Sinemanın ruhu ya da ruhun sineması!

SİNEMA | M. NEDİM HAZAR 

Özellikle Türk dizi sektöründe yoğun bir psikolojik ya da medikal filmler patlaması yaşanıyor. İşin uzmanları pek çok dizinin gerçeklikten uzak olduğunu ifade ederken, Netflix’te yayınlanan Bir Başkadır ismi gibi başka bir yere konuluyor. Baştan sona marazi tiplerin birbirine değen öykülerinin gerçekçi bir anlatımla ele alındığı dizi, yedinci sanatın psikoloji ve sosyolojiye bakışı hakkında da tartışmaları beraberinde getirdi.

Sinema kurguyu keşfettikten sonra ilk örneklerinde başlamış psikolojik eserler vermeye. Zaten işin doğası da böyle olmasını gerektiriyor.

Psikolojinin işin içinde olmadığı bir insan faaliyeti düşünebilir misiniz? Bir faaliyet olsun ki, bütün motivasyonlarını insandan alsın, insana hizmet etsin, insana dair olsun, insanın hizmetine sunulsun da psikolojiden bağımsız olsun! Kabul edelim ya da etmeyelim, aklımıza gelen, insana dair, her ne varsa psikoloji ile bir kan bağı kurmak mümkün, hatta kimi zaman zorunluluk. Ama bu yazıda herhangi bir faaliyeti değil yedinci sanatı, sinemayı ele alacağız, yedinci sanatın psikoloji ile ilişkisini. Peki işe nereden başlamalı?

Belki de kapsamlı bir soruyla: Psikoloji ile sinemayı bir arada düşünmemizi sağlayan motivasyonlar nelerdir?

Elimizde şunlar var: Bir yanda insan davranışlarını anlama gayretinde bir bilim dalı olarak psikoloji ve diğer yanda bu davranışların ve ilişkilerin tüm inceliği ve estetiği ile perdeye aktarıldığı, yansıtıldığı bir sanat dalı olarak sinema.

Zaten ne olursa ikisi bir araya gelince oluyor; akıl temelinde yükselen bir kaynak olarak bilim karşısında derin idrak düzeyini işaret edebilen aşkın bir yöntem olarak sinema işte tam burada psikoloji ile el ele veriyor. Genelde sanat ve özelde sinemanın bilimden faydalandığı inkâr edilemez bir gerçektir ancak sanatın bilimden öğreneceği ne olabilir ki? Oysa sanat bilimi uzanamayacağı ufuklara taşıma kudretine sahiptir.

Burada biraz sanatın lehine konuşmakta bir sakınca olmasa gerek. Psikolojinin nesnelliği karşısında sinema, sübjektif olmasından kaynaklanan özgün duruşuyla, bizi öznellikten evrensele, bütüne doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Bir sanatçının insanı ve eşyayı kavrayışından çok şey öğrenilebilir. Kaldı ki sinema didaktik bir üslupla yapmasa da yine de estetik bir anlayışı, algı ve idrakle sürpriz oyunlar oynayarak kendine özgü üslubuyla sunabilir (Tarkovski sinemanın insana bir şey öğretemeyeceği üzerinde özellikle durur ve onun işaret etme, ayna tutma vasfına vurgu yapar).

Kısacası kaynakları farklı, eşyaya bakışları farklı iki insani faaliyet: Psikoloji ve sinema… Peki bu durumda nasıl oluyor da birleşiyor ve dahi iç içe giriyorlar? 

Öncelikle her ikisi de insan odaklı elbette. “Bakan yer” farklı olsa da “bakılan yer” aynı! Diğer yandan daha basit bir düzeyde baktığımızda, sanatçının ürettiğini izletebilmesi ve isteneni üretebilmesi için psikoloji sinemaya bir araçtan öte amaçsal bir duruşla katkı sağlıyor diyebiliriz. Fakat yine de her şey o kadar basit değil! Sinema anlatım imkanlarının genişliğine psikoloji sayesinde biraz daha katkı sağlıyor demek fazla cesur bir çıkış olmasa gerek. O zaman sinemanın psikoloji üzerinden bize sunduğu bir diğer fırsatın bilim ve meta üstü, aşkın bir kavrayış ve-ya sorgulama imkânı vermesi olduğunu söyleyebiliriz.

Başka bir deyimle insana dair olan yine insani bir duruşla, duyguyla ve hareketle yani psikolojiyle verilmiş oluyor. Bu manada diyebiliriz ki, Psikoloji sinemayı samimileştiriyor. Ve sinemayı üstün kılan özelliği ortaya çıkıyor: “Size ait olmayan bir içsel halin fenomen haline gelmesi.”

Bu bağlamda sinema psikolojiyi kullanarak sizi sizden olanla buluşturduğu, yüzleştirdiği gibi “öteki” olana da yakınlaştırıyor. Böylece psikolojinin, sinemanın tasvir etme kudretinin hizmet ettiği amacı gerçekleştirmede kaçınılmaz gerekliliği ortaya çıkıyor.

Özetle sinema ilişkilerimize, acılarımıza, tutkularımıza, zaaflarımıza, travmalarımıza, yabancılaşmaya, cinselliğe, şiddete, hayata ve ölüme, hayatın manasına dair kaygılarımıza, gerçek manada insana ve psikolojisine dair olana ayna tutuyor. Bazen bütüne bazen bir kısmınıza ama insana dair, bize dair olana… Hangimiz seyrederken bir sinemayı bir müddet sonra başrolü kapmıyor ki oyuncunun elinden? Kahraman olmuyor, aldatan, aldatılan, iyi adam, kötü kadın olmuyor? Sinema bazen bütün bir psikolojimizi yansıtma kudretini gösteriyor bu manada bize. İzlediklerimiz adeta dillendiremediklerimiz, yüzleşemediklerimiz ve dahi ismini vermek istemeyen bir seyircinin bilinçaltı, “mahremi” oluyor bazen.

Sinema ve psikoloji arasındaki ilişki değişik açılardan ele alınabilir elbet. Ama iki temel ayrım söylemeden geçilmeyecek kadar önemli: Bu ayrımlardan ilki sinemanın psikolojik marazları bizzat konusu haline getirmesi bir diğeri ise psikoloji biliminin kuramlarını, bakış açılarını kaynak olarak kullanması gibi… İlk durumda yani psikolojik marazların sinema tarafından konu haline getirilmesi durumunda bu tür marazlar mümkün olduğunda ekstrem örnekler halinde veriliyor.

Mulholland Drive review – David Lynch's delirious masterpiece still stands  tall | Mulholland Drive | The Guardian

David Lynch’in Mullholland Dr. adlı filmini, Hitchcock’un Psycho’sunu göz önüne getirirsek bu durum kolaylıkla anlaşılacaktır. Psikolojik marazların olabilecek en ileri halleriyle ele alındığı bu filmler aslında bilimsellik iddiasından bir hayli uzak. Ama biz buna sanatın özgürlüğü diyelim.  Bir diğer durumda ise psikoloji biliminin kuramları sinemanın karakterleri, karakter çatışmalarını, karakterin eylem-amaç ilişkisini zenginleştirmek için sıklıkla kullanılmış ve tabii bu yol daha bilimsel.

Dolayısıyla bu iki açıyı gri bir çizgi ile ayırmak mümkün ancak gelin biz psikolojik marazların sinemaya direkt ana tema olduğu psikolojik film kategorisiyle başlayalım.

Psikolojik filmleri de kendi içerisinde, bilim kurgu, gerilim, deneysel ve kişilik bozuklukları gibi alt kategorilere ayırmak mümkün.

Hey Trinity, kurtar bizi!

The Matrix Trilogy Is Not About Human Liberation, but About How Machines  Cannot Liberate Themselves from Their Masters - Film/TV - The Stranger

Psikolojik bilim kurgu deyince elbette aklımıza ilk gelenlerden biri, Larry ve Andy Wachowski kardeşlerin yazıp yönettiği, 1999 yapımı Matrix. Sizi gerçeklikle yaşadığınız düzen içerisinde çatışmaya ve şüpheye düşüren, bir film sadece deyip geçemediğiniz hatta bilerek ve isteyerek kendinizi kaptırdığınız bir bilim kurgu örneği. Hangisi gerçek? Kurtarıcımız kim? “Dünya ve gerçek diye sarıldığınız şey aslında bir simülasyon” uyarısı ile hangimiz bu lensle “olabilir mi ki acaba, ya olsaydı?” diye bir an olsun düşünmedi?

Uyan derin uykulardan!

Leonardo DiCaprio heeft OOK geen idee hoe 'Inception' nu precies eindigt -  Newsmonkey

Diğer yandan bu alanda verilebilecek en güzel örnek belki de 2010, Christopher Nolan imzası taşıyan Başlangıç (Inception) filmi. Yine bir bilim kurgu ve bizzat filmin konusu kurgu. Bana hayatımı geri verin diyen bir adamın yeniden başlamak için girdiği çıkmazın filmi. Adeta zihin oyunları ile sizi psikolojik olarak etkisi altına alan bu filmi izlerken kaçımız uykuda rüya gördüğünü bildiği halde hala rüyanın içinde olduğu anları hatırlamadı? Mümkün mü? Belki de…

Sana bir şizofrenin gözüyle bakıyorum ey hayat!

20 years of Fight Club [20 year old spoilers]

Daha önce değindiğimiz gibi, sinemanın psikolojiye dair bize sunduğu en büyük fırsatlardan biri içsel bir olay ya da olguyu bir fenomen haline getirebilmesi. Burada Fight Club filminde ele alınan şizofrenik kişilik bozukluğunu hatırlamamak mümkün mü? Sinemanın anlatım imkanları olmasaydı aynı bedende yaşayan iki değişik psikolojiyi aynı anda nasıl algılayabilecektik! Birisi düzenle uyum içerisinde olan diğeri ben bu dünyada bu şekilde yaşamak istemiyorum diye bas bas bağıran iki kişiyi aynı senaryo içerisinde farklı karakterler olarak ele alabilmek sinemanın özel imkanlarıyla ilgili değil de nedir! Bu duruma yine en güzel örneklerden biri olarak Ron Howard imzalı 2001 yapımı Akıl Oyunları (Beautiful Mind) çıkıyor karşımıza. Filmde aklıyla aklının oyunlarına savaş açmaya çalışan bir adamın psikolojik marazlarına, yaşamına ortak oluyorsunuz. En etkileyici tarafı ise anlatıcı birinci kişi yani kendisi. İzlerken bir de seyirci başrole soyununca buyurun manzaraya. Hepimiz şizofreniz. Çıkmazlarıyla, zaaflarıyla verdiği mücadele, başarı ve yenilgileriyle bir şizofren… Film bize anlatıcının zihninden sesleniyor: “ Bir şizofrenin gözüyle, zihniyle bakın hayata!”

Diğer yandan hala aramızda tartıştığımız inatla kendi sonlarımızı yazdığımız, sorguladığımız ve normalde olmayan ama varsayımlardan yola çıktığımız biraz da deneysel psikolojik filmler var ki bunlar gerçekten de psikolojimizde uyarıcı ve sorgulatıcı etkiler bırakıyor.

Sen Hastasın!

Did you know Leonardo DiCaprio starrer 'Shutter Island' has this Marvel  connection?

Deneysel psikolojik film örneğinin en güzel örneklerinden birisi kuşkusuz 2009 yapımı Martin Scorsese imzalı Zindan Adası (Shutter Island) filmi. Filmin sonunda kendinizden şüphelenip, “Nasıl yani?” dedirten bu film akıl hastalarının üzerinde deney yapılan gizli bir adaya “sözde” görevlendirilen bir dedektifin öyküsünü anlatıyor bize. Peki bu öykü gerçekte ya dedektifin zihin oyunlarından bir ise? Bir anda psikolojinizi deneysel işlemlere maruz bırakmamak adına dedektifle birlikte verdiğiniz bu araştırma mücadelesi sonunda deli olduğunuzu anladığınızdaki durumunuz gerçekten görülmeye değer! Ama belki de değildiniz…

Guguk Kuşu

Working Titles: One Flew Over the Cuckoo's Nest

“Bir psikoloji filmi ancak bu kadar yaklaştırabilir bizi bir deliye” dedirten bir film… 1975 yapımı Milos Forman imzalı Guguk Kuşu (One Flew Over the Cuckoo’s Nest). Özgürlüğüne düşkün ve deli olduğunu iddia ederek akıl hastanesine giren ve buradaki delilerin “aklını” çelmekle suçlanan bir adamın öyküsü. Film aynı zaman da Tarkovski’nin Nostalji adlı filminde bir delinin manifestosunda geçen sözleri hatırlatıyor bize. Manifestosunu yapıp kendini yakan bir delinin biz akıllılara uyarısı. Diyor ki: “… özgürlük faydasızdır; eğer yüzümüze bakmaya, bizimle yemeye, bizimle içmeye, bizimle uyumaya cesaretiniz yoksa! Dünyayı yıkımın eşiğine getirenler, sözüm ona sağlıklı olanlardır…” Film sorgulatan görüntü ve diyaloglarıyla, kurulan ilişki biçimleriyle bazı şeylerin yeniden düşünülmeye değer olduğunu hatırlatıyor seyirciye. Ve film 1993’te “Kültürel, estetik ve tarihi olarak önemli” filmler arasında ABD ulusal film arşivindeki yerini aldı.

Siyah Kuğu hepimizin içinde!

An Analysis of Black Swan — Spaces Quarterly | A Modern Living Guide

Psikolojik gerilim türlerine geldiğimizde ise inanılmaz bir zenginliğe sahip birbirinden güzel arşivlik filmler bizi beklemekte. Gerilim türünün diğer psikolojik film türlerinden farkı biraz daha gündelik hayat eksenli ilerlerken ani çıkışlarla veya adım adım yükselen bir tempoyla sizde bu gerilim hattını oluşturması. Hikaye ne bilim kurgu ne de olasılık dışı varsayımlardan yola çıkmayıp gayet sıradan bir hayat hikayesi içerisinde gelişiyorsa durum daha da gerici olabiliyor. Çünkü seyirci hikayenin olabilirlik skalasının kendi dünyasına yakınlaştığını hissediyor ve “böyle bir şey mümkün değil ama ya olsa “ gibi bir düşünce tarzından bir basamak daha ilerleyip başrole girip tepkiler vermeye başlıyor ve salondan çıkışta sinema bitmiyor adeta. Örneğin Darren Aronofsky imzalı 2010 yapımı Siyah Kuğu… Mükemmeliyetçiliğin pençesine “düşmüş” naif bir kadının, bir bale sanatçısının, siyah ve beyaz kuğu olmak üzere canlandıracağı ikili bir başrol oyununa seçilebilmek için verdiği mücadelede geçirdiği evrimi daha doğru bir ifadeyle içindeki siyah kuğunun varlığını keşfetmesi öyküsünü anlatmakta. Beyaz kuğu için eşsiz bir seçenek olan karakterimiz siyah kuğu içinse pek uygun görünmemekte. Siyah kuğu için ise uygun olan rakibi bütün gücüyle karakterimizin psikolojisini bedeninde sonuçlar doğuracak derecede taciz ve tahrik etmekte. Ve sonunda rolü kim kapıyor dersiniz? Ne fark eder ki? Siyah kuğu hepimizin içinde!

Eğleniyor muyuz?

Funny Games U.S. - Movie Review - The Austin Chronicle

Gerilim deyince psikolojimize sinir uçlarımıza varana kadar dokunan bir gerilim filmi olarak 1997 yapımı( 2007 de İngilizce olarak yeniden çekilmiş bir film) Michael Haneke imzalı Ölümcül Oyunlar (Funny Games) elbette bahsetmeden geçemeyeceğimiz bir örnek. Tatile giden Avrupalı bir ailenin heyecanlarını dahi yaşayamadan anlamsız ve absürt bir biçimde psikolojilerini alt üst eden bir olaylar zinciri içerisinde kendini bulması öyküsü… Düşünün ki iki adam geliyor sizden birkaç yumurta istiyor ve bir daha evinizden çıkmıyor! Üstüne psikolojik ve fiziki şiddete maruz kaldığınız bu durumu açıklayacak hiçbir sebep yok! Oysa onlar çok eğleniyor.

Bu tür filmlerin seyircinin psikolojisinden çok sinirini bozması ise filmin en tahrik edici tarafı belki de! İzlediğinizde aklileştiremediğiniz bu olaylara kendinizi içinde bularak verdiğiniz tepkiler ise sinemanın bu durumu tasvir etme kudretine psikolojik hamlelerle çektiği bir cila adeta…

Alfred Hitchcock’un 1960 yapımlı Psycho’su yine psikolojik marazları olan bir adamın olmayan annesi ile olan ilişkisini anlatan, içsel bir kişilik bozukluğunu (disosiyatif kişilik bozukluğu) bir fenomen haline getirip bize sunan ve yine ABD ulusal film arşivine alınan bir film. Diğer bir örnek yine bir şizofreni vakası… 1999 David Fincher Yapımı Dövüş Kulübü (Fight Club). Anlatıcının gözüyle, büründüğü çift karakterli hayata şahit oluyoruz. Başrolümüzün modern hayat travmalarının onu sürüklediği noktada rehberinde arayacak bir arkadaş dahi bulamamasından yola çıkan filmimiz, “mülayim” kişiliğini bir yolculuk sırasında tanıdığı bir sabun satıcısının arkadaşlığı ile kaybediş ( ya da gerçek/ihtiyacı olan kişiliğini) öyküsünü anlatmakta. Elbette bu arkadaş bir halüsinasyondan ibaret! Film zihinde kurgulanan veya yaratılan kişiliklerin anlatıcı gözüyle birinci elden hissiyatını yaşatmanın ötesinde modern dönem sancılarına da sorgulatıcı bir göz kırpıyor.

Diğer bir örnek ise yine sorgulayan ve sorgulatan bir psikoloji ile popüler kültür ve değerlerin geldiği durumu, bu durum karşısında insan doğası ve toplumsal değerler arasındaki çatışmayı büyük bir ifade gücü ile bizlerle buluşturan Otomatik Portakal filmi. 1971 Kubrick imzalı bu yapım bize adeta vicdan ve değer kavramlarını yok ederek hatırlatıyor.

Paperback review: The Silence of the Lambs, By Thomas Harris | The  Independent | The Independent

Kuzuların sessizliği (1991), Insomnia (1997), Testere (2004) gibi daha birçok eser bu alanda incelemeye değer arşivlik filmler listesine eklenebiliyor.

Sinemanın Psikolojik temaları dışında tür olarak olmasa da türü mesajın iletiminde destekleyen bir unsur olarak psikolojiye baktığımızda ise senarist ve yönetmen için ve dahi oyuncuların karakterlerine bürünmelerinde ne kadar vazgeçilmez bir unsur olduğunu görüyoruz. Rain Man örneği ise Dustin Hoffman’ın otistik bir dahi rolüne bürünmek için uzun bir süre bu hastalıkla ilgili psikolojik ve klinik yardım aldığı, araştırma yaptığı, bozukluk üzerine kendini eğittiği gerçeğiyle bizi destekliyor. Özellikle aşkın ve tarzı olan eserler yaratmaya odaklı senarist ve yönetmenler için psikoloji, psikolojik bulgular kilit rol oynayabiliyor. Psikoloji bu anlamda gerçekliğe dayalı olması hasebiyle güvenilir ve pratik veriler sunabiliyor sinemaya ve oyunculara. Biz biliyoruz ki çok sıradan bir mevzunun anlatıldığı iki film arasındaki uçurum farkı birkaç psikolojik davranış ve diyalog eşliğinde yaratmak mümkün. Tüm diğer şartlar eşit olduğunda iki film arasında psikolojik yaklaşımlar ve kullanılan anormallikler ve hatta bize dair normallikler tercih çıtasını da yükseltmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz Yağmur Adam (Rain Man; 1988) filminde olduğu gibi, yüzeysel ve tekdüze kalabilecek bir senaryoya psikolojik bir anormallik eklemek her zaman seyircinin ilgisini çeken bir özellik olmuştur. Psikolojik anormalliklerin sinemada konu edilmesi sadece seyircinin ilgisini çekmek için değil sinemanın “hayata dair” sıfatının, samimiyetinin güçlenmesi ve içsel bir fenomenin topluma sunulması açısından da mühim bir meseledir.

Son olarak Psikolojinin sinemadan etkilenmesi/faydalanması konusuna geldiğimizde ise bunun özellikle gelişen ve değişen tıp yaklaşımlarında giderek önem kazandığını görmekteyiz. Gündelik hayatta psikolojiye ve birey olarak bizler üzerinde bıraktığı etkiye dair bir şüphemiz zaten mümkün görünmüyor. Ancak bunun dışında da, Psikolojinin tedavi yöntemlerinde görsel, işitsel ve insana dair olan bir veri alanı olarak sinemadan faydalanması doğaldır. Şu sebepledir ki; bilim, objektif olma gayreti ile daha çok evrensel nitelikteki bilgilerin peşindeyken sanat, subjektif yüzüyle ortaya çıkardığı ürünün kendine haslığını vurgular. Bilimin kendini, evrenselliğin soğukluğundan kurtarmaya çalıştığı noktada sanatla ilgili daha insanî ve sıcak görüşler bilimin hedeflerini tamamlayabilir. Bu yüzden psikolojinin de sinema dünyasından ilham alabileceği durumlar bulunmaktadır.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Yazının resmi ile ilili yorumları okuyucuya mı yoksa seyirciye mi bıraktınız tam anlamadım. Fight club filminden iki farklı paragrafta farklı konular gibi bahsetmişsiniz. Resimle ilgili de herkezin tartıştığı aşağılıyor-yüceltiyor dan ziyade daha ince bir ayrıntı var snki. Özetle “ siz başörtülüler aslında göründüğünüz gibi aptal-gerizekalı, yobaz değilsiniz; fırsat verilse doktor bile olur hatta geçersiniz bile, o kadar akıllı ve sivri zekalısız, baksanıza bir pisikologla nasıl dalga geçebiliyorsunuz. Siz iyisiniz ama içinde bulunduğunuz ortam-çevrenin baskısından çıkamıyor-kurtulamıyorsunuz ve bu sizi hep alt seviyelere mahkum ediyor. İyi, ileri, yüksek olabilirsiniz bu potansiyeliniz var ama değilsiniz işte hep böyle aşağısınız işte, aslında biz sizi, içinizdeki insanlık duygusunu çok seviyoruz ama pek belli etmiyoruz işte.”

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin