Yorum | Kerim Balcı
Bu yazıyı, onu yazmadan, yazmam gereken başka bir sürü yazıyı yazamadığım için yazıyorum. “Cemaatin elitleri darbeden aylar önce pılını pırtısını toplayıp yurt dışına çıktı; geriye amele hükmünde kullanılan, her şeyden habersiz kimseler kaldı,” mealindeki iftirayı pek çok kimseden duymakla birlikte, içlerinde bir tek Ali Bulaç’ın ahiretini dert edindiğim için – utanarak yazıyorum bunu, ama bu hale geldim işte – ona atfen yazıyorum bu yazıyı…
Önce Ali Bulaç benim dünyamda neye karşılık geliyor, onu ifade eden bir anımı anlatayım: Zaman Gazetesi’nin bir gün gelip Zaman Gazetesi Müzesi olacak olan Yenibosna’daki o eski binasındaki kafeteryada Beşir Ayvazoğlu ve Ali Bulaç’ı gördüm bir gün. Beşir Bey, Ali Bulaç’a “Mezhep imamları da bizim gibi insandı,” sözünü söyletmeye çalışıyordu. Ali Bulaç ne cevap verdi duyamadım. Nazarımda, “Hayır” dese, onun benim nezdimde müsellem olmuş tevazusuna yakışırdı. Ama “Evet” dediğini duysam, ondan da rahatsız olmazdım. Çünkü Ali Bulaç benim nezdimde o makamın insanıdır. Ferd-i ferîddir. Kendini onlarla kıyaslayabilir… Ama biri bana “Mezhep imamları da senin gibi birer insandı,” dese ona derim ki “Ben onların iti olamam, sen de maymunları olamazsın, be iki ayaklı hayvan!”
Ali Bulaç güzellemesi değil derdim. Mevcut halinde güzellemenin de işine yarayacağını sanmam; benden hoş bir laf duyma isteyeceğini de… Ancak, bu yazıyı yazmam konusunda beni iknaya çalışan bir dostun, “Azizim, bir Allah dostunu suizandan kurtarmak da büyük sevaptır,” sözünü duyunca Ali Bulaç’a atfolunan bu zan geldi aklıma…
AFFEDEBİLİR MİYİM?
Acımasız ve boşlukları iftirayla doldurulmuş bir video yayınından dolayı darbeci askerlerle işbirliği yaptığıma inanıyor memleketin belki yüzde kırkı. Savcı efendinin nezdinde de, toplumun esaslı bir kesiminin nazarında da “terörist, İsrail ajanı, İngiliz uşağı bir kaçak”ım ben. Bir yıl geçti aradan ve en yüz kızartıcı küfürlerle dolu sosyal medya mesajları almadığım gün geçmedi. Ama hiçbiri beni “Yahu şu işin aslını bir açıklayayım,” fikrine sürükleyemedi. Zira – yine utanarak söylüyorum bunu – yaptıkları zulmün bu dünyada farkına varmalarını ve günahlarına tövbe etmelerini bile istemiyorum artık. Biri kalkıp, “Ey ahali, ben o videonun tamamını izledim. Bu adam, daha başbakan konuşmadan darbeyi lanetliyor; başarısız olması için dua ediyor; halkı direniş komisyonları oluşturmaya çağırıyordu. Bir hatası varsa o da ‘Çatışmayı bilmeyenler askerin karşısına çıkmasın. Bu iş aydınların işidir. Çok insan ölür. Çok şehit verilir. Allah muhafaza iç savaş çıkar.’ demekten ibaret,” diyecek olsa, “Aman gözüm sus. Ben bu defterin Hesap Günü’nden önce açılmasını istemiyorum! Dayanamam, affederim! Affetmek de istemiyorum!” derim gibime geliyor.
Biliyorum, Hocaefendi başka şeyler diyor, affedeceksiniz diyor, hatırlamayacaksınız diyor, hatırlatırlarsa inkar edeceksiniz diyor. Ama, ben, hiç değilse şimdiki hissiyatımla, itaat edemiyorum. Kaldı ki ben cemaatlerin itaat kültürüne saygı duyan, taktir eden biriyim… Ama “Keşke öyle olsa” vurgusuyla…
HESAP GÜNÜNDE KARŞI KARŞIYA GELMEK İSTEMEM
Uzattım… Çünkü Ali Bulaç’ın mahkeme safahatı sırasında sarf ettiği söylenen – doğrusunu Allah bilir – “önemli kişilerin hepsi aylar önce pılını pırtısını toplayıp yurt dışına çıktı; geriye amele hükmünde kullanılan, her şeyden habersiz kimseler kaldı,” mealindeki ifadesi, bana, o küfürlerin ve iftiraların ve tehditlerin hepsinden daha çok koydu. Çünkü sözün ağırlığı sahibinin ağırlığınca olur… Ve Ali Bulaç benim dünyamda ağır adamdır…
Cemaatimin dışında olup da – öyledir, cemaatimizle doku uyuşmazlığı vardır Ali Bulaç’ın; Siyasal İslamcı’dır bir kere – onun kadar sevdiğim, merhum Ahmet Selim’den başka kimseyi gösteremem. Şimdi bu kadar sevdiğim bir insan, içlerinde benim de bulunduğum darbeden önce yurt dışına çıkabilmiş olanlar için “önemli kişiler,” “hepsi,” “aylar önce,” “pılı pırtı,” “amele hükmünde kullanılan,” “her şeyden habersiz,” gibi her biri diken gibi batan ifadeler kullanmışsa, bu sarsar işte. Hesap Günü’nde Ali Bulaç ile karşı karşıya gelmek istemediğim için, okur da düşünür ümidiyle yazıyorum bu yazıyı…
Uzundur, ama Ali Bulaç gibi bir dostun Ahiret’ine taalluk eden en ufak bir mesele bile mühimdir. Varsa başka böyle dostlar, onlar da onunla birlikte dinlesin…
BİR YIL EVVEL, ADIMI LİSTEDE GÖRDÜM
Hayatımın hiçbir döneminde kendimi önemli görmedim. Hizmet’in içinde önemli bir makamda, mevkide, mevzide bulunmadım. Bana verilen işlerde birincil sorumlu olduğum her işi başarısızlıkla yarıda bıraktım. İyi bir geri plan adamı olduğuma inandım hep. Bundan da hiç gocunmadım. Büyük işleri küçük adamlara gördürmek Büyük Allah’ın büyüklüğünün şanından olduğundan, küçük gayretlerimin de büyük neticeleri olabileceğine inandım hep.
Aylar önce değil, darbeden bir yıldan önce ayrıldım Türkiyemden. 7 Haziran 2015 seçim günü çıktım. Çıkış sebebim belliydi: Fuat Avni diye biri ikidir tutuklanacak gazeteciler listesi yayınlamıştı ve ben listenin en tepelerinde idim. Sebebini bilmiyorum; ama neticesini görebiliyordum. Daha önce 2014 Aralık’ında sızdırdığı liste gerçek çıkmıştı. Seçimlerde hükümet partisi parlamento çoğunluğunu kaybedince savcıların böyle akıl vicdan kaldırmaz bir operasyona kalkışamayacağına hüküm ederek geri döndüm. Ancak bir ay kadar kalabildim vatanımdı. Eylül başında İpek Holding’in Ankara merkezine yönelik operasyonlar başladı. Bunun medya grubuna da atlayacağı belliydi. Hükümet, belli ki 1 Kasım seçimlerini garantiye almış ve Haziran öncesinde başlattığı ve fakat seçim yenilgisiyle askıya alınan projeleri raftan indirmeye başlamıştı.
28 Eylül’de avukatımın da görüşünü alarak yeniden çıktım. Öyle yandaşların iddia ettiği gibi İsrail’e değil, daha önce üç yıl görev yaptığım İngiltere’ye çıktım. Sebebi de açıktı. Avrupa ülkeleri bir defada 30 günden fazla ülkelerinde kalmamıza izin vermiyordu. İngiltere’ye ise her girişte altı ay kalmak imkânı vardı. Arada bir girip çıkarak bu süre bir altı ay daha uzatılabiliyordu. Londra’da gazetemizin, 2003 yılında kiralanışına ve restorasyonuna bizzat müzahir olduğum bir ofisi vardı. Ofisin teras katında bir tavanarası odası da vardı tek kişilik. Orada kaldım aylar boyu. Elimden geldiğince de Türkiye’de artık çıkarmak imkânı görülmeyen Turkish Review dergisini İngiltere’ye taşımak için çabalayıp durdum.
DARBEDEN SONRA YAŞANANLAR
Altı ayda bir ülkeden çıkmak zorunluluğu bir yana, eşim ve iki kızımı iki ayda bir olsun görebilmek için en ucuz hangi ülkeye bir tur bulabildikse oralara gittik. Bosna’da vize sorunu yoktu. Bir Boşnak bayanın evinde misafir kaldık on gün kadar. 2016 Mart’ında gazeteye zulmen ve cebren el konulduğunda maaşım da kalmadı. “Pılı pırtı” ifadesinin “pılı”sı para pul ile alakalıysa ben yirmi yıldır hiçbir zaman bir sonraki aya “pılı” çıkaramadım. “Pırtı”dan kasıt mal varlığıysa, şu kadarını söyleyeyim, “don gömlek fanila!” Hikâyeyi bilenler bilir. Bilmeyenlere de şöyle söyleyeyim: Ben ahirette malın mülkün hesabını değil, bitiremediğim doktoramın, koruyamadığım sağlığımın, kükremeyen sesimin, boşa geçen vaktimin, muhataplarımda oluşturduğum asılsız hüsn-ü zannın hesabını vermekle uğraşacağım. Yahu savcı bile “Beş dilde Cemaat propagandası yapıyor,” demiş. Ben bu hüsnü zannın altından nasıl kalkacağım? Bu da yeterince korkunç geliyor bana…
Ailemle en son 2016 Mayıs’ında İspanya’da buluşmuş, Madrid’deki bir arkadaşın evinde ve Granada’daki bir akrabamın ayarladığı bir otel odasında kalmıştık. Bir sonraki buluşmayı İngiltere’de yapmaya karar vermiştik. Zira benim uçak biletlerim bir hayli pahalıya gelmeye başlamıştı. Bu arada ben de kalıcı bir vize alma yoluna baş vuracaktım. Eşim ve çocuklar 17 Temmuz’da en uygun fiyatlı bileti bulmuş almışlardı. Ben de İngiltere’de iş kurmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına vize alma imkânı sağlayan Ankara Anlaşması’ndan yararlanmaya karar verdim.
Darbe akşamı neler olduğunu, İsmail Mesut Sezgin’e müsait bir zamanda anlatmaya söz verdim. Onun Ali Bulaç üstada taalluk eden bir yönü olmadığını ümit ediyorum.
Darbeden iki gün sonra ailem sorunsuz bir şekilde Londra’ya uçtu ve civanmert bir arkadaşımın evinde iki hafta kadar kaldık. Bu süreçte hakkımda yakalama kararı çıktığı haberleri düştü medyaya. Ben de eşimi ve küçük kızımı geri göndermeme kararı aldım. İlk iş bir ev kiralamaktı. Banka hesabımız yoktu; cebimizde bir evin kirasını ödeyecek para yoktu. Bir tek adım vardı ve o ad sayesinde borç bulabiliyordum. Borç harç bir ev bulup yerleştik. Fakat İngiltere’de ay sonu çabuk geliyor. Tam bir yıl oldu buradaki evimize yerleşeli, ama benim bir ayım geçmedi kirayı son birkaç günde derleyip yetiştirmediğim.
Evet, zamanla birer banka hesabı açmayı başardık. Ama burada cep telefon firmaları bile bize kontratlı hat vermeyi reddettiler. Kredi notumuz düşüktü. Hala bir kredi kartım yok. Son bir yılda banka hesabım birkaç defa eksiye düştüğü için alma imkânım da pek mümkün görünmüyor.
KİM, NE HALDE?
Ocak 2017’de Ankara Anlaşması başvurum reddedilince iltica etmek zorunda kaldım. Henüz cevabı gelmemiş bu iltica başvurusu bana ülkede kalma izni veriyor, ama çalışma izni vermiyor. İlticam kabul edildikten sonra da İngiltere’de ihtiyaç duyulan iş kolları dışında çalışma imkânım olmayacak. Burada ihtiyaç duyulan hiçbir iş kolunun tecrübesine sahip değilim. Gazetecilik veya akademisyenlik o listede yok. Şimdilerde internet üzerinden Adobe Photoshop ve InDesign dersleri alıyorum. Tasarımcı olarak çalışma imkânım olabilir düşüncesiyle.
Niye anlatıyorum bunca özel bilgiyi? Hiç acınma, acındırma derdim yok kendimi. Dahası benden iyi durumda olan bir gazeteci de ne gördüm ne duydum. Kimsenin ismini veremem ve Ali Bulaç’ın “önemli sayılan” dediği, başkalarının “elitler, abiler, kodamanlar” gibi ifadeler yakıştırdığı kişiler bunlar mıdır onu da bilemem. Ama Türkiye’de iken benim amirim nazarıyla baktığım kişilerden geçimini tır şoförlüğüyle kazananından, inşaatta amele olarak çalışanına, restoranda yemek dağıtımında çalışanından, kendini bir mülteci kampına kapatmış aldığı komik desteklerle hikâye kitabı çıkarmaya uğraşanına kadar büyük abilerim var benim. Ve bunları yaparak, nazarımda daha da büyümüş durumdalar.
Geçenlerde, tanıştığımız dönemde Çin’le Türkiye arasında gayet başarılı bir ticareti olan bir arkadaşım aradı beni. Kuzey Amerika’da imiş. “Enerji sektörüne atıldım, ağabey!” dedi. Bencileyin işsiz ve çoğu ağabeyim gibi vasıfsız işçilerin yapacağı işlerden biriyle uğraşmadığını duyunca bir an sevindim işte. Onun için… “Baraj mı yoksa rüzgâr mı, neyle uğraşıyorsun?” diye sordum. “Yok abi ya, benzincide pompacı olarak çalışıyorum,” dedi…
Ali Bulaç onu tanımış mıydı bilemeyeceğim. Tanısaydı, muhakkak önemli sayılanlardan biri olarak onu da düşünürdü.
FİTNENİN ÖNÜNÜ ALMAK İÇİN
Biz dışarıya elit, akıllı, büyük abi filan olduğumuz için değil, Saray diktasının nefretini hayli erkence üzerimize çekmiş olduğumuz için çıktık. Kaçarak değil, havaalanından uçarak çıktık. Benim ailem şans eseri haklarında herhangi bir arama kararı çıkmadan önce beni ziyarete gelmişlerdi. Gazetemizin dışarıya çıkabilmiş olan ağabeylerinin eşlerini ve çocuklarını yanlarına alabilmeleri aylar aldı. Bazıları mülteci botlarında, bazıları katır sırtlarında ülkeden ülkeye atlayarak kavuştular eşlerine. Hiç kolay olmadı ve kolay da olmayacak bundan sonrası.
Neden mi bu yazıyı yazmadıkça başka yazıları yazamıyordum?
Çünkü Ankara rejiminin MİT ajanları vesilesiyle Cemaatimizin tabanında yaymaya çalıştıkları “abiler saray gibi evlerde, üç beş karıyla günlerini gün ediyorlar” fitnesinin önünü almak derdi, başka dertleri dert edinmeme müsaade etmiyordu. Eğer güvenliklerini tehlikeye atmak ihtimalinden endişe etmesem yurtdışında olup da hallerini duydukça kendi halime şükrettiğim ağabey ve ablalarımın hikayelerini paylaşırdım okurlarımla. Ama sözün bundan fazlası israf olurdu sanırım…
Biz Rabbimizden razıyız. Bize bu kaderi dayatan zalimlerden intikamımızı da bu dünyada onların hayal bile edemeyecekleri bir sıçrayışı gerçekleştirerek, ahirette de “Hazreti Rahim’den fazla merhamet, merhamet değildir” fehvasına sığınarak alacağız. İçeride olanlarımız, içe doğru, derinlemesine bir büyümeyle… Dışarıda olanlarımız, dışa doğru, genişleyen ve kuşatan bir şahlanışla…
Mevla Ali Bulaç’a tez zamanda ve tam özgürlük nasip eylesin. Hapishane günlerini aklı ve kalbi için velud bir kuluçkaya dönüştürsün. Âmin.