Yorum | Naci Karadağ
Modern tarih, yakın dönem zalimlerinin, iktidar ömürleri hakkında da şaşırtıcı istatistikler verir. Küçük sapmalar olsa da, çevre, toplum bilinci ve kader planındaki alt okumaları bir tarafa bırakırsak aşağı yukarı bellidir istibdadın ömrü.
Bir nevi yumurta-tavuk ilişkisi gibi gelen bir devinimdir aslında; toplum mu zalimleri türetir yoksa zalimler mi uyuşuk toplumu büyütür?
Hangi cevabı tercih edersek edelim, kesin olan şudur; her zalimin doğup büyüdüğü, yeşerdiği bir vasat oluyor. Sonra enteresan bir kırılma anı ve akabinde ‘kaderdenk’ noktası diyebileceğimiz çatallaşma neticesinde yaşanması gerekenlerin olması.
Adolf Hitler sanat okulundan kovulurken de aynı tarihsel zincirleme meydana geliyordu, Jozef Stalin papaz mektebini terk ettiğinde de. Başta zalimlerin bizatihi kendileri de anı yaşarken bilemezler tabii ilahi kurgunun hangi kavşağında bulunduklarını. Bir resim öğretmeni de olabilirsiniz, din adamı yetiştiren bir rahip ya da vasat gördüğünüz bir yeteneği takıma almayan bir teknik direktör. Elediğiniz kişinin yıllar sonra bambaşka bir noktada olduğunu gördüğünüz an vebal hisseder misiniz bilmem ama (Hitler’i okuldan tart eden hoca çok sonra ‘pişmanım’ demişti) bir şekilde toplumun kaderine etki etmişsinizdir artık.
STALİN’İN ZAVALLI OĞLU…
Önceki yazımızda zalimlerin kendi eşlerini, çocuklarını bile gözlerini kırpmadan harcayabildiklerini yazmıştık.
Yakov Çugaşvili oğluydu Stalin’in. Ancak babası tarafından sürekli aşağılanıyor, zayıf olduğu için horlanıyordu. Bir çeşit Yakov’a anlatır gibi durumu vardı, ona bir şey anlatmanın. Genç Yakov, babasının yaptıkları karşısında suçluluk hissediyordu ve bir gün başına silah dayayıp intiharı denedi. Ancak başaramadı. Stalin’in tepkisi şöyle olmuştu: “Daha doğru düzgün ateş etmeyi bile beceremiyor!”
Sonra oğlu Yakov’u propaganda olsun diye cepheye, 2. Dünya Savaşı’na yolladı Stalin. Yakov bir süre sonra Almanlara esir düştü. Almanlar oğluna karşılık esir generallerini istediler. Stalin, “Oğlum general değil onbaşıdır” dedi. Almanlar Yakov’u kurşuna dizdiler…
Mesaj netti: “Oğluma bile acımazken, sizin gözünüzün yaşına hiç bakmam!”
Ölüm onun için bir temizleme ve çözüm aracıydı. Şöyle diyordu: “Ölüm bütün sorunları çözer, insan olmazsa sorun da olmaz.”
ZALİMLER İÇİN KÖTÜLÜK, İYİLİKTİR
Keza, kötülüğünün farkındaydı ancak bunun kötülük olduğuna değil, tıpkı Hitler gibi iyilik olduğuna kalpten inanıyordu. Zalimlerin ortak bir yönü de budur, kötülüğü bildiğimiz anlamda kötülük olarak algılamazlar.
2.Dünya Savaşı sırasında İngiliz ChurchiII, “Tanrı bizimle beraber” demişti. Stalin’in cevabı son derece net oldu: “Şeytan da bizimle beraber, beraber kazanacağız.”
Zalimin ölümünden sonra Sovyet Rusya tam üç yıl türbülans yaşadı. Kimse ne olacağını bilmiyordu, fikri olanlar da korkudan ağzını açamıyordu. Ülkeye hâkim olan ölüm ve korku ikliminin kısa sürede dağılması mümkün değildi ve üç yıl gibi hiç de kısa olmayacak bir süre devam etti.
1953 Haziran’ında Berlin’in Ruslara ait bölümünde isyan kımıldamaları başlamıştı bile. Bu hareketlilik uzun yıllar Stalin’e sadakatiyle nam salmış Lavrenti Beriya tarafından bastırılıyordu. Stalin’in ölümünden sonra ilk bedeli de o ödeyecekti. Tutuklandı ve Aralık ayında idam edildi.
KORKU İKLİMİNİN SARSICI YAN ETKİLERİ
Stalin’in ölümünden hemen sonra, bir kısım tutuklular serbest bırakılmıştı. Ama bunların çoğu, adi suçlulardı. Stalin’in rejim ve iktidarı için hapsettiği insanların hesabı kitabı bilinmediği gibi, çoğu kamplarda yaşıyordu. Ancak yeni lider adayı Kruşçev bu meseleyi çözerek sempati toplamak istiyordu. Bu sırada enteresan bir durum oldu, hukukçular zindanlarda çürütülen milyonlarca insanı serbest bırakacak hukuki gerekçe bulamıyorlardı. Çünkü neyle suçlandıkları, niye idam edildikleri de belli değildi… Stalin’in başsavcısı Rudenko, yargılanırken böyle bir şeye ihtiyaçları olmadığını itiraf etti. Kamuya açık mahkemede sırıtarak şöyle demişti Rudenko: “Hükümleri kabul etmeleri ve suçlarını itiraf etmeleri sorgulamaları yürütenlerin sanatıydı!”
İşkenceyi ima ediyordu başsavcı. Daha sonra olan bitenden haberi olmadığını ileri sürüp durdu. Oysa her şeyi biliyordu ve onaylamıştı. Final duruşmasında ise, şöyle dedi: “Stalin’in terörüne göz yummak zorundaydım. Çünkü sıranın bana gelmesi an meselesiydi. Şu an karşınızdaysam ettiğim dualar ve şansım yaver gittiği içindir!”
Böylesi bir korku ikliminden çıkış elbette kolay olmayacaktı. Şu satırlar Kruşçev’in anılarından: “Stalin gözlerimizi o kadar korkutmuştu ki, 1956 yılındaki 20. Kongre öncesinde, yapmamız gerekenleri yapacak cesareti bulamamıştık…”
KAPİTALİST DÜNYANIN ARADIĞI ‘KOMÜNİST ZALİM’ İMAJI
Stalin’in inşa ettiği karanlık ve kötü ruhlu yapının üzerindeki sis bulutu kalktıkça, hakikatler küfle, nemli bodrumlardan gün yüzüne çıktıkça dünya, Stalin’in ve onun rejiminin korkutucu yüzünü çok daha net olarak görmeye başladı. Bir zalimin yaptıklarının tamamını çözebilmek mümkün değildi. Her gün binlerce dram ve kan öyküsü ortaya çıkıyordu. Binlerce düzeltme duruşması yapıldı. Milyonlarca insan yok edilen hayatların, ayaklar altına alınan onurların, maddi manevi kayıpların peşine düştü. Stalin’i değil savunmak adını bile anmak artık mümkün değildi.
Özellikle kapitalist dünya çok iyi kullandı bu dalgayı ve Stalin bu kez bir nefret objesine dönüştü. Heykelleri yıkılıyor, ismi tarihten kazınıyordu. Sülalesi akrabalıklarını inkâr ediyor, aile bireyleri habire kimliklerini değiştiriyorlardı.
Sovyet Rusya, Avrupa’daki kazanımlarını birer birer kaybetti, üstelik ciddi imaj ve itibar kaybıyla beraber. Stalin’den geriye devasa bir utanç kalıyordu.
Ve nihayet ülke içine geldi sıra…
YÜZ BİNLERCE ‘DÜZELTME’ DURUŞMASI
Artık eski Sovyetler rejimi kalmadı. Gorbaçov ile beraber yakılan özgürlük ve demokrasi meşalesi Yeltsin ile zirveye ulaştı.
13 Şubat 1990’da yayımlanan bir KGB raporunda, 1930 ile 1953 yılları arasında Sovyetler Birliği’nde bir milyona yakın kişinin “hain” suçlamasıyla idam edildiği, 4 milyon insanın da “terörist” olduğu gerekçesiyle hüküm giydiği açıklandı. Bu 4 milyon insandan hapisten ve toplama kamplarından sağ çıkabilen kişi sayısı çok azdı. Savcılık, Stalin’in açtırdığı 850 bin davayı yeniden inceledi ve neredeyse tamamına yakınının suçsuz olduğu sonucuna varıldı. Milyonlarca insanın itibarı iade edilirken Stalin, Hitler ile beraber tarihin nefret mahzeninin en üst rafında yerini aldı.
Artık işin hülasasını siz damıtırsınız. Sadece şunu ekleyip nihayete erdireyim.
BUGÜNÜN RUSYA’SINDA STALİN…
Putin… Pek çok yönüyle iki yazıdır tarif ettiğimiz prototipe ‘cuk’ diye oturan bir karakter. Zalimlerin bir diğer özellikleri kendilerinden önceki zalimlerin hayatlarını iyi bilmeleri ve adeta onlara gizli hayranlık beslemeleridir.
Belki de bu nedenle Putin’in en önemli icraatlarından biri de Stalin’in ismine tekrar itibar kazandırma politikaları oldu.
1991’de Sovyetlerin yıkılışından sonra Rusya’da “en zalim yönetici” diye anılan Stalin, son yıllarda aynı Rus Halkına sevdirilmeye başlandı. O dönem Stalin’e duyulan sempati yüzde 10’ların altına düşerken, 90’ların sonunda yüzde 20’lerdeydi. Bugün ise çok tanıdık bir oran var yüzde 43!
Sibarya Sürgünleri, Gulag Takım Adaları, milyonlarca insanın katledilişi, işkenceler vesaire hepsini unutturuyor Putin. Rusya’nın çeşitli kentlerinde Stalin heykelleri, Stalin müzeleri modası başlıyor. Stalin’in doğumu, zalim bir coşkuyla anılıyor. Ve devletin himayesinde yapılan bu kutlamaların ismi de ilginç: “Zafere Giden Yol!” Bizim Dombıra’ya benzer müzikler eşliğinde diktatörlük güzellemeleri gırla gidiyor.
Okul kitaplarında yıllarca Stalin övülmüştü. Ardından çıkarıldı, sonra ise bir dönem Stalin hak ettiği şekilde kötü örnek olarak gösterildi. Yakın zaman önce bunlar da çıkarıldı ders kitaplarından. Şimdi her yıl artan dozda Stalin övgüsü yerini alıyor ders kitaplarında. Açık açık Rus İmparatorluk özlemi dile getiriliyor. Kremlin Sarayı’nın her odasında bir ulusun temsilcisinin ikamet edileceğinin hayalleri kuruluyor.
Bir potansiyel zalim adayı, başka bir zalimi tekrar tedavüle sokmak için çatışacağı ya da işbirliği yapabileceği başka zalimleri arıyor…
Tarih bilinen turunu atıyor bir döngü içerisinde…
Bizimkinin Atatürk nefreti de aslında “imrenme duygusu” ve “onun adını silip yerine geçme hevesi” sanırım!
Osmanlı güzellemesi de Padişah olma isteğinden kaynaklı!