Ana Sayfa Güncel Sırrı Süreyya Önder: ‘Türkiye’de siyaseten mahkûm olmakla bakan olmak arasındaki mesafe kısadır’

Sırrı Süreyya Önder: ‘Türkiye’de siyaseten mahkûm olmakla bakan olmak arasındaki mesafe kısadır’

Sırrı Süreyya Önder, “Bu ülkede de siyaseten mahkûm olmakla siyasi iktidarın paydaşı olmak arasındaki mesafe çok kısadır” değerlendirmesinde bulundu.

Eski HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Youtube’ta yayınlanan Ayşegül Doğan, Yıldırım Türker ve Hâle Şerif’in birlikte hazırladığı “İtirazım Var” programında gündemle ilgili değerlendirmelerde bulundu. Önder,  “Bugün siyaseten mahkûm olan yarın bu ülkede bakanlık yapabilir. Gerçekten o ara çok kısadır. Onun için siyasi mahkûmiyetleri çok önemsemem” ifadelerini kullandı.

Önder, “Hapishanelerin benim üzerimde bir yaptırım şeyi yok. ‘Eyvah hapse düşerim.’ Bu doğal bir kaygıdır. Hapislik kötü bir şeydir. ‘Eyvah hapse düşerim, özgürlüğüm kısıtlanır, artık sağlık sorunlarım da var, ne yaparım?’ falan filan. Bu sağlıklı düşünebilen her bireyin taşıması gereken kaygılardır ya da onun tersi yiğitlik falan değildir. Ama bende hapishanelerin ya da cezanın bir yaptırım değeri yok” dedi.

Gerçek Gündem’in aktardığına göre, Sırrı Süreyya Önder’in Ayşegül Doğan’ın sorularına verdiği cevaplardan satır başları şöyle:

“12 Eylül kendisinden sonraki bütün kötülüklerin anasıdır, hepsi ondan doğdu, ondan cesaret aldı, onun zamanında kurumsallaştı. Baskı ve zulüm arasında dönemsel hiyerarşi kurmak hem zor hem de faydasızdır. Ama şunu söyleyebiliriz, iki dönem hukuksuzluk kulvarında yarışsa ipi beraberce göğüslerler.

“BU DÖNEMİ YAPSAM RİYAKÂR MUHAFAZAKARLIĞI İRDELEMEKLE İŞE BAŞLARIM”

Bu dönemi yapmak istesem riyakâr muhafazakarlığı mutlaka irdelemekle işe başlarım. Bu dönemde hakim yapının çözümlemesini buradan yapmazsanız yaptığınız bütün karakterizasyon, karakter yaratma süreçleri eksik kalabilir. Dolayısıyla ikili bir şeyi var. Karşınızda savunduğu şeye inanan bir yapı yok. Mesela karşınızda islami usul ve esaslara göre bu ülkeyi yönetmek isteyen bir yapı yok. Muhtemelen islami bir yönetim şeklinin fragmanı olsa, ülkeden ilk kaçacak olanlar bunlar. Bir fragman olsa da görsek ilk terk edecek olan bunlardır. Bir bu boyut var İki bu hukukla ufak ufak oynama biçimi önce mahcup bir şekilde, giderek de pervasızlaşan, biz kendi işimize bakarız noktasına kadar getiren o süreçlere yoğunlaşırdım.

“GEZİ TUTSAKLARINI SELAMLIYORUM”

Şimdi sinema demişken, Çiğdem Mater’i anmadan geçmeyeyim. Çiğdem şu an Gezi meselesinde çekmediği bir filmden cezaevinde tutuluyor ve tıpkı geziden dolayı içeri alınan başta Kavala olmak üzere oradaki bütün arkadaşlarımız gibi. Hukuk hiç bu kadar usulen bile olsa gözetilmeyen bir noktada değildi. Bir analoji kurmak gerekirse İstiklal Mahkemesi yargılamalarında önce idamına sonra delillerin tahkikatına kafasına geri dönülmüş bir noktada. Bu itibarla Çiğdem ve Osman başta olmak üzere bütün Gezi’deki tutsak arkadaşlarımızı da saygıyla selamlıyorum.

“BUGÜN SİYASETEN MAHKÛM OLAN YARIN BU ÜLKEDE BAKANLIK YAPABİLİR”

Hapishanelerin benim üzerimde bir yaptırım şeyi yok. “Eyvah hapse düşerim.” Bu doğal bir kaygıdır. Hapislik kötü bir şeydir. “Eyvah hapse düşerim, özgürlüğüm kısıtlanır, artık sağlık sorunlarım da var, ne yaparım?” falan filan. Bu sağlıklı düşünebilen her bireyin taşıması gereken kaygılardır ya da onun tersi yiğitlik falan değildir. Ama bende hapishanelerin ya da cezanın bir yaptırım değeri yok.

Dolayısıyla cezaevi şey değil benim için, böyle düşünülecek, kaygılanacak bir şey değil. Bu ülkede de siyaseten mahkûm olmakla siyasi iktidarın paydaşı olmak arasındaki mesafe çok kısadır. Yani bugün siyaseten mahkûm olan yarın bu ülkede bakanlık yapabilir. Gerçekten o ara çok kısadır. Onun için siyasi mahkûmiyetleri çok önemsemem. Sadece ülke adına kaygılanıyorum ve bir sürü genç arkadaşımız adına kaygılanıyorum. Sağlığını kaybeden arkadaşlarımız var, bunlar adına kaygılanıyorum. Seçilmiş bir halk temsilcisinin yasama ve temsiliyet görevini yaparken ve bu süreçte sarf ettiği sözler ve yaklaşımlardan dolayı mahkûm edilmesinden ülkem adına derin bir utanç ve üzüntü duyuyorum.

“KİNİ İNSANIN KALBİNE YÜK SAYAN BİR ANLAYIŞIM VAR”

Raci Tetik, şimdi hayatını kaybetti. Sağlığında diyeceklerimi demiş olmanın şeyiyle konuşayım. 12 kişiydik. Darbeleri Araştırma Komisyonu vardı. Mamak Cezaevi’yle Diyarbakır Cezaevi 12 Eylül’le müsemma iki toplama kampı misali yerdi. Arkadaş, adamı dinlemeye hiçbir komisyon üyesi gelmedi, adama soru sormaya. Komisyon başkanı Nimet Baş, MHP Milletvekili Atilla Kaya ve ben. Komisyon başkanını saymazsan bir MHP’liyle, o zaman BDP’ydi, bir BDP’li gittik adama soru sormak, dinlemek için. Ben işkence konusunda tolerans, unuttum, affettim gibi yaklaşımın çok faydası olduğunu da düşünmüyorum, çok gerçek olduğunu, bunu söyleyenlerin çok sağlıklı düşündüğünü de düşünmüyorum. Ama, buna yaklaşım işkencesiz bir gelecek için kaygısını hiç gütmeden ve bu çerçevede olmalı. Onun ötesinde gerçekten kini insan kalbine yük sayan bir anlayışım var. Kişisel dairede onu affedersin affetmezsin, bu önemli bir şey, ama buna yaklaşım, “kardeşim, bak, üzerinden şu kadar yıl geçti, yeniden kötü muamele yapacak olanlar, yeniden insan onurunu hiçe sayanlar, buna tevessül edenler bunun akıbetini görsünler, ders alsınlar” ve işkence konusunda da, işkenceye itiraz etme bahsinde de bir bilinç oluşsun. Temel yaklaşımım buydu ve son derece de adamla bir tartışma yaşadık. O ana kadar kişisel olarak kendi hikâyemi çıkartma şeyinde değildim. Oysa anamın gözünün önünde beni, benim gözümün önünde anamı döven bir yerin tek sorumlusuydu. O tel tel dökülme, o pejmürdeliğini gördüm. İçimde bir öfke, bir kin olmadan biraz o yüzleşmeyi tarihe şerh etme amaçlı yaklaştım. Birçok dinlediğimiz insan için de böyle yaklaştım. Fakat şey bana çok tesir etti. 12 kişilik komisyondan sadece iki kişinin bunu merak etmesi, buna dair sorusunun olması.

“RACİ TETİK BULUNDUĞU NOKTADAN BİR ADIM GERİ ATMADI”

Bence akli melekeleri çok yerinde değildi. Bulunduğu noktadan bir adım geri adım atmadı, öncelikle onu söylemeliyim. Ama ağır bir tedavi uygulanıyordu ve kendisinin beyanıyla, östrojen hormonu veriliyormuş, dokuyla ilgili bir hastalığı vardı sanırım. Hiçbir şey anlamamış. O anlamamışlığını da göstermenin önemli olduğunu düşünüyorum. Atçalı Kel Mehmet dedik ya, devletin kutsal bir şey olduğunu, devletin kendisi için tanzim edilmiş bir örgütlenme diyelim en teknik ifadesiyle, değil de ama kutsal bir şey olduğunu varsayan, küçük yaştan depremle yetim kalınca Darüşşafaka, oradan askeri okulla şekillenmiş bir şey. Bir parça şey de ettim, üzüldüm de haline yani. İnsanlıktan hiçbir nasibini almamış, nasibini alacak bir ortam da olmamış, böyle bir ömür. Bununla anılmak bir insana, varsa yakınlarına yeterince ceza diye düşünüyorum.

“HAPİSHANE OLMASAYDI BUGÜNKÜ BEN OLMAZDIM”

Ya yapanların, zulmedenlerin utancını, zulmedenlerin boynuna astığında, orası çok geliştirici ve insanlara yoğunlaşma zemini veren mekânlardır. Özgürlüğü saf böyle hareket serbestliği olarak almıyorsan, daha geniş kapsamlı alıyorsan ve seni içeride tutma sebepleri senin onurunsa, hapislik adama bir şey yapmaz. Nedir? Şeref madalyamdır. Elbette ki olmasa iyi, ama oldu diye dünyanın sonu değil orası da. Hapishane olmasaydı bugünkü ben olmazdım. Kim bilir neye benzerdim? Yani bundan eminim mesela. Onun için hayıflanılacak bir şey değildir, imrenilecek bir şey hiç değildir.

“HAKKIMDAKİ DAVA SAYISI SÜREKLİ DEĞİŞİYOR”

Hakkımdaki dava sayısı sürekli değişiyor. Şimdi bir Kobani Davası’ndan yargılanıyorum. Diyarbakır’daki üç dört dosyam Kobani Davası’yla birleştirildi. Kobani Davası’yla birleştirilince “toplamda üç dört davam kalmış” diye düşünürken, onun birleştirme kararı alındığı gün Diyarbakır’da iki yeni dava daha açıldı hakkımda. Sonra hadi onların birinden, cumhurbaşkanına hakaretten 10 ay ceza aldım. Bu böyle sürerken birdenbire Yargıtay, o Kobani Davası’yla birleştirilen dosyaların birleştirilme kararını bozdu. Şimdi yeniden Diyarbakır’da, 7 yıldır yargılaması bitmeyen bir süreç, Diyarbakır’da yeniden sıfırdan başlayacak. Onun için, günden güne değişiyor dememdeki şey bu. Bir şekilde birinden ceza aldığında bütün bu dosyalar yeniden ihya ediliyor. O yüzden çetelesini tutamıyorum. Bugün kaç davam var, yarın kaç dava olacak, onu bilmek mümkün değil. Çözüm süreciyle ilgili olan var, ilgili olmayan var. Muhtelif. Ne yapmışsak dava konusu, ne söylemişsek dava konusu. Yaptığımız bir şey yok. Tümü söze dair, söylediğimiz şeylere dair. İşte “terör propagandası” yapmak en hafif deyimiyle. Dosyalar bunlar.

“BİZ TÜRKİYELİLEŞMEKTEN TÜRKİYE’NİN BÜTÜN MAZLUMLARININ SESİ OLMAYI KASTETTİK”

HDP’den bu cümleyi kurmasını isteyen ne kadar yapı varsa beraber ve solo şekilde Selahattin Bey’e hücum ettiler. Bunlar bu kadar riyakâr, ahlaksız ve tutarsız insanlar. İkincisi Selahattin Bey çok kıymetli bir çabanın içerisinde. Bütün bu kitlenin çektiklerini ,yaşadıklarını birinci elden yaşayarak, çekerek, bedel ödeyerek ve santim taviz vermeyerek iradesinden, altı senedir zindanda. Bu birçok arkadaşımız için geçerli ve seçmen kitlemizde böyle bir olayı tecrübe etmeyen hanemiz yok bizim. Selahattin Bey’in yapmak istediği bu acılaşmanın önüne geçmek aslında. Yani herkes zannediyor ki bu histerik milliyetçi hezeyanlara karşı bir yaklaşım geliştiriyor Selahattin Bey. Ben hiç öyle okumuyorum.

Ben en çok da bu canı yanan kendi kitlemize bir yeniden bir durun, daha serinkanlı düşünmeliyiz daha geleceği öncelemeliyiz, çok bedel ödedik çok canımız yandı ama bu görev ve sorumluluk da bizim boyunlarımızda. Selahattin Bey’in en çok böyle düşün, yaklaştığını görüyorum düşünüyorum, yoksa Türkiyelileşmeyi Türkleşme olarak telaffuz ediyorlar, böyle telaffuz etmeseler sadece HDP ve öncülü siyasi partilerin meclis performansına baksalar Türkiye’nin ne kadar yakıcı sorunu varsa orada en temel en demokratik tutumu bu partilerin aldığını görecekler. Biz Türkiyelileşmekten, Türkiye’nin bütün mazlumlarının sesi olmayı kast ettik, halen de o noktadayız. Fakat ahali Türkiyelileşmeyi Türkleşme olarak tercüme etmek istiyor. Sürekli de buna zorluyor, bunu yaparken de terbiyesizleşiyorlar.

“HDP’Lİ OLDUĞUMU TEKRAREN DEKLARE ETMEYİ AHLAKİ BORÇ OLARAK GÖRÜYORUM”

Daha milletvekiliyken, bunun son dönem olduğunu, her yer ve her şey güllük gülistanlık gibiyken söylüyordum. Çünkü yapmayı düşündüğüm, yazmayı düşündüğüm, çekmeyi düşündüğüm bir sürü şey vardı. Ve siyaseti gerçekten ve gerçekten benden iyi yapabilecek de binlerce HDP’li genç, atak, istekli arkadaşlarımız vardı. Fakat gelinen noktada HDP’nin yanında durmayı, HDP’li olduğumu tekraren deklare etmeyi bir ahlaki borç olarak görüyorum. Yani, bu toplumda yola çıktığımız, bize omuz veren, barış için bizle beraber ya da bizden daha fazla bedel ödeyen, hayatını kaybeden, özgürlüğünü kaybeden insanlara karşı bir ahlaki borç olarak gördüğüm için bu danışma kurulundayım. Bana bir şey danışılacağından ya da fikrimin çok kıymetli olduğunu zannetmemden değil, sadece “buradayım, yine yanınızdayım, birlikteyiz, bir dayanışma içerisindeyiz, size ne geliyorsa bana da o gelsin” tavrıdır. Kişisel olarak bunu kabul etmemin temel gerekçesi böyle bir borç duygusudur. Bir de millet siyaseti hep ille de vekillik gibi algılıyor. Aslında bu anlayışı da bir yerinden kırmak gerekiyor. Vekil olmadan da yapılabilecek birçok şey var.

“GÜNLÜK SİYASET BENİM AÇIMDAN KAPANMIŞ BİR BÖLÜM”

Omuz vermeye, elinden geldiğince, gücüm yettiğince devam edeceğim. Ama günlük siyaset hem sağlık sorunları bakımından, hem yapmayı düşündüğüm diğer şeyler bakımından, benim açımdan kapanmış bir şey bölüm.

“TÜRKİYE’DE AYAK BASMADIĞIM KASABA YOLU KALMADI”

Liseyi bitirene kadar Adıyaman’daydım. Lise üçte ilk defa İstanbul’u gördüm. İstanbul’u görene kadar da sadece Malatya’yı görmüştük, Adıyaman’ın dışında. Çocuktum. Bir komşumuz vardı, sık sık annesinin feryadıyla uyanırdık. Adıyaman’da böyle damlar bitişiktir. Toprak bir evimiz vardı, kerpiç. Bitişik nizam, sokağın bir başından damlardan sokağın sonuna kadar gidebilmem mümkün. Sabah annenin feryadıyla uyanırdık. Kudret ablaydı zannediyorum adı. Derlerdi, “Kudret’in oğlu gurbete kaçmış.” Ben yıllarca, yani lise ikiye kadar, Kemalettin Kamu’yu okuyana kadar, gurbeti böyle Antep gibi, Malatya gibi bir yer zannederdim. O kadar Adıyamanlıyım ben. “Gurbete kaçmış.” Bir müddet sonra bir dayak sesiyle yine uyanırdık. Gurbetten dönmüş, anası tarafından cezalandırılıyor. Onun için Adıyaman’dan üniversiteyle beraber Ankara’ya çıktım, işte Ankara, İstanbul, ondan sonra cezaevi süreci. Cezaevinden çıktıktan sonra da bu kamyon şoförlüğü… Türkiye’de ayak basmadığım kasaba yolu kalmadı diyebilirim. Böyle bir şeyimiz var.

“KLASİK BİR MÜLKİYELİ DEĞİLİM, İKİNCİ SINIFINDA CEZAEVİNE GİRDİM”

Söylemesi ayıp. Ben dereceyle girdim Mülkiye’ye. O zaman, bizim zamanımızda 16 tercih hakkımız vardı. Ben sadece iki tercih yapmıştım. Birincisi Ankara Siyasal, ikincisi Ankara Hukuk. Bunu yapmamın tek gerekçesi vardı, devam mecburiyetinin olmayışıydı. Çünkü hem okuyup hem çalışmak zorundaydık. Aldığım o günün üniversite puanıyla giremeyeceğim okul yoktu. Siyasal’a da ilk üç beş içerisinde girdim. Ama işte çalışmak zorunda olduğum için birinci tercihim Siyasal’a girdim. Ve okula pek az gittim, gerçekten çalışıyordum. Marley işçiliği yapıyordum Ankara’da. Batıkent Kent-Koop’tu o zaman, yeni yapılıyordu. İlk blokunun marley zemin döşemesinin… “Marley neye denir”i de ilk orada öğrenmiştim. Öyle. Siyasal’ı tercih edişim bundan dolayı. Klasik bir Mülkiyeli değilim. O havayı fazlaca soluyamadım. Zaten ikinci sınıfında da cezaevine girdim.

“ADIYAMAN’DA BİR NESLİ BEN EVLENDİRDİM DİYEBİLİRİM”

Kalabalık evde büyüdük. Tek yatağımız vardı. Uzunlamasına serer, sübhaneke boncuğu gibi yan yana dizilirdik. Böyle bir evde büyüdük. Ama o evimiz, yani baba tarafının tamamı Adıyaman’ın ilk sosyalist düşünceyi savunan, benimseyen, bu uğurda bedel ödeyen insanlarıydı. O anlamda sosyalist bir kültürü teneffüs ederek büyüdüm. Öte yandan, anne tarafım, dayılarım da Adıyaman’ın 10-12 Nurcu’sundan biriydi. Dolayısıyla yetim olduğumuz için onlar da kol kanat geriyorlardı. Onlara gittiğimizde işte Risale okumaları yapardık, buraya geldiğimizde Marksist okumalar. Başlangıçta hiçbirinden bir şey anlamama hali, ama biraz daha yetişince sosyalizmin ıstıraplarımıza daha iyi geleceği konusunda net bir karar verdik ve öyle devam ettik.

Babam ölünce fotoğrafçıya çırak olarak girdim. Adıyaman’da iki fotoğrafçı vardı o zaman. Aslında tek fotoğrafçı Foto Cem’di. Diğeri biraz daha böyle antik bir fotoğrafçı dükkânıydı. Çok eskiydi. Lise 2’ye kadar o fotoğrafçıda çalıştım. Çırak olarak girdim, ustalığa kadar çıktım. Bir fotoğraf stüdyosunun bütün proseslerini şey ederim. Renkli fotoğraf tab’ı çıktığı sene fotoğrafçılığı bıraktım. İyi bir rotüşördüm. Yani şimdi photoshopla yapılan işleri negatif üzerinden, çok genç yaşta ve ustaların dediğine göre, iyi yapardım. Her gece, kentin tek fotoğrafçısı olduğu için, her gece düğün fotoğrafı çekmeye giderdim. Adıyaman’da bir nesli ben evlendirmişim diyebilirim. Yani hepsinin o düğün fotoğraflarını belli bir dönemin ben çekmişimdir.

“UÇAĞA BİR KERE BİNDİM O DA SİLAH ZORUYLA”

Uçağa bir kere bindim o da silah zoruyla gözaltına alındığımda. Ankara’dan Diyarbakır’a uçakla götürdüler. Onun dışında hiç uçağa binmemişim, vekillik döneminden bugüne kadar.

Sabaha karşı 4:00. Gittik 300-400 kişilik büyük bir uçak. Ben, Abdullah Zeydan, Figen Başkan, üçümüzüz sadece ve 20’ye yakın da polis. Bizim için öyle bir uçak tahsis etmişler. 5:00 sularında uçak kalktı zannediyorum, altıya çeyrek kala şeydeydik, Elazığ üzerinden pasaj yapmaya başlamıştı uçak. Dedim, “ulan”, yüzlerce belki binlerce defa gidip gelmişim, “ulan” dedim, “şimdi Ankara’dan çıksam ben daha yeni Gölbaşı’ndaydım.” Baya konforlu bir şey aslında falan diye. İlk aklıma gelen o oldu. Ama bir kez bindim diye “sonradan yine binerim” yapmadım. Uçağa binmeme şeyinden mutluyum.

“SENARYOLAR YAZIYORUM, İKİ DE ROMAN ÇALIŞMAM VAR”

Senaryolar yazıyorum. İki tane de roman çalışmam var. Ama eski cevvalliğim yok. İşte, eskiden bir yılda bitirebileceğim bir çabayı şimdi biraz daha uzun bir zaman diliminde ele alıyorum. Yaşlılığın tadını çıkarıyorum. Yaşlılık çok konforlu bir şey ya da yaşlanmak da artık yaş almakta olduğumun farkındayım. Bunun tadını çıkarıyorum. Biraz torun olgusuyla tanıştım. Torunla uğraşıyorum. Memlekete kafa yormaya, elimden geldiğince her kesimden ama her kesimden insanla düşüncelerimi paylaşmaya, düşüncelerini anlamaya, anlamaya çalışmaya devam ediyor. Yaptığım bu. Bir de zaman üzerine, zamanın kendisi üzerine bir senaryo çalışmam var.

Zülfü Livaneli’nin “Serenat” romanının uyarlamasını yaptım. O herhalde yakın bir zamanda çekilecek. Zülfü abiyle böyle bir verimli iş birliğimiz oldu. Onun dışında iki roman; birisi 1910’ların İstanbul’unu anlatan bir roman, ama inanç boyutuyla ele alan bir roman, diğeri de ezelden beridir elimde olan, bir türlü içime sinmeyen, sürekli yapıp bozduğum bir Fırat destanı. İkisinde de kahrımı kıymetli editörüm Müslüm Yücel çekmekte. Zaman zaman frenime basıyor, zaman zaman teşvik ediyor, zaman zaman fırça atıyor. Böyle yürüyüp gidiyoruz.

“ŞİMDİ SİNEMAYI YENİDEN ÖĞRENİYORUM”

Sinema öyle yarı amatör uğraşılacak bir disiplin değil. Bir şekilde daha nitelikli ve geniş bir zamanı ayırmak gerekiyor. O ilgili olduğum kısmı sadece seyirci ve bazı arkadaşlarımıza amatör ve bazı arkadaşlarımıza katkılar, dayanışma katkıları sunmaktan ibaret. Şimdi sinemayı yeniden öğreniyorum ben. 12 sene gibi bir ara verince…

 

 

HENÜZ YORUM YOK