Sevgisizlik kanseri ve defo müfettişliği

YORUM | VEYSEL AYHAN

80’li yıllarda otobüslerde yolcular molalarda yemek yer, otobüs harekete geçtiğinde ise keyif sigarası yakardı. “0302”nin içi tamamen duman altı olurdu. Sigara kokusu ve yol tutması sebebiyle çocukluğumda her yolculukta 2-3 defa istifra ederdim. Evimiz Manisa’daydı ama sık sık İzmir’e giderdik. Manisa-İzmir yolu o zamanlar sadece virajdı ve bitmek bilmezdi. İşte böyle bir yolculuk sonunda tam otobüsten inerken bir yolcunun dizden aşağısına istifra etmiştim. Çok utanmıştım. Ama yolcu, “çocuk” deyip ses etmemişti. Sonraları her aklıma geldiğinde o “amca”ya dua ettim. 

İstifra etmek, kusmak insani bir şey. Özellikle deniz yolculuklarında çok olur. Bir de fırtına çıktıysa hiç midesi bulanmayanlar bile istifra edebilir.

Son 10 yıldır korkunç sarsıntılar geçirdik, keskin virajlardan döndük… Titanik’in buzdağına çarpması gibi bir çarpışma oldu. Hemen herkes, farkında veya değil, az-çok travma geçirdi. Sinir krizleri, depresyonlar… Fırtına hala dinmedi.

Böyle bir atmosferde en olmayacak tavır üst perdeden ahkam kesmek, insanları çizip atmak ve kolayca dışlamak… Gemi hala sallanıyorken ve deniz dalga dalga yaralara tuz basarken en olmayacak şey şu: Kendi yörünge ve eksenini temel ve esas kabul etmek, diğer insanları “yamuk”, “inhiraf etmiş” ve “savrulmuş” görmek.

Fırtına sürüyor. Kim, kendi ekseninin doğru olduğundan emin olabilir ki! Yerin göbeğini bilmiyor veya görmüyoruz ki ona bakıp kendi doğrumuz için hüküm verelim. Dalgalar art arda güverteye vuruyor. Kimse savrulmak istemez ama savruluyor. Dalganın tesiriyle ne eline gelirse ona tutunuyor, sarılıyor. Kimi baş aşağı duruyor ve sizi baş aşağı görüyor. Veya siz baş aşağısınız, o dimdik ayakta ama onu baş aşağı görüyorsunuz. Kimi kendini kurtarmak için başkalarına tutunup onu da sürüklüyor, kimi hala kayıyor. Veya biz kayıyoruz, yerinde duran bir başkasını kayıyor sanıyoruz. İşte böyle bir ortamda en itici duruş kendinden emin olma ve başkalarını üst perdeden yargılama.

DEFO MÜFETTİŞLİĞİ

Defo müfettişleri her şeyi en iyi bilir. Tarih bilir, felsefe bilir, fıkıh bilir, aklınıza ne gelirse… İnsan tabii ki her konuda söz söyleyebilir. Ama ahkam kesemez. Savcılık yapıp kimseyi yargılayamaz, hâkim gibi hüküm veremez. 

“Münâzarat” ilmî baskının ve istibdadın korkunç zararlarını vurgular: “İstibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir…”

Ve tarihi bir eleştiri yapar ve uhuvvetin yolunu işaret eder: 

“Meşrutiyet-i ilmiye hakkıyla teessüs etse, meyl-i taharri-i hakikatin imdâdıyla, fünun-u sâdıkanın muâvenetiyle, insafın yardımıyla şu fırak-ı dâlle Ehl-i Sünnet ve Cemaate dahil olacakları kaviyyen me’mûldür.” 

Ama ilim müstebitleri buna izin vermez. Yolun kenarına oturur ve insanlara not verir. Sürekli tetikte ve defo avındadır. Kimseyi beğenmez. İki renk bilirler: siyah ve beyaz. Bir insana müspet diyebilmeleri için yüzde yüz kendileri gibi düşünmesi gerekir. Böyle bir mantık taşıyınca kubbe altındakiler ya siyah veya beyazdır. Dışarda kalan kim varsa hepsi de silinmez şekilde siyahtır… İyi bir söz eden varsa o söz kesinlikle takiyedir. Allah tövbeleri kabul eder ama bunlar etmez. Çünkü sicili bozuk birinin sicili ilanihaye düzelmez. 

Defo müfettişlerinin ikinci vasfı bir şey üretmemeleridir. Defo avına çıkana kader bir şey ürettirmez. Hata peşinde koşan insan “değer” üretemez. Biraz da şuna benzer. Camidedir ama kenarda oturup namaz kılanların sehivlerini not eder. Kader de buna karşılık onu namazdan mahrum bırakır. Diyelim ki imam bir grup insana namaz kıldırıyor. Siz onlarla aynı namazda değilseniz imamın hatasını dışarıdan “SübhanAllah” diye ikaz edemezsiniz. Fıkhen bile hariçten gazel okuyamazsınız. Önemli bir inceliktir.

Bir iş yapmıyor, bir de kenarda oturup sehiv envanteri tutuyorsanız kaderin size takdiri çok ağır olabilir.

“Filan şunları konuşuyor ama yanlış.” 

“Bu arkadaş inhiraf etti.”

“Falanı öne çıkarmayalım, güven vermiyor.”

“Filan cehennemlik!”

“Falan şöyle diyor ama aslında bilgisi zayıf.”

“Şu işi güzel yapıyor ama ilerde ne yapacağını bilmiyoruz.”

“Falan şu konuda saçmalıyor.” 

E, buyur doğruları sen de!

Hayır, bunu yapmaz. 

“Bunların hepsi yanlış yapıyor.”

Buyur ikaz et. Ettin mi? 

“Yok.” 

Niye?

“…”

“İlahiyatçıların hepsi şöyle…” “Hukukçular böyle” gibi genellemeler.

“Filan abi eski kafa… Falan abla bizi anlamıyor…” 

Yahu bu insanlar 70 küsur yaşında. Allah, genç iken belki senin elli yılda başaramayacağın işleri yaptırdı onlara. Ki gerçekten de dünyayı yanlış algılıyor olabilirler ve bu normaldir. İnsanlar belli bir yaştan sonra çocuklaşıyorsa, yadırgayacağımız davranışlar içine giriyorsa bu hâli kendi babamız yaptığında problem etmediğimiz gibi kim yaparsa yapsın problem etmemeniz gerekir. (Bkz: Yasin, 68)

 Ya bu ağır ve saygısız sözlerimiz bir de dua yerine geçerse ve kader bize 75 yaşına geldiğimizde başımızda huni ile gezmeyi takdir ederse… 

Bundan korkmak gerekmez mi?

MİNİ TEST

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun/İnançla geril, insana sevgi duy/Kalmasın el uzatmadığın bir mahzun gönül!”; “İnsanları kendi konumunda kabul etme, hoşgörülü olma” gibi altın ilkelerimiz vardı. Bu ilkeler niye hep kubbe dışına? 

Bırakın insanların diline zaptiyelik yapmayı! Konuşanın boğazının sıkıldığı bir dünya medeniyet üretmez.

Bırakın bu fırtınada insanlar içini döksün hatta üstünüze istifra etsin. Kızan, kızsın, öfke krizi geçiren, öfkesini boşaltsın. Bu dönemin normali bu. “O yamuk”, “bu çarpık” diye sicil tutmak yerine kendi yamukluklarımızın avcılığına çıkmak daha mantıklı değil mi? (Bkz: Maide 105)

Buyurun mini bir test:

  • Bu fırtınada muhataplarınızın üzerinize boca ettiği istifralara, zifoslara müsamaha ile yaklaşabiliyor musunuz?
  • Her ne söylenirse söylensin; kim, nasıl eleştirilirse eleştirilsin öfkelenmeden yutkunarak da olsa anlamaya çalışıyor musunuz?
  • Allah’ın bu kubbenin altında sizinle aynı safta olmayı takdir ettiği insanlar karşısında, Allah’ın bu takdirini saygıyla karşılayıp en sevmediğiniz o insanları bile kucaklayabiliyor musunuz?
  • Aynı kubbeyi paylaştığın bazı insanları seviyor ama bir kısmını zihnen dışlıyorsun. Peki bu ötekileştirmeden hicap duyup Allah’ın huzuruna şu duaya koşuyor musun?

“Allah’ım bu korkunç defomu tamir buyur!” “İçimdeki sevgisizlik illetine şifa ihsan et!” “Taşlaşmış bir kalple sana gelmekten beni kurtar.” diyor musun?

EN TEHLİKELİ İŞ

Dünyada belki de en tehlikeli iş, gayret eden, bir şey üreten insanları alelamyâ eleştirmektir. Hizmet için yola düşmüş, alnından ter akan, şakakları zonklayan birileri hakkında konuşacaksanız çok ama çok korkun! Kader sizi ağzınızdan çıkan tek bir kelimeyle mayına basmışçasına savurabilir.

Sizin çocuklarınız vardır. Birbirleriyle didiştiklerinde bu, sizi üzer. Hepimiz aynı kubbenin altındayız. Birbirimize dönük her kınamamız, ters bakışımız rıza-yı ilahinin teyidine muhtaç olan kubbenin bütünlüğünü tehdit eder. Mukadder nisap miktarı ne ise, işte onu geçince de o kubbe tepemize yıkılır… -Mertçe, sevgiyle bir kenarda ikaz etmek ayrı mesele-. Defolar kubbenin bütünlüğünü tehdit etmez. Kubbenin bütünlüğünü tehdit eden önemli bir faktör defo müfettişliğidir. Defo avcılığı kubbede sağlam çimento bırakmaz, çeliği bile çürütür. (Sistematik ve usulü dairesinde denetim hayatî ve ayrı bir konu) 

Biz mahkeme değiliz. Allah’ın vereceği hükümleri tüm tarafları dinlemeden minnacık havsalamızla vermeye kalkmamız Allah’a karşı saygısızlık. 

Bir gün fırtına dinecek. Belki bize göre “savrulanlar” o gün bizden daha dengeli duruş sergileyecek. Bilemeyiz. Bugüne kadar neyi bilebildik ki bunu da bilelim.

Yarın bir gün öteye gideceğiz. Geride hoş bir sadâ bırakmak varken, ona buna ayar vermiş, hayatı elinde mezura ile onu bunu ölçmekle geçmiş bir ömürle gitmek bayağı bir cüret ve ötesinde cahil cesareti. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

17 YORUMLAR

  1. Sevgili Veysel hocam,

    düşüncelerinize sonuna kadar katılıyorum. Savrulan bir gemide suçlu aramak yerine insanlara yardım etmek en hayati davranıştır.
    Ancak bazı tesbitler belli iklimlerde mümkün oluyor ve muhatap buluyor. Yani her şey yolundayken insan kendi hatalarını çoğu zaman farkedemiyor hatta onun hataları başkası tarafından söylense bile ciddiye almıyor ve inanmıyor. Belki de Allah bu yüzden sevdiği kullarına hatalarını farkedip ciddiye almaları için bela ve musibet iklimi yaşatıyor. Bir musibet bin nasihatten yeğdir demişler.
    Şimdi demek istediğim şey, bela ve musibetlerin belli bir süre artarak devam etmesi ve bir türlü dinmek bilmemesinin bir hikmeti de Allah’ın murad ettiği ders ve ibretlerin gerektiği gibi anlaşılıp belli bir kıvama erişilmesi değil midir? Mesela başka bir hikmeti de varsa günah ve kusurların temizlenmesidir. Bunun gibi bir çok hikmeti vardır. Benim asıl dikkat çekmek istediğim nokta geçmişte yaptığınız hataların tekerrür etmemesi için bu sürecin bir fırsat olduğu bilinciyle hem tarihimizi yeniden düşünmek hem de bu düşünceleri karşılıklı müzakere ederek yoğurup belli bir kıvama ulaşmanın hayati önemini vurgulamaktır. Ancak bunları düşünmek de karşılıklı müzakere edip tartışmak da ancak bu iklimde ve bu süreç içinde mümkündür. Dolayısıyla gemi savrulup duruyor diyerek bu türlü konuların düşünülmesini ve konuşulmasını engellemek aslında bir çıkmaz döngüdür. Zira her şey düzeldiğinde fırtına dindiğinde o hataların tesbit iklimi yok olacak ne onların üzerinde düşünme atmosferi oluşacak ne de bunları dinleyecek muhatap bulunacaktır. Yani her şey eski tas eski hamama evrilecektir. Bu yüzden bu iklimde eleştiri kültürünü kazanma şansını tamamen kötü değerlendirmek aslında Allah’ın muradına aykırıdır diye düşünüyorum. Ama elbette bunu yaparken sizin de dikkat çektiğiniz incelikleri gözetmek hayati önem taşıyor. Yani eleştirileri mümkün mertebe şahsileştirip kişileri incitmemeye özen göstermek ama hakkın hatrını da ali tutacak şekilde dengeli yürütmeyi bilmek gerekir. Kaş yaparken göz çıkartmamaya dikkat etmek gerekiyor. Söylemek istediğim şeyi biraz somutlaştırarak şöyle örnek vereyim:

    Hz Osman efendimizin günah işlediğine ben şahsen kesinlikle inanmıyorum. Suç başka günah başkadır. Ama karakteri gereği devlet işlerinde mülayim olması, ümeyye oğullarından olması, önceki iki Halifenin idare ettiği incelik ve hassasiyetle meseleleri siyaseten yönetememesi vb birçok sebep fitne hadiselerini planlayanların iştahlarını kabartmış, cahiliye adetlerinin toplumda yeniden depreşmesine zemin oluşturmuştur. Eğer burada Hz Osman’ın dinî kişiliğini öne sürerek eleştiri zemininin önünü keserseniz o dönemde ilk defa yapılmaya başlayan hatalara da meşruiyet kazandırmanın yolunu açar şeytani planlar kuranların ekmeğine yağ sürersiniz. Kader bu durumda aleyhinize işlemeye başlar ve çıtayı her seferinde yükselterek size daha vahim hukuksuzlukları meşrulaştırma zemini sağlar. Nitekim Muaviye’ye gelindiğinde işler daha vahim boyuta taşınacak açıktan yapılan hile ve insan hakkı ihlalleri dinî meşruiyet kazanacak onun da sahabe kimliğini öne çıkartarak ashabım yıldızlar gibidir vb hadisleri hukuksuzlukların önüne geçirmede mahsur görmeyecek hatta din addedecek daha vahim bir iklime kavuşursunuz. Böylece kader çıtayı bir tık daha ileri taşır ve Yezid’lerin oyuncağı haline geldiğiniz halde İslam fetihlerini bahane ederek Kerbela gibi zulümleri devede kulak görüp yolunuza devam edersiniz. Ve bugüne geldiğinizde iş işten geçmiştir siyasal İslamcıların hatalarına bin türlü dinî reddiye dizseniz onlar da size aynı gerekçelerle herkesin gözü önünde “Allah adına, din adına, hizmet adına” zulmeder ama sizin halinize düşmeyen kimse sizi anlamaz hale gelir..
    Halbuki yapılması gereken şey ceketin düğmesinin ilk kez yanlış iliklendiği yerde ehliyet ve liyakat presibinin ihlal edildiği Hz Osman döneminde, Hz Ömer’i kılıcımızla düzeltiriz diyen ashabın hakkın hatrını ali tuttuğu tavrı göstermek olmalıydı.Ama Aşerei mübeşşereden olan, zinnureyn olan kısacası dinî kredisi yüksek olan Hz Osman’ın tamamen kamuyu ve objektif hukuku ilgilendiren bu tür icraatları subjektif dinî yorumlarla meşru görüldü ve bu sapma o gün için merkezde gözle farkedilmeyecek kadar küçük görünse de ilerki dönemlere gelindiğinde ne kadar geniş alanı etkileyeceği görülecekti..
    Şimdi sevgili hocam bizim kültürümüzün en büyük problemi sapla samanı ayıramamak olmuştur. Hem de Kuran ve sünnette çok net ayrıldığı halde. Bir kişi iyiyse hep iyi kötüyse hep kötü mantığı çocuksu cahiliye mantığıdır. Mesela; Tevbe suresi 31 de “ Allah’ı bırakıp da din âlimlerini, rahiplerini, özellikle Meryem oğlu Mesîh’i rab edindiler. Oysa tek bir Tanrı’ya kulluk etmekle emrolunmuşlardı..” ayetini Efendimiz sav tefsir ediyor ve bir kişi ne kadar büyük din adamı olursa olsun kayıtsız şartsız itaat etmenin, söylediklerini mihenge vurup ölçmeden olduğu gibi tek doğru kabul etmenin bu ayette geçen eleştirinin konusu olduğunu söylüyor. Zira sizin yazınızda da değindiğiniz Üstadın Münazarat adlı eserinde üstad aynen şunları söyler:
    “ Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”

    Yani herkesin hukukunu ilgilendiren kamuya ait meselelerde bir kişinin arkasından gidilecekse bu çok büyük sorumluluk içerir. Bu sebeple bu kişi Hz İsa’nın havarileri de olsa Hz Peygamberin ashabı da olsa mihenge tabidir ve bunu uygulayacak olan da başta ona en yakın olanlardır. Yani o topluluğun ileri gelenleridir. Eğer onlar bunu yapmazsa daha alttakilerin yapması zorlaşır. Ve bu durum tarihimizde olduğu gibi kronik bir hastalığa dönüşerek gerçekte sağlıklı olan hastalık gibi algılanmaya başlar. Yani maksadı sadece hakikat olanların yaptığı eleştiri bile ifsat olarak algılanır, herkese batmaya başlar ve kader çıkmaz bir döngüye dönüşerek tarih sürekli tekerrür eder. Malesef bizim batı toplumundan en büyük farkımız da budur. Merhum İzzetbegoviç de “Ben olsam, Müslüman Doğudaki tüm mekteplere ‘eleştirel düşünme’ dersleri koyardım. Batı’nın aksine, Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafın kaynağı budur.” derken buna işaret etmiş. Yine Bakara 104 de Kur’an “Ey iman edenler! Peygamber’e, “raina” demeyin, “unzurna” deyin ve dinleyin. Kâfirlere elem verici azap vardır.” Yani ayetteki râinâ, “bizi güt” veya “bizi gözet” demektir. “Bizi güt” diyen kişi, hayvan yerine konabilir. Ama “unzurnâ/ bizi gözet” sözü başka anlama çekilemez. Burada bir incelikle hayvan yerine konulabilecek olan ifade yasaklanıyor. Buna rağmen biz Müslümanlar, âyete aykırı olarak halka, raiyye (çoğulu reâyâ) demişiz. İşte bu dezenformasyonun bir sonucudur ve kültüre dönüşmüştür. Biz de bu kültürün bir parçasıyız. Dolayısıyla malesef eleştiri kültürü en okumuş entelektüel kesimin bile garibine gidiyor ve sindiremiyoruz. Yüzyıllarda oluşan bir alışkanlığın düzeltilmesi de malesef çok zor oluyor. Ama Allah’ın kanunlarında bir değişme olmayacağı için tarih tekerrür ediyor ve nesillerimize yazık oluyor…
    Yanlışlarımı düzeltirseniz çok memnun olurum.
    Sevgi ve saygılarımla hocam…

    • Allah Razı olsun hocam, ne güzel ifade ettiniz..
      Sanıyorum Veysel Ayhan hatırı sayılır inanlardan gelen tepkileri yumuşatma, gönüllerini hoş etme arzusuyla bayramlık yazı yazmış

      Koca Koca insanlar yeni nesillere vazifelerini devredemiyorlar, daha doğrusu 60 senede yerini devredebilecekleri(güvenebilecekleri) insanlar yetiştirememişler, ne kadar ayıp bir durum. Bizler bu abiler gibi HE ye güvendik, yani onların bizlerden bir farklılıları bir üstünlükleri yok ki. yani uzun zamandır halktan realitelerden kopuk bir şekilde karaşanzıman hayata devam ediyoruz. hiç bir problemi çözemiyor gelen musibetlere karşı organize olamıyoruz. ortalıkta muhatab mulamıyorsunuz. makamlar var ama içleri kof bir durum.

      Bu durumların bu hale gelmesinde ağabey dediğimiz insanların hiç mi kusuru yok.

      Yeğeniniz dayı ben bir işe giriyorum bana daireni ipotek veririmisin der sizde güvenirsiniz ipoteğe imza atarsınız. sonuçta iş kötü giderse sizde daireyi kaybedersiniz yani akılsızlığınızın cezasını dünyada çekmiş olursunuz. Koca cemaat bir sürü gadre uğradı ama ortada sorumlu yok, idarecilerde fiziksel bir acı yok fiziksel ızdırap yok dünyalık bir kayıp bir ceza yok. Utanmadan aldandık diyorlar, bu çok ayıp bir cevap çok. Devasa ekonomiler elinizdeydi, neden gerçek danışmanlarınız olmadı?
      Yahu bi işe girişiyoruz, bunun hizmete zararımı karımı olur hesap edilmemiş. TUSKON gibi salak bir işe dalınmış. Saçma sapan Tekstil firmaları kurulmuş. Her kesimi düşmanlaştırmışız, bizi severek destekleyen kendi insanlarımızın bile hayat damarlarını kesmişiz. Bunların hesabını sormayalımmı ya?

      Hocaefendi de dahil olmak üzere hiç kimse; hizmet hareketinin, Türkiye insanının, dünya müslümanlarının hayallerini inkisara uğratmaya hakkı yok. Hepimizin muhteşem hayalleri vardı. Koca Türkiye bize evlatlarını, emtialarını, dünya kadar zamanlarını, ömürlerini emanet etti.

      Türkiyenin gelmesinde hem katkımız var hemde ihmalimiz yada gözyummamız var. Ortaya çıkan bu durum bu kadar akıllı, eğitimli, zeki, insanların önünde oldu.
      Onlar da yıllarca biriktire biriktire, kanunları kendilerine uydura uydura, adım adım geldiler bu güce, bu seviyeye.

      Eğer kendi yaptıklarımızda yani tarihten ders almazsak MERCİ OLMA özelliğimizi yitiririz, kendimize bile saygımız kalmaz.

      Cemaat olarak bugün kendimize hayrımız yok

      Kendimizi düzeltmeliyiz, Bunuda “BALIK BAŞTAN KOKAR” bilincinde olarak yapabiliriz. Yoksa 50 sini geçmiş idaredeki insanların hataları HocaEfendiyi karalıyor farkında değilmisiniz. Herkes haddini bilmesi lazım. kaderimize tesir eden insanlar hakkında yapılan müzakereler gıybete girmez.

      Insan en çok kendisi ile kavga eder, biz de meşveret ve müzakerelere önem vermeliyiz

      ZARARIN NERESİNDEN DÖNERSEN KARDIR

      Not; bende bir faniyim, En son Kutsal insan ruhunun ufkuna yürüyeli 1500 sene oldu, ondan sonra gelen herkes sade insandır, biz onları öylece severiz, çok eminiz ki Hem Bediuzzamanın hemde Hocaefendinin bir sürü hataları/günahları vardır. Allah onların günahlarını affetsin, Rabbim Hocaefendinin ayaklarını sabit kadem eylesin imandan ayırmasın.

    • “Halbuki yapılması gereken şey ceketin düğmesinin ilk kez yanlış iliklendiği yerde ehliyet ve liyakat presibinin ihlal edildiği Hz Osman döneminde, Hz Ömer’i kılıcımızla düzeltiriz diyen ashabın hakkın hatrını ali tuttuğu tavrı göstermek olmalıydı.”
      Hukmunuzu pesinden verip, Hz. Osman’ın liyakatsizleri makama getirdiği noktasından başlarsanız, gittiğiniz yerde ona gore olur. Hz Omerí ve kendisini şehit edecek kadar sinsi olan desman bir cephenin onun hakkında iftiralar atabileceğini hic düşünmediniz mi? Donemin şartları içerisinde bu düşmanlarla mücadele icin maasini bile devlet kasasından degil de kendi cebinden veren birinin niye adam kayırmaya tevessül edeceğini hic düşünmediniz mi? Hz Ayse kendisine bu haberi getirenlere bu dedikodulara inanıp, Hz Osmana destek olmayanlara “Onu siz oldurdunuz” demistir.
      Bu yazıda bahsedilen konu tam da bu iste. 4 halifeden birine bile oturduğu yerden defo bulan biri, kime ne bulmaz ki.

      • Ben sahsen günümüzde defolarin markaja alinarak gün yüzüne cikarilmasi taraftariyim. Bunu yapmadiginiz sürece “burasi benim ciftligim” mantigi devam ediyor cünkü. Yanilir miyiz, yanilabiliriz elbet ve fakat cagimiz sartlarina uygun bir mesveret ortaminin olmadigi bir zamanda her kafadan bir sesin cikmasi gayet dogaldir, kimsenin böyle bi ortamda durun, susun deme lüksü de yoktur.
        Yapilacak sey belli. Mesveretin günümüz sartlarinda bircok yöntemleri var, sadece belli bir ekibi degil, bütün bir kitleyi de dahil edecek sekilde mesveret yollari var. Bunlar icin özellikle Batili devletlerin büyük NGOlarina bakilabilir.
        Simdi gercek buyken, meseleyi Hz. Osman´i israrla milat yapmak takintidan öte giden bi sey degil tabii ki. Nasil günümüzde deizme kaymak, Ankara ekolüne kaymak, Batiya hayran kalmak, bütün ugursuzluklari Seytan´a verir gibi Islamciliga vermek bir travma sonucu ise, isleri alip Hz. Osman´a, Muaviye´ye götürmek de bir travmanin sonucu.
        Nitekim bizde bu travmanin sonucu olarak kimliklenen bir topluluk var: Alevilerimiz. Iste bu inanc grubu da Hz. Ali´nin magduriyetini bir milat olarak secmis ve bu siyasi görüsü bugüne kadar getirmis ve ne uzamis ne de kisalmislardir. Müslüman dünyada cok miktarda Sünni sultanlar geldi gecti, iclerinde cok gaddar, cok acimasiz olanlar da vardi. Fakat hangisi yaptigi kötülügü veya yanlisi Hz. Osman´dan veya Muaviyeden esinlenerek yapmis, hangisi onlardan güc almis, hangisi onlari refere ederek bi yanlis yapmis?
        Travmasi olan insanlara saygim sonsuz, fakat bi süre daha bu konularda kafa yormamalarini tavsiye etmekten baska bir sey gelmiyor elimden. Yeni bir hayat kurmak isteyen bence böyle davranmali. Bu tabii iyi niyetli bir tavsiyedir, herkes istedigini yapmakta özgürdür.

      • Sadık kardeşime kısa bir cevap:

        Hz Osman konusundaki yorumuma takılan arkadaşlar keşke bu konuda en azından ciddi bir akademik makale okusalar zannediyorum bu kadar ön yargılı olmazlardı:

        https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/144079

        Zaten benim dikkat çekmeye çalıştığım şey tam olarak da bu. Yukarda Hasan Basri bey çok doğru söylemiş. Peygamberler dışındaki kimse ismet sıfatı taşımaz, dokunulmazlık zırhı yoktur, eleştiri konusu olabilir. Ama malesef bizim kültürümüzde en büyük eksiklik burada. Sıkıntı burda başlıyor zaten. Herkesin eleştiriden uzak düşündüğü bir lider mutlaka vardır bizim kültürümüzde. Sıkıntı burada zaten…

  2. Insanlar insanları affetmek için ya da otekilestirmeyi bırakmaları icin Allah’tan ayet bekliyorlar hocam. Bi ayet geliverse herkes herkesi affedecek, herkes herkesin kardeşi olacak. Beklesinler bakalım ölmeden önce ayet nazil olacak mı?

    • Yazar aslinda bu zamana dek özellikle yönetici kesime yönelik en esasli elestirileri kendisi yapti. Fakat öyle anlasiliyor ki, elestirini yap otur olursa olur olmazsa olmaz seklinde bir düsünceye sahip. Bunun elestirilecek cok fazla bi tarafi yok. Bu da onun görüsüdür.
      Fakat sürekli olarak elestirmeyi sadece bir grubun isi gibi göstermesi, yani sevgisiz insanlarin, efendim hicbir sey yapmayan üslupsuzlarin bir aliskanligi olarak görmesi yanlis. Sürekli olarak elestiren herkes “sevgisiz” ve “defo müfettisi” olmak zorunda degil.
      Örnegin yanlis bir kisinin “sürekli” olarak konumunu korumasi veya “sürekli” olarak ayni yanlislari devam ettirmesi durumunda “sürekli elestiri” gayet dogal bir sonuctur, mantikli olabilecek bir tercihtir. Ve bunu yapan insanlarin da illa üslupsuz olmasini bekleyemeyiz. Veyahut da bir insanin “sürekli” devam eden bir “üslupsuzluk” karsisinda “sürekli üslupsuz elestiriyi” tercih etmesini de anlayabilecek durumda olmaliyiz.
      Eger herkesi ayni kefeye koyarsak veya bu gibi ayrintilara dikkat etmezsek bu ya “sürekli” yanlis yapanlara yarar ya da sürekli üslupsuz elestiri yapanlara yarayacaktir.
      Bence elestiriler kabaca ikiye ayrilabilir: Yapici elestiriler, travmatik elestiriler. Travmatik elestiride bulunanlar icin farkli makaleler gerekiyor. Yapici elestirilerin de her zaman üslup harikasi olmasi gerekmiyor. Nitekim karsisinda muhatap bulamayan insanlarin her daim üslubu korumasi da kolay degil.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin