atatürk döneminin en uzun süreli İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ya da ilk dönem hükümetlerinin değişmezlerinden Şükrü Saraçoğlu da, CHF’yi oluşturan unsurlardan. Bu isimlerin ortak özelliği, milliyetçilik skalasının en sağında yer almaları. Bugün Türk sağı bu isimleri sahiplenmiyor ama fikirlerini benimsiyor.

DEMOKRAT PARTİ’NİN İDEOLOJİSİ NEYDİ?

Ancak aynı partide Celal Bayar da var. Nitekim Demokrat Parti’nin ortaya çıkış hikâyesi bir anlamda CHF’den kopan vekillerin hikâyesi. Ancak Celal Bayar ve Adnan Menderes’in ideolojisi neydi diye sorarsanız, bunun net bir cevabı yok. Biraz ahbaplar arası fikir ayrılıklarına benziyor çünkü. Düşünün ki Yusuf Akçura’larla Ziya Gökalp’lerle birlikte Türk Ocağı’nı kuran isimlerden Hamdullah Suphi Tanrıöver, 1950 ve 1954 seçimlerinde Demokrat Parti’den milletvekili oluyor. İlk hükümetlerin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras mesela, kızını Fatin Rüştü Zorlu ile evlendiriyor. Demokrat Parti’nin kuruluş mücadelesini destekliyor. Ancak kendisi Türkiye Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer almış 1920’lerde. Hatta bu sebeple biraz da Sovyetler’le yakınlaşmak gerektiğini düşünüyor.

Mustafa Kemal bütün bu süreçleri, ‘yukarıdan’ seyrediyor adeta. Zaman zaman taban bulmasından rahatsız olduğu örgütlenmeleri yasaklıyor ya da farklı formüllerle onları mevcut düzene eklemliyor. Mesela bahsini edip durduğum Türk Ocağı, 1931’de ‘fazla popülerleştiği’ için Mustafa Kemal’in talebiyle son kongresini yapıyor ve CHF ile birleşme kararı alıyor. Bütün malları, CHF’ye devrediliyor. Bu Türk Ocakları, daha sonra Halkevleri’ne dönüşüyor. Aradaki geçişkenliği görebiliyor musunuz? Gelgelelim Halkevleri, CHF ile halk arasında bir ‘bağ’ olduğu için 1951’de Demokrat Parti tarafından yeniden kapatılıyor.

HEP AYNI İSİMLER, KÜÇÜK MAHALLE KAVGALARI

Cumhuriyet’in kurucu kadrosu sağdan da saysan, soldan da saysan belli bir rakamı verdiği ve herkes birbirini tanıdığı için olsa gerek, milletvekilliği bir paye olduğu kadar Meclis dışında bir takım ‘devlet destekli sivil toplum kuruluşlarını’ idare etmek de bir payeydi. Hatta gazetecilik de aynı şekilde gelişti. Osmanlı’dan devralınan ‘gazetecilik’ fikri, siyasî mücadele ve ‘idareyi etkileme’ gibi esaslara dayanıyordu. ‘Kamuyu bilgilendirme’ gibi profesyonel meseleler, gündemde yoktu. Yunus Nadi’nin Cumhuriyet’i Mustafa Kemal’in mücadelesine destek için kurulmuştu mesela. İstanbul basını nispeten daha ‘renkliydi’ ve Mustafa Kemal de buradan çekiniyordu ancak 1920’lerdeki Takrir-i Sükûn gibi hamleler, meseleyi halletti.

TAN BASKININDAKİ ‘MUHTEŞEM’ KADRO

Nitekim 1940’lardaki Cumhuriyet’in ilk kuşağı ile ikinci kuşağı arasındaki dönüşümün, yeni saflaşmanın ve sonraki on yılları belirleyecek fikrî kırılmaların kristalleştiği bir olay olarak 1945’teki Tan Matbaası baskını önemlidir. Mesela Can Dündar’a göre Tan Baskını, Türk sağının çıkış noktasıdır. Baskında Turgut Özal, Necmettin Erbakan ve Süleyman Demirel gibi isimlerin de yer aldığı konuşulur. Hatta Demirel daha sonra bu eyleme katıldığını itiraf eder. O dönem üniversiteden sınıf arkadaşları arasında bulunan Özal ve Erbakan’ın da orada olma ihtimali yüksektir. Olayların görünen çıkış sebebi, Tan Gazetesi’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’nin Rusya’yla arasının bozulması karşısında, Rusya’yı destekleyen yayınlar yapmasıydı. Gelgelelim, bu gazetede o dönemde yukarıda bahsettiğim Tevfik Rüştü Aras yazmaktaydı ve Celal Bayar’la Adnan Menderes’in CHF’den ayrılarak kuracakları yeni partinin de destekçisiydi bu gazete.

Saldırıyı kışkırttığı iddia edilen Hüseyin Cahit Yalçın’ın yazısıydı ve Yalçın daha sonra CHP’den milletvekili olacaktı. İlhan Selçuk ve Orhan Birgit gibi Türk solunun duayenleri de baskına katılanlar arasındaydı. Türkiye’nin Sovyet Rusya ile yakınlaşmasını istemeyenlerin eyleminde şu kadronun bir araya gelişini hayal edebiliyor musunuz? Ya da nereye oturtmak lazım bu karmaşayı? Nasıl oldu da Süleyman Demirel, Turgut Özal, Necmettin Erbakan, İlhan Selçuk, Hüseyin Cahit Yalçın aynı safta buluştu? Necip Fazıl’ın ve Turancıların alkışladığı Tan Baskını, neyin alametiydi?

KOMÜNİSTLİK DE, TURANCILIK DA DAVALIK

O dönemin ilginç tartışmalarından birisi de 1944’te Nihal Atsız’ın yargılandığı ‘Turancılık’ davasıydı. Atsız, ‘yaramaz bir çocuk’ gibiydi. Öğretmenlik yaptığı sırada çıkardığı dergilerde Türkçülük üzerine yazılar yazmış, anti-komünist fikriyatı yaymaya uğraşmıştı. 1944’te Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e çatmış, onu ve işbirliği içinde olduğunu söylediği Sabahattin Ali ve Pertev Naili Boratav gibi isimleri ‘Marksist’ faaliyet yürütmekle suçlamıştı. Sabahattin Ali’ye ‘vatan haini’ dediği için yargılandığı davada, çok sayıda Türkçü lise ve üniversite öğrencisi hazır bulundu. (Sabahattin Ali’yi ise daha sonra aynı devlet öldürttü.) Daha sonra mesele büyüyünce İsmet İnönü, Atsız aleyhine nutuk attı ve meşhur Turancılık davası başladı. Davada yargılananlardan birisi de, genç subay Alparslan Türkeş’ti. 1938’de Nazım Hikmet’in orduyu darbeye kışkırtmaktan ve komünistlikten yargılandığını ve sürgün edildiğini hatırlayalım bu arada.

Gelgelelim Türkçüler, Tan Matbaası baskınına alkış tutsalar da, Nihal Atsız’ın hapisten çıkıp Haydarpaşa Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atanması, Demokrat Parti döneminde oldu. Ancak 1960’larda Marksistleri Doğu’da gizli toplantılar yapmakla ve ‘Moskof Uşaklığı’ ile suçlayan yazıları sebebiyle hakkında bir tahkikat daha açıldı.

SADECE TÜRKÇÜLÜK’TEKİ KIRILMAYI İZLESEK BİLE

1920’lerdeki Türkçüler ile 1940’lardaki Türkçüler arasında fark sizin de dikkatinizi çekiyor mu? Ya da sağ ile sol arasındaki bu muazzam geçişkenlik? Yusuf Akçura ya da Ziya Gökalp gibi fikrî derinliği olan, Avrupa standartlarında olmasa da, ciddi birikime sahip, neredeyse ‘burjuva’ olarak görülen isimlerden, fikrî bütünlükten yoksun, sadece gazete ve dergilerdeki ‘ateşli’ yazılarıyla insanlara bir hareket vermekten öteye geçmeyen Nihal Atsız’a devreden ‘Türkçülük’ özelinde görmüş olduğumuz bu ‘fark’ sadece Tek Parti döneminin ülkeyi çoraklaştırmasıyla açıklanabilir mi? Ya da sadece 1930’lardaki faşizm rüzgârının etkisi denebilir mi buna?

Bir adım geriye gidersek, Osmanlı’nın son demlerinde canlı ve zengin bir fikrî hayat teşekkül etmişti ancak gerek Birinci Dünya Savaşı, gerekse Cumhuriyet’in kurulmasıyla tarih kendi gerçekliğini dayattı. 1920’lerin ve 30’ların Türkiye’sine bakanlar, Tanzimat’la başlayan o rengârenk matbuat hayatının nereye gittiğini merak eder. Elbette imparatorluk skalasındaki birikimle, genç, yorgun ve ayağa kalkmaya çalışan küçük bir ulus devletin imkânları kıyaslanamaz. Ancak ortada ciddi bir çoraklaşma olduğu da aşikâr. Gelgelelim, bu çoraklaşmanın ‘dayatmalar’ sebebiyle değil, üç yazıdır anlatmaya çalıştığım kafa karışıklıklarıyla alakadar olduğunu düşünüyorum.

FİKRİYAT İLE SİYASET ÖRTÜŞMEZ Mİ?

Bugün Türk sağının kurucuları olarak gördüğümüz isimlerin çoğunun aslında ‘sağ’ fikriyatla uzaktan yakından alakadar olmamaları, şu mesajı veriyor olmalı: Türkiye’de fikriyat ile siyaset birbiriyle hiçbir zaman ilgili değildi. Bunun dünyada da örnekleri var. ABD’deki Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Parti arasında bir takım meselelerde ilginç geçişler sağlandığını hatırlayabiliriz. Sözgelimi köleliğin kaldırılması yönündeki en büyük adımın sahibi Abraham Lincoln, Cumhuriyetçi Parti mensubuydu. Ancak ABD’de Avrupa’dan koparak geliştirilen yeni siyasette fikir ayrılıkları önemsenmişti. Oysa Türkiye Cumhuriyeti kurulurken hemen herkes aynı zemine çekilmek istenmiş, bütün eğilimler tek bir parti çatısı altında toplanmış, fikirsel tutarsızlıklara zemin hazırlanmıştı. Ve fakat bu baskıya direnecek, kendi başına müstakil bir hayat sürebilecek ve kendi içine bütünlüğü olan fikriyatı koruyarak gelecek kuşaklara aktaracak entelektüellerimiz de, maalesef, yoktu.

Bu tutarsızlıklardan muhafazakâr camia da nasibini aldı. Bugün ‘muhafazakâr fikir babaları’ olarak anılan isimlerle ilgili tartışmayı da gelecek yazıda yapalım.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin