Yorum | Süleyman Sargın
Acz, fakr ve zaaf olumsuz gibi görünseler de aslında insana sonsuz bir güç ve serveti elde ettirebilecek potansiyele sahiptirler. Yaşanan imtihanlar, zahiren çirkin görülen hadiseler, hastalıklar, musibetler, belalar ve sıkıntılar işte bu aczi, fakrı ve za’fı derinden hissetmemiz için İlâhî Hikmet tarafından musallat edilmektedir.
Acz ve fakr aynı zamanda en müessir dua lisanıdır. Aczini ve fakrını idrak eden kul, sınırsız kudret ve nihayetsiz servet sahibi bir Sultan’a teveccüh eder. O öyle bir Sultan’dır ki, en küçüğünden en büyüğüne kâinattaki bütün varlıkların rızıklarını tam bir düzen ve intizam içinde vakti vaktine ihsan eder. En görünmez varlıkların ihtiyaçlarını da, en büyüklerin ihtiyaçları gibi bilir ve yerine getirir. Güneşin ısı ve ışığı için ihtiyaç duyduğu enerjiyi de O verir, yerde gezen karıncanın karnını da O doyurur. Küçücük sandıklar gibi tohumlara, çekirdeklere öyle bir güç verir ve servet yükler ki, gözden, kulaktan, irade ve şuurdan mahrum bu sandıkçıklar yerin karanlığında hiç kaybolmadan, ipek gibi ince ve yumuşak kökleriyle en sert toprağı, taşları ve kayaları delip geçerler. Sonra gün yüzüne çıkarak kısa bir zaman içinde kilo kilo gıdaları, meyveleri, et ve sütleri ihtiyacı olanlara takdim ederler. Bunca işi o küçücük varlıklara gördüren Hikmet’e, her şeyi gören ve bilen nihayetsiz Kudret’e tam bir intisap ve teslimiyetle bağlanınca insan, her ihtiyacına karşı sonsuz bir servet ve bütün bela, musibet ve düşmanlarına karşı da nihayetsiz bir kuvvet bulmuş olur.
Bu kuvveti bulan kişi “Hasbünallâhu ve ni’me’l vekîl” i sadece bir vird olarak değil, vicdanının sesi, hissiyatının tercümanı olarak her gün tekrar eder/etmelidir. Bu hem kendi acz ve fakrının ilanı hem de Mutlak Kudret ve Servet’e dayanıp teslim olmanın bir itirafıdır. “Hasbünallâh” Allah bize yeter, kâfîdir demektir. Aynı zamanda, “Allah kuluna kâfi değil mi, kalkmışlar bir de Seni O’nun dışında bir takım başka şeylerle korkutmaya çalışıyorlar!” (Zümer, 36) ayetinde ifade edilen hakikate teslimiyetin de bir ifadesidir. “Seni O’nun dışında birtakım şeylerle korkutmaya çalışıyorlar” cümlesinde kastedilen “şeyler” fakirlik, zulüm, hastalıklar, musibetler, hapisler, tecridler, tehcirler ve insanı korkutan türlü ibtilalardır. Bunlardan korkmamak, sarsılmamak ve onlara karşı mukavemet edebilmek, yıkılmamak ancak Allah’a tam bir teslimiyetle mümkündür. “Allah kuluna yetmez mi (ne diye başta sebepler olmak üzere başka güç, kuvvet ve iktidar vesilelerine kalbinizi bağlıyorsunuz)?” Sorusuna “Yeter tabii, her türlü ihtiyacımız, maddi manevi bela ve sıkıntılarımız için Allah bize yeter, O’ndan başka bir dayanağa, sığınağa, güç ve servet kaynağına ihtiyacımız ve itimadımız yoktur!” manasındaki “Hasbünallâh” bu teslimiyetin adıdır.
Burada bir fert olduğu halde “Allah bize yeter” demekle insan bir bakıma sayısız başka varlıkların da kendisi gibi aynı hakikati ve münacaatı seslendirmesine önderlik eder. Her insan başka insanlarla pek çok benzerliği olsa da apayrı, müstakil bir ferttir. Ferdiyetinin içinde düğümlendiği “ene” si yani benliği, “ben” hissi ve şuuru, insana bir ayna olarak verilmiştir. İnsan bu “ene” vasıtasıyla “Ben” demeğe layık tek Zât’a ayinedarlık yapmaktadır. Bu vesileyle o Zât’ı mutlak Ferdiyet’i, yani mutlak bağımsızlığı ve mutlak Hâkimiyetiyle görüp tanıyabilir. Öte yandan “eşref-i mahlûkat” olarak insan kendisi gibi “Hasbünallâh” diyen, halleri ve hayatlarıyla sadece Allah’a dayandıklarını, ihtiyaçlarını sadece O’na arz edip bütün güç, servet ve yardımı yalnızca O’ndan beklediklerini ortaya koyan sayısız başka varlığa da temsilcilik yapar. Bu sebeple insan “Hasbünallâh” virdini bilerek ve şuurlu bir şekilde, Hocaefendi’nin ifadesiyle gönlünün sesi ve nağmesi olarak söylemelidir. Bu mübarek kelime, kalbinin vizesini ve şuurunun mührünü almış olarak insanın dilinden dökülmelidir. Her “Hasbünallah” dediğinde insan, nefsine “Sen kendini ne sanıyorsun!” sillesini vurmalıdır.
İnsana zılliyet planında verilen bir kısım imkânlar vardır. Akıl, konuşma, şuur, irade, kudret, eşyaya müdahale ve kâinatta bir kısım tasarruflarda bulunma, bunlardandır. Bu imkânların hepsi haddizatında görecelidir ve sınırlıdır. “Allah’ın yeryüzündeki halifesi” olması hususiyetiyle insana esma-i ilâhî’nin gölgelerinin gölgelerinin gölgesi olarak verilmişlerdir. İnsanı “eşref” yapan budur ve “ahsen-i takvim”le de bu hususiyetler kastedilmektedir. Her biri yetmiş bin perdeden geçmiş birer gölge mesabesindeki bu nimetleri insan, zamanla “asıl” zannedip mevhum bir rubûbiyet hissine kapılabilir. Yaptığı her şeyi kendi kabiliyetinin, ilminin ve başarısının sonucu olarak görüp her şeyin Hakiki Sahibi’ni unutabilir. Kendini çok güçlü ve zengin zannedebilir. Oluşturduğu sistemin, kurduğu yapının Titanic gibi asla batmayacağını düşünebilir. İşte o zaman yegâne Kudret, Hikmet, İlim, İrade, Servet ve İktidar Sahibi bela, musibet ve imtihanlarla insana aslında ne kadar aciz, zayıf ve muhtaç olduğunu hatırlatır. Bela ve musibetlerin “rahmet” olarak görülmesi ve “Allah’ın daha çok, sevdiği kullarını imtihan ettiğinin” ifade edilmesi bu hikmete mebnidir.
İşte “Hasbünallâh” insanı hem bu mevhum rubûbiyet maskaralığından kurtarmakta hem de Allah’la irtibatını daima taze ve canlı tutmaktadır. Bediüzzaman’ın “Hasbünallâhü ve ni’mel vekîl” virdini günde beş yüz defa okumamızı tavsiye etmesi de bundandır.